Ulûhiyyet sıfatına denk gelen dua ve nüsuk anlamında ibâdetlerde şirk konusunda hasssasiyet gösterip de, Rubûbiyyet sıfatına denk gelen siyasi-ictimai-iktisadi egemenlik konusunda şirkten ictinab etmeyip, bu alanlardaki egemenliği de Rabbimize has kılma konusunda hassasiyet göstermez isek, tevhidi bir bütün olarak ikame etmemiş oluruz.
Temel İman İlkelerini, Kur’an’daki Esmâ İle Kavramak -V-
Şükrü Hüseyinoğlu
Baştan sona bir tevhid öğretisi ve tevhid eksenli hayat nizamı olan İslam, bu öğretisini çeşitli kavramlar üzerine bina etmiştir. İlah ve rab kavramları bu inşanın en temel kavramları arasında yer almaktadır. İslam ilim geleneğinde tevhid öğretisi, Kur’an’ın beyan ve bildirimleri esas alınarak şu üç ana başlık altında toplanmıştır: 1- Ulûhiyyet tevhidi, 2- Rubûbiyyet tevhidi, 3- İsim ve Sıfat tevhidi.
Tabii ki tevhid öğretisinin bu kısımları birbirinden bağımsız değildir. İslam’ın tüm kavram ve öğretileri, Kur’ani/Nebevi bağ ve bağlamlarla birbirine sıkı sıkıya bağlı, parçalanmaz bir bütünün birbirini tamamlayan kısımlarıdır. Nitekim, tevhid ve şirke dair kısa birer tanım yaparken, tevhidin; hayatı birbirinden bağımsız kompartımanlara ayırmamak ve onunla ilgili ölçüleri de bu bütünlükte Âlemlerin Rabbinin belirleyiciliğine, egemenliğine has kılmak demek olduğunu ifade etmiştik. Hayatı bir bütün olarak ele alan ve ubûdiyyet bilinci üzere anlamlandıran tevhid öğretisinin bütüncül oluşuna ise ayrıca vurgu yapmaya ihtiyaç olmasa gerekir.
Ulûhiyyet, Rubûbiyyet ve İsim-Sıfat tevhidi şeklindeki sınıflandırma, bir taraftan konunun daha kolay kavranmasına yönelik ilmi çabaların hâsılası olduğu gibi, aynı zamanda İslam’ın tevhid öğretisinin şümulüne, kapsayıcılığına ve zerreden kürreye tüm egemenlik alanlarındaki belirleyiciliğine de işaret etmektedir. Aslında, İsim ve Sıfat tevhidi olarak ifade edilen, Rabbimizin isim ve sıfatları(1) (Esmâ’ül Hüsna), Ulûhiyyet ve Rubûbiyyetin mütemmim birer cüzünü teşkil etmektedirler. Uluhiyyyet, Rubûbiyyet ve bu iki mfhumun mütemmim cüzlerini teşkil eden Esmâ’ül Hüsna’yı, Kur’an’ın “mulûkiyyet”, yani egemenlik/hâkimiyet öğretisi kapsamında tek bir kategoride ele almak da mümkündür.
Kur’an’ın “mülk” kavramı ve mulûkiyyet öğretisi, yaygın algı ve anlayışlarda maalesef, Kur’an’daki “egemenlik/hükümranlık” anlamından uzaklaştırılmış ve emtia ve para sahipliğine indirgenmiştir. Oysa mülk ve mulûkiyyetin asli karşılığı; egemenlik/hükümranlıktır.(2) Konuyla ilgili ayetler bize hep bu gerçeği ifade etmektedir:
“Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) yalnızca Allah’a aittir. Sizin için Allah’tan başka ne bir veli vardır, ne de bir yardımcı.” (Bakara, 2/107)
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’a aittir. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Âl-i İmran, 3/189)
Tevhidi ve şirki bütün kapsamları ve güncel boyutlarıyla kavrayabilmek için, insanların muhatap olduğu, insan algısını biçimlendiren egemenlik alanlarına dair bir tasnif yapmanın faydalı olacağı kanısındayız. İnsanların, egemenliği/hükümranlığı (mulûkiyyeti) Âlemlerin Rabbi Allah’a has kılarak tevhid akidesi üzere bulunma nimetine kavuştukları veya egemenliği parçalara bölüp farklı alanlarda farklı mercilere tahsis ederek şirk zilletine düştükleri dört temel egemenlik alanından söz edebiliriz:
1- Kâinatın genel işleyişiyle (kozmik âlem) ilgili egemenlik alanı
2- Gayb âlemiyle ilgili egemenlik alanı
3- Şuhûd âlemi (dünya hayatı) ile ilgili egemenlik alanı
4- Âhiret ve hassaten Hesap Günü ile ilgili egemenlik alanı
İşte tevhid de, şirk de, genel anlamda olsun, güncel boyutlarıyla olsun bu alanlarda neşvü nema bulmakta, kendilerini göstermektedirler. Tevhid; tüm bu alanlarda egemenliği/mulûkiyyeti Allah’a has kılmak demek iken, şirk; egemenliği çeşitli “ilahlar” ve “rabler” arasında bölüp parçalamak demektir.
Evvelemirde belirtelim ki, söz konusu dört egemenlik alanından ilkinde, yani evrenin kozmik işleyişi konusunda, insanlık tarihi boyunca ve günümüzde üzerinde uzun uzadıya durulmaya değer bir farklılaşma, inkâr ve şirk tutumu söz konusu olmamıştır, söz konusu değildir.
Kozmik işleyişi görüp müşâhede etmekle birlikte, bu işleyişi belirleyip yöneten kozmik bir egemenliğin varlığını inkâr eden ve aslında bir inanç sorunu olmaktan ziyade akıl sağlığı sorununa tekabül eden dehri/ateist insanlar ve yanı sıra “iyilik tanrısı / kötülük tanrısı” gibi düalist tanrı anlayışına sahip olup kozmik egemenliği bu “tanrılar” arasında paylaştıran birkaç topluluk dışında, genelde insanlar kozmik egemenliği bir yaratıcıya has kılma inanç ve yaklaşımı üzere olmuşlardır, bugün de durum böyledir.
Her ne kadar bugün zaman zaman yayınlanan veriler, özellikle Avrupa ülkeleri ve Çin, Kuzey Kore gibi ülkelerde ateistlerin oranını yüksek gösterse de, gerçekte durumun böyle olmadığı, bu verilerde insanların kendilerini mevcut siyasi iklime göre veya popüler dalgalara göre ifade etme eğilimlerinin önemli derecede etkisi olduğu gibi, ayrıca kendisini ateist olarak tanımlayan birçok insanın aslında iç dünyasında bir yaratıcı inancını taşıdığı da bilinen bir gerçektir. Türkiye’de kendisini “ateist” olarak tanımlayan bir genç kızın, bunu ifade ederken kullandığı “Ateist olduğumu Allah biliyor ya bu yeter, başkasının bilmesine gerek yok” sözleri bu konuda ibretlik bir örnek teşkil eder.
Daha da ibretlik olanı, Türkiye’de birkaç yıl önce yapılmış olan bir alan araştırmasında kendisini “ateist” olarak niteleyenler arasında oruç tutan ve namaz kılanların önemli bir oran teşkil etmiş olması da, “ateizm” balonunun nasıl şişip şişirildiğini gözler önüne seren bilgilerdir. Küresel ve yerel bazda kamuoyu araştırmaları ve anketlerin, aslında mevcut trendleri ölçmekten daha çok, trend oluşturmak gayesiyle, popülerleştirilmesi istenen yaklaşımları güçlü ve etkili göstermeye dönük planlı araştırmalar olduğunu önemle belirtmeliyiz.
Şirkin Neşvü Nema Bulduğu Üç Egemenlik Alanı
İnsanlık tarihinde ve günümüzde şirke dayalı anlayış ve yönelimlerin neşvü nema bulduğu egemenlik alanlarının, daha ziyade tasnifimizdeki diğer üç alan olduğunu görmekteyiz. Şirk algıları; beşer algısını, yeti ve yetkisini aşan, insanların duyu organları ve imkânlarıyla muttali olup tasarrufta bulunamadıkları gayb âlemi, şehâdet âlemi olarak nitelendirdiğimiz dünya hayatı ile ilgili egemenlik alanları ve yine bir hüküm/egemenlik alanı olan Âhiret ve hassaten Hesap Günü konusunda ortaya çıkmaktadır.
Geçmişten günümüze, gayb âlemi üzerinde egemenlik ve tasarrufu Âlemlerin Rabbi Allah’a tahsis etmeye dayalı tevhid akidesinden uzak kalarak, cinlerin ve “ricâlul gayb” gibi ifadelerle nitelendirilen ölmüş veya yaşayan bazı kimselerin gayb âlemi üzerinde tasarruf yeti ve yetkisine sahip oldukları inancını taşıyan kişi ve toplulukların varlığı mâlumdur. Gavs, Kutub gibi isimlerle anılan diri veya ölü bazı kimselerin, gayb âlemi üzerine tasarruf imkânına sahip oldukları, hatta öldüklerinde kınından çıkmış kılıç misali tasarrufta daha da etkin bir duruma geldikleri vehminin bir neticesi olarak, insanların gaybi çağrılarını (dualarını) işitip onlara icabet edebildiklerine itikad edilip, onları duada ve ibâdette (huzu ve huşu ile ta’zim, mutlak itaat, türbelerini tavaf, rabıta gibi) kendilerine yönelinen, duanın ve ibâdetin ya doğrudan muhatabı veya aracısı kılınan bir merci ve mevkide görüp algılayanlar, yalnızca Yüce Allah’a ait olan gaybi tasarruf yeti ve yetkisini başkalarında da vehmettikleri için bu alanda açık bir şekilde şirke düşmekte ve maalesef o şirk bataklığında didinip durmaktadırlar.
İşte İslam’ın tevhid mesajının gayelerinden biri, şirkin bu çeşidini ortadan kaldırmak, insanları, Rableriyle gaybi iletişim ve ilişki biçimleri olan dua ve nüsuk anlamındaki ibâdette, kendilerine şah damarlarından yakın olan Rableriyle doğrudan iletişim ve ilişkiye yönlendirmektir.(3) Kur’an’ın konuyla ilgili beyanlarına baktığımızda, temel gayelerinden birinin, insanları kendi vehimleriyle oluşturdukları “yarı ilahlara” veya “aracı ilahlara” yönelip kulluk etmekten kurtarıp, dini Allah’a has/hâlis kılarak yalnızca O’na yönelmelerini, O’na kulluk etmelerini temin etmek olduğunu görürüz.
Şirkin neşvü nema bulduğu diğer egemenlik alanı ise şuhûd âlemi, yani dünya hayatındaki ferdi, ictimai, siyasi, iktisadi egemenlik alanlarıdır. Bu alanlarda da mülkün/egemenliğin ancak Âlemlerin Rabbi’ne ait olduğunu, yaratmak gibi emretmenin de O’na ait olduğunu(4) ifade eden tevhid akidesine tâbi olmak yerine, farklı egemenlik odak ve mercileri peydahlayıp egemenliği bu merciler arasında bölüp parçalayan insan hevası ürünü ideolojilere tâbi olmak, geçmişten günümüze insanların içine düştüğü yaygın ve etkili bir şirk çeşididir.
Günümüzde sekülerizm ve laiklik olarak ifade olunan bu ilhad biçimi, Âlemlerin Rabbi’nin insanlar için belirlediği sınırlara (Hududullah’a) tâbi olmak yerine, Âlemlerin Rabbi’ne (hâşâ) sınır çizmeye, “hayatımızın şu alanına karışabilir, fakat şu alanlarına karışamazsın” şeklinde ifade olunabilecek bir hadsizliği, tuğyanı ifade etmektedir.
İslam’ın tevhid mesajının gayelerinden biri de, şirkin bu yaygın ve etkili biçimini ortadan kaldırmak ve dolayısıyla insanları kendi hevalarına veya başkalarının hevasına kulluk etmekten, kula kulluktan kurtarıp, yalnızca Allah’a kul olarak dünya ve âhiret saadetini elde etmelerini temindir.
Geçmişten günümüze, şirkin neşvü nema bulduğu bir diğer egemenlik alanı da, Âhiret ve hassaten Hesap Günü algı ve anlayışlarıdır. Hesap Günü’nde (Yevm’ul-Hisab) hükmün, egemenliğin ancak Mâliki Yevm’id-Dîn(5) olan Yüce Allah’a ait olduğu ve O’nun da o gün insanlar hakkında, dünya hayatında kendi elleriyle kesbettiklerini, yapıp-ettiklerini esas alarak, kimseye zerre miktarı zulmetmeden adaletle hükmedeceği gerçeğini bir tarafa bırakıp, o güne dair, egemenlik ve tasarrufunda Yüce Allah’a ortaklar ihdas emek, alt ve aracı yetki sahipleri vehmetmek ve bunun sonucu olarak da onların aracılığı/şefaatini elde etmek maksadıyla onların rızasını kazanma çabasına girmek, “Şefaat ya…” şeklinde onlara niyazda bulunmak, insanların yaygın olarak içine düştüğü bir şirk çeşidi olmuştur.
Tevhidin, şümulüyle ve her dönem güncel boyutlarıyla kavranabilmesi noktasında Kur’an’a dayalı olarak yapılmış olan “Ulûhiyyet tevhidi, Rubûbiyyet tevhidi ve İsim-Sıfat tevhidi” sınıflandırması ne ifade etmektedir, aralarındaki nüans farkları nedir, bu üçlü tasnif tevhid öğretisinin hangi boyutuna tekabül etmektedir sorularını cevaplamak hususunda, işte yukarıda zikrettiğimiz egemenlik alanları tasnifimiz ve bu alanlarda kendisini gösteren şirk çeşitleri ile ilgili verdiğimiz kısa bilgiler bize yardımcı olacaktır.
Yüce Allah’ın Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet sıfatları ile, bu sıfatların farklı alan ve boyutlardaki izdüşümleri, açılımları mesabesinde olan Esmâ’ül Hüsna, bir bütün olarak Rabbimizi tevhid etmeyi ifade ettiği gibi, her bir isim-sıfat, bu tevhid etme ameliyesinin farklı boyutlarına tekabül etmektedir. “İsim ve Sıfat tevhidi” olarak kavramsallaştırılan Esmâ’ül Hüsna’nın, söz ettiğimiz dört egemenlik alanında, egemenlik yetki ve yetkinliğinin ancak Âlemlerin Rabbi’ne has olduğunu bize talim ettiğini belirterek ve makalemizin hacmi gereği “İsim ve Sıfat tevhidi” konusunu inşallah bir sonraki makalemizde ele alacağımızı belirterek, Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet tevhidi ne demektir, aralarındaki nüans farklılıkları nedir, genel ve güncel boyutlarıyla tevhidin hangi boyutlarına tekabül etmektedirler sorularının cevaplarını vermeye çalışalım.
Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet Ne Demektir, Tevhidin Güncel Boyutunda Nelere Tekâbül Etmektedirler?
İlah ve rab kavramlarını doğru kavramanın İslam’ı anlamada ne kadar önemli olduğunu, Ebul Ala Mevdudi’nin bu iki kavramı, din ve ibâdet kavramlarıyla birlikte Kur’ani çerçevede ele alıp şümulleriyle birlikte tefsir ettiği “Kur’an’a Göre Dört Terim” adlı eserinin meydana getirdiği tevhidi uyanış dalgası bize çok iyi anlatmaktadır. Gerçekten de Kur’an’ın başta ilk dönem akidevi inşasına dayalı ölçü ve emirleri olmak üzere bütün bir öğretisine baktığımızda, Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet sıfatlarının, İslam binasının ana sütunları mesabesindeki merkezi konumlarını rahatlıkla görürüz.
Kavramların lafzi ve ıstılahi karşılıkları ve Kur’an’ın konuyla ilgili beyanlardan anlaşılacağı üzere, bu iki mefhum birbirinden tamamen farklı anlam ve içeriklere sahip değildir. Ancak aralarında çok önemli nüans farkları vardır, ki işte o farklılıkları bilmek, tevhidi ve şirki, onların genel ve güncel boyutlarını anlama konusunda hayati öneme sahiptir. Ulûhiyyet tevhidi ve Rubûbiyyet tevhidi kavramsallaştırması bu açıdan önemlidir.
Ayrıntılara girmeden önce, konunun daha rahat anlaşılabilmesi için yukarıdaki dört egemenlik alanı tasnifimiz üzerinden ifade edelim ki, Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet sıfatları arasındaki nüans farklarının kendisini gösterdiği alanlar, özellikle gayb âlemi ile şuhûd âlemidir. Ulûhiyyet sıfatı daha ziyade gayb âlemiyle ilgili egemenlik alanına, tasarruf yeti ve yetkisine tekâbül ederken, Rubûbiyyet sıfatı ise hassaten şuhûd âlemine, yani dünya hayatıyla ilgili egemenlik alanlarına tekâbül etmektedir.
Beşer algı ve imkânlarının sınırını aşan, dolayısıyla insanın tasarrufta bulunma imkânına sahip olmadığı gayb âlemi konusunda egemenlik ve tasarruf yeti ve yetkisi Ulûhiyyet sıfatına denk gelmekte, dolayısıyla bu yeti ve yetkileri, olması gerektiği üzere Yüce Allah’a has kılmak ve yalnızca O’na yönelip sığınmak, yalnızca O’na dua ve ibâdet etmek, ilahlık konusunda tevhidi ikame etmek; başka kişi ve varlıklarda bu alanda yeti ve yetki vehmedip onları, yönelme, sığınma, dua ve ibâdette doğrudan veya aracı merciler edinmek ise bu konuda şirke düşmek anlamına gelmektedir.
İnsanların fert ve toplum hayatıyla ilgili egemenlik alanları ise, daha ziyade Rubûbiyyet sıfatına denk gelmektedir. Burada “daha ziyade” kaydını düşmemizin sebebi, bu alanın Ulûhiyyet sıfatından da bağımsız olmamasıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet kavramları birbirinden tamamen kopuk mefhumlar değildir. Ancak, gayb âlemi nasıl ki daha ziyade Ulûhiyyetin kapsamına giriyorsa, şuhûd âlemi de daha ziyade Rubûbiyyetin kapsamına girmektedir. Aralarındaki nüans farkı burada belirginleşmektedir.
İşte fert ve toplum hayatındaki egemenlik alanlarında belirleyici, söz sahibi olarak yalnızca Yüce Allah’ı bilmek, yaratmanın olduğu gibi emretmenin ve yol göstermenin de O’na mahsus olduğuna iman edip, ferdi ve ictimai hayatı bu iman üzere bina etmek bu alanda tevhidi ikame etmek iken, Allah’tan başka kişi, varlık veya mercileri bu alanlarda egemenliğe ortak etmek, O’ndan başkalarının da insanlara yol gösterebileceğini, onlar için hayat nizamı belirleyebileceğini düşünmek, Rubûbiyyet konusunda şirke düşmektir.
“E-le-he” kökünden türeyen bir fiil olan elihe, “yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtmek-gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir. Kavram olarak; kendisine ibadet edilen, ma’but sayılan her şey, her şeyden çok sevilen, tazim edilen kutsal varlık anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibadet edilen, üstün sayılan bütün mabutların ortak adı ‘ilâh’tır.”(6) İsfahanî de, Müfredat’ında ilah kavramıyla ilgili olarak “İlah lafzı, her tür mabut için kullanılan bir isimdir” tesbitini yapmaktadır.(7)
Kelimenin lafzi anlamı ve bu anlam üzerine Kur’an’ın inşa ettiği ıstılahi anlamı göz önünde bulundurarak, ilah kavramıyla ilgili “Kendisine yönelinip sığınılan, dua, tazim ve ibâdetle rızası kazanılmaya çalışılan mâbud” şeklinde özet bir tanım yapmamız mümkündür.
Mevdudi ise “Dört Terim” eserinde, Mekke câhiliyesindeki ilah algısını, “Onlar, kendileri için bir güç kaynağı olmak üzere Allah’tan başka ilahlar edindiler.” (Meryem, 19/81), “Yardım edilecekleri ümidiyle Allah’tan başka ilahlar edindiler.” (Yâsîn, 36/74) gibi ayetler çerçevesinde şu şekilde özetlemektedir:
“a. Cahiliye insanı, ilah olarak nitelediklerinden sorunlarının çözümünü ve gereksinimlerinin karşılanmasını diliyor, başka bir deyimle onlara niyazda bulunuyordu. b. Onların ilahları sadece cin, melek ya da putlardan oluşmuyordu. Bunlar arasında ölüp-gitmiş insanlar da vardı. Nitekim bu, “Diri değil ölüdürler” ve “Ne zaman yeniden diriltileceklerini bilmezler” ibarelerinden açıkça anlaşılmaktadır. c. Onlar ilahlarının, kendi dualarını işittiğini ve onlara yardım etmeye kadir olduğunu zannediyorlardı.”(8)
Kısaca ifade etmek gerekirse, ilah kavramı ve ulûhiyyet sıfatı, gaybi tasarruf yeti ve yetkisine sahip olup, beşer üstü bir konum ve güç sahibi olduğuna inanılan ve bu inanış sebebiyle tazim, sığınma, dua ve ibâdetle kendisine/kendilerine yönelilen mâbudu/mâbudları karşılamaktadır. İlah kavramı ve ulûhiyyet sıfatının öncelikli, asli anlam sahası burasıdır. Dolayısıyla “Ulûhiyyet tevhidi” denildiği zaman kastedilen, bu alanda Rabbimizi tevhid etmek, O’ndan başka hiçbir varlık veya mercinin gayb âlemi üzerinde tasarruf yeti ve yetkisine sahip olamayacağı akidesine sahip olmaktır.
Bununla birlikte, herhangi bir mercinin emrine, belirlediği ölçülere, yol göstericiliğine tâbi olup itaat etmek de, İslami ıstılahta ibâdet demek olduğundan,(9) hayat alanlarındaki hükümranlık ve itaat konusunda rubûbiyyet ile ulûhiyyetin ortak bir anlam alanı söz konusu olmaktadır. Ahbar ve ruhbana mutlak ittibanın onları rab (mutlak hüküm mercii, yol gösterici) edinmek olduğunu, oysa insanların yalnızca Allah’ı ilah edinmekle emrolunduğunu bildiren Tevbe sûresi 31. ayet-i kerime ile, kendi arzularına tâbi olan insanların bu durumunu “hevasını ilah edinmek” olarak niteleyen Furkan sûresi 43 ve Câsiye sûresi 23. ayet-i kerimeler bu ortak anlam alanına örnek teşkil etmektedirler.
Rab kavramı ve rubûbiyyet sıfatına gelince, “R-b-b” kökünden türeyen, “Terbiye anlamında bir masdar olan ‘Rabb’, anlamın yoğunluğu açısından terbiye edene isim olmuştur. Bu açıdan ‘Rabb’, yalnızca terbiye eden demek olmayıp, terbiye etmenin bir nevi yan öğeleri olan, ihsan, idaresi altına alma, yol gösterme, üstün gelme, teşvik etme, korkutma gibi şeyleri de içerisine alır. Bütün bu özelliklere sahip, kuvvetli, mükemmel ve kusursuz bir terbiye edici demektir.” İsfahanî de kavramı açıklarken, “Asıl anlamı, terbiye etmek/yetiştirmektir” demektedir. Nitekim terbiye kelimesi Türkçede de aynı anlamda kullanılmaktadır.
Mevdudi ise, Kur’an’daki kullanımlarıyla rab kavramının şümulünü maddeler halinde şu şekilde ifade etmektedir:
“1. Mürebbi, gereksinimleri karşılayan, terbiye veren ve yetiştiren; 2. Kefil, gözetici, koruyup kollayan, ıslahla sorumlu olan; 3. Çeşitli kimselerin oluşturduğu bir toplulukta merkezi bir sıfata sahip olan; 4. Kendisine bağlananların efendisi, sözü geçen, üstünlüğü ve yüceliği kabul edilen ve tasarruf hakkına sahip, itaat ve boyun eğilen efendi, güç ve egemenlik sahibi reis; 5. Malik, efendi. Rab kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de yukarıda açıkladığımız tüm manalarda kullanılmıştır. Ayetlerde, bazen bu manalardan sadece bir ya da ikisi bazen daha fazlası, bazen de beş anlamıyla birden kullanılmıştır.”
Bilindiği gibi, Kur’an’ın inzal sürecinde Yüce Allah’ın kendisini kullarına tanıtmak için ilk vurgu yaptığı sıfat, rab sıfatıdır. Miladi 610 yılı Ramazan ayının Kadir gecesinde Rasulullah (a.s.)’a ilk vahiyler olarak Alak sûresi ilk beş ayet inzal olunmuştu. İşte bu ilk beş ayette, Rasulullah’a ve onun şahsında kıyamete kadar İslam dâvetine icabet edecek olan mü’minlere, yaratan Rabbin adıyla okuma emri verilmekte ve Rabbin insana ikram sahibi olduğu bildirilerek, O’nun en temel ikramının da kalemle yazmayı ve bilmediklerini kullarına öğretmesi (talim-terbiye) olduğu bildirilmektedir.
Yine ilk dönem Mekki sûrelerden olan A’lâ sûresinde ise, “Yüce Rabbinin adını tesbih et. Ki O, insanı yarattı ve ona bir düzen içinde biçim verdi. Takdir etti (ölçüyü belirledi) ve ona göre yol gösterdi” (1-3. ayetler) ifadeleriyle Rubûbiyyet sıfatının, yine öğretim-eğitimin (talim-terbiyenin) bir boyutu olan, insanların fert ve toplum hayatları için ölçü belirleyip yol gösterme yönüne vurgu yapılmıştır.
Yine Mekki sûrelerde, Rab sıfatının bu kapsamı Peygamberlerin dilinden de şu şekilde ifadesini bulmuştur:
“(Firavun) dedi ki: Sizin Rabbiniz kimdir, ey Musa? Dedi ki: Rabbimiz her şeye yaratılışını veren, sonra da yol gösterendir.” (Tâ-Hâ, 20/49-50)
“(İbrahim dedi ki): İyi bilin ki tapmakta olduğunuz bu bâtıl ilahlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi benim velimdir. Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren, içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O’dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O’dur.” (Şuarâ, 26/77-82)
Tüm bu beyanlar ışığında Yüce Allah’ın rab sıfatının anlam kapsamını kısaca “Yaratan, yaşatan ve yol gösterip emreden” şeklinde özetlememiz mümkündür. Nitekim A’raf sûresi 54. ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: “…Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah pek yücedir.”
Rab kavramının lafzi karşılığı, Kur’an’la kazandığı ıstılahi anlam ve konuyla ilgili ayetlerin kapsamı bize şunu göstermektedir ki, Rubûbiyyet sıfatında Yüce Allah’ı tevhid etmek demek, O’ndan başka hiçbir varlık, kişi veya merciyi, yaratan, yaşatan, rızık veren ve yol gösteren (insanlar için hayat nizamı belirleyen) mevkiinde görmemek, tüm bu hususlarda yegâne mercinin Yüce Allah olduğunu kalben, kavlen ve fiilen tasdik etmektir. Yaratmanın ve yaşatmanın O’na ait olduğunu kabul edip de, yol göstermeyi, emretmeyi O’na has kılmamak, O’ndan başka yol göstericilere tâbi olmak Rubûbiyyet konusunda şirke düşmektir. Ki insanlık tarihinde ve günümüzde yaygın ve egemen şirk türü bu olagelmiştir.
Kur’an bize, Musa (a.s.)’ın muhatabı olan Firavun’un rablik dâvası güttüğünü ve Musa (a.s.)’ın tevhid dâvetini reddettikten sonra, yönettiği topluluğun karşısına çıkıp şu şekilde hitapta bulunduğunu bildirmektedir: “Dedi ki: Sizin en yüce Rabbiniz benim.” (Nâziât, 79/24)
İşin aslı şudur ki, Âlemlerin Rabbi’nin kulları için bildirdiği ölçülere (Hududullah’a) tâbi olmak ve toplumları bu ölçüler üzere yönetmeye çalışmak yerine, kendi hevalarından insanlar için ölçüler belirlemeye ve toplumları heva ürünü bu ölçülerle yönetmeye kalkışan her kişi ve otorite, dille söylemese de, hal diliyle Firavun’un söylediğini söylemiş olmakta, “sizin en yüce rabbiniz (tâbi olunması gereken en üst otoriteniz) benim” demiş olmaktadır.
Bizler, dünya ve âhiret saadetimiz için tevhidin tüm boyut ve kapsamlarıyla Rabbimizi tevhid etmek, şirkin her çeşidinden titizlikle sakınmak mecburiyetindeyiz. Hassaten Ulûhiyyet sıfatına denk gelen dua ve nüsuk anlamında ibâdetlerde şirk konusunda hasssasiyet gösterip de, Rubûbiyyet sıfatına denk gelen siyasi-ictimai-iktisadi egemenlik konusunda şirkten ictinab etmeyip, bu alanlardaki egemenliği de Rabbimize has kılma konusunda hassasiyet göstermez isek, tevhidi bir bütün olarak ikame etmemiş oluruz.
Örneğin, mezarlıklardaki şirke karşı hassas, lakin Suud sarayındaki egemen şirke karşı kör ve sağır davranan Suud uleması (!) misali, Zuhuratbaba, Oruçbaba gibi türbelerde işlenen şirk konusunda hasssiyet gösterip, toplumun sevk ve idaresinde egemen konumda bulunan Ankara’daki “resmi türbe”de işlenmekte olan şirk eylemleri konusunda hassasiyet göstermemek, tevhid akidesini bölüp parçalamak demektir.
İslam bütüncül bir hayat nizamıdır. Tevhid; Ulûhiyyet, Rubûbiyyet ve onların şümulünü teşkil eden İsim-Sıfat tevhidi boyutlarıyla bir bütündür ve Mulûkiyyeti, mülkün (egemenliğin) tüm alanlarda yalnızca Mâlikul Mülk olan Rabbimize ait olduğunu ifade etmektedir. Mü’min, tüm yönleri ve genel ve güncel boyutlarıyla tevhidi ikame eden insandır.
(1) İsim, varlıklara verilen ve herhangi bir anlama gelmesi zorunlu olmayan ad demektir. Sıfat ise, varlıkları çeşitli yönleriyle tanımlayan, onları vasfeden, niteleyen betimlemeler demektir. Ancak Yüce Allah’ın isim ve sıfatalrı denilince bu tanım değişmektedir. Zira Rabbimizin özel imi olan ve tüm Esmaül Hüsna’nın kendine döndüğü, kendisinde toplandığı lafza-i celal olan “Allah” ismi dışında, Rabbimizin tüm isimleri önce sıfat, sonra ise isim olma özelliğine sahiptirler.
(2) Bu konuda “Mülk Kavramını Doğru Anlamak” başlıklı makalemizin okunmasını tavsiye ederiz. Makalenin linki: http://www.islamvehayat.com/m/mulk-kavramini-dogru-anlamak_m1030.html
(3) Bkz: Bakara, 2/186; Kaf, 50/16
(4) Bkz: A’raf, 7/54
(5) Bkz: Fâtiha, 1/3
(6) Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Sh. 286, Beyan Yayınları
(7) Rağıb el-İsfahanî, Müfredat, Sh. 89, Çıra Yayınları
(8) Mevdudi, Kur’an’ın Dört Temel Terimi, Sh. 6, İdeal Kitaplar
(9) Örnek olarak bkz: Yusuf, 12/39-40. ayetler
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *