Modern çağda milletlerin iktisadi ve siyasi menfaati, yöneticilerinin milletleri lehlerine yaptıkları reformlarla gerçekleştirilmekte ve sürdürülmektedir. Batılılar için burada bir sorun yoktur, çünkü dünya görüşlerine uygun bir zihinsel yapı ve sosyal hayat içinde yaşamaktadırlar.
İslamcılık isimlendirmesinin modernite bağlamı ve oryantalist bağlantısını dışarıda tutarak tarihsel kökenine, çıkış sebeplerine, gelişim seyrine ve günümüzdeki karşılığına bakılacak olursa, öze dair bazı tespitleri yapmak mümkün olabilir…
İslamcılığın tarihsel kökeni, Osmanlı devletinin siyasi birliğinin zayıflayıp gerilemesiyle birlikte, dini temele dayalı Osmanlı milletler toplumu yapısının dağılmaya başladığı zaman ve şartlarla irtibatlı olduğu kadar,
Sanayi devriminin oluşturduğu ulusçuluk ideolojisi ve endüstriyel temele dayalı ulusal toplumsal yapıların klasik devlet ve toplum yapılarını tasfiye etmesiyle de irtibatlıdır.
Dolayısıyla İslamcılık, tarihin belli bir döneminde, dönemin verili şartlarında, başka bir felsefik zihin ve hakikat anlayışı temelinde seküler siyasi hükümranlık kuran, endüstriyel toplum örgütleyen Batı Avrupalı devletler karşısında siyaseten gerilemeye ve toplumsal olarak dağılmaya başlayan Osmanlı’da, devletin başına gelenlere karşı çare olarak üretilen “Anasır-ı Osmanlı-İslam Milletler birliği-Türkçülük” ideolojilerinden kronolojik olarakta ikincisidir…
Osmanlı sarayı ve iktidar sınıfını teşkil eden ‘molla-asker-aydın’larının bulduğu ilk çözüm, Osmanlı milletler topluluğunu eskisi gibi bir arada tutacak “İttihad-ı Osmani” formülü işe yaramadı. Çünkü Osmanlı milletlerinden Müslüman olmayan unsurlar, siyasi ve iktisadi menfaatini Osmanlı devletine bağlılıkta görmüyor, Batının da teşvikiyle bağımsız devletler olmakta arıyorlardı.
‘İttihad-ı Osmani’ formülü kendisinden umulanı vermedi. Gayr-i müslim unsurların kopuşları engellenemedi. “İslamcılık” bundan sonra devreye sokulacaktır…
Madem gayr-ı Müslim unsurları hilafet merkezi İstanbul’a bağlı tutmak mümkün değildi, o halde ‘dini İslam olan milletlerin birliği’ yahut ‘ittihad-ı İslam’ sağlanabilirdi. İslamcılık bu gelişmelerin neticesinde II. Abdulhamit döneminin siyasi politikası ve projesi olarak yürütüldü.
Osmanlı devlet yapısı, döneminin benzer devletleri gibi ‘merkezi-bürokratik’ bir yapıydı. Halifelik İstanbul’daydı, siyasi bağlılık isteniyordu. Gerçekçi ve mümkün bir politikaydı, çokta gayret edildi, fakat idari yapı kendi içinde dezavantajlar taşıyordu. Buna ilaveten,
Emperyalist devletler İslam milletlerinin yaşadığı coğrafyaları çoktan işgal etmiş, yönetimlerini ele geçirmişti. Rusya, İngiltere, Fransa başta halifeliğin siyasi bir proje olarak önlerinde büyük engel olduğunu görmüş, mezhebi ve etnik farklılıkları kullanarak ayrılık tohumlarını çoktan yeşertmişti. Osmanlı bunlarla baş edecek güçte değildi.
Birinci Dünya Savaşı öncesi, sırası ve sonrasında ortaya çıkan manzara, İslamcılık formülünü de geçersiz kılacaktı…
İslamcılık projesi de tutmayınca “Türkçülük” projesi devreye girdi. Bu proje, siyasi ve iktisadi olarak yeni şartlara da uyumluydu. Çünkü Osmanlı tasfiye edilmiş, halifelik kaldırılmış, yeni cumhuriyet doğmuştu.
Türkçülüğün toplumsal tabanı, Anadolunun Türkleştirilmesi politikasıyla sağlanacaktı. Bunun için Anadoludaki gayri Müslim unsurlarla Kafkas ve Balkanlarda kalan Müslüman Türklerin mübadelesi yapılacaktı.
Türkçülük projesinde İslamcılığa yer yoktu, çünkü İslamcılık Türkçülüğü de aşan bir ümmet projesi hatta Türkçülüğün rakibiydi. Fakat Türkçülüğün, kimlik ve kültürünün bir unsuru ve yerleşik din olarak İslam’a ihtiyacı vardı. O sebeple Türkçülük projesi, şartlara göre ‘Türk-İslam’ yahut ‘İslam-Türk’ biçimiyle yürürlükte tutuldu…
Osmanlı iktidar sınıfının bir parçası olan ‘molla-medrese zümresi’, yeni cumhuriyette o imtiyazını koruyamadı, çünkü modern toplum projesindeki siyasal yapıda ‘askerler-politikacılar’, toplumsal yapıda ‘üniversite-bilim-aydın zümresi’ onların yerini aldı.
İslamcılığın, köken itibarıyla bir ‘devlet’ yahut bir ‘siyasal’ proje olduğu kabul edilirse, modernist olduğunu söylemekte mahzur yoktur. Nitekim Abdulhamit devri de modernleşme bakımından Tanzimat-Islahat-Meşrutiyet modernleşmesinin bir ürünü ve devamıdır.
Fakat cumhuriyetle birlikte ilk olan başka bir şey söz konusudur: Yeni devlet doğal olarak kendinden çok toplumu modernleştirmek, muasır Batı medeniyetinin misyonerliğini üstlenmek ister.
Yasal ve idari çapta başlayan inkılaplar, eğitim, dil, ekonomi, bürokrasi, günlük hayat, yaşam tarzı vs alanlarda reformlar olarak devam eder. Bu gelişmeler ‘devlet-toplum’ ilişkisinde gerginliklere sebep olur. Yeni rejimin halkla bütünleşme sorunu ortaya çıkar.
Gerginliklerin önemli bir sebebi devletin dinle ilişkisindeki radikalliğidir. Dolayısıyla ‘iktidar-muhalefet’ çatışmasında iktidarların kimi zaman illegal sınırlara zorladığı, kimi zaman da çok partili rejimde oy tabanı olarak istihdam ettikleri İslam dini, ‘İslam’ın siyasallaştırılması’ sorunu yahut sunumuyla ortaya çıkar.
Başka bir deyişle ‘siyasi-iktisadi-sosyal’ imkan ve fırsatların paylaşılması sorununda tarihsel ve toplumsal bir dayanak olarak İslam, siyasal İslam politikası olarak söz konusu edilir.
İslamcılığa böyle yaklaşıldığı zaman ve şartlarda, İslamcılığın neden salt bir iktidar nesnesi olduğu anlaşılabilir şeydir: Çünkü bu İslamcılıkta bir İslam toplum projesi, toplumsal işler ve ilişkilerin İslamlaşması, bir İslam devlet modeli değil, Osmanlı devlet mantığı ve yapısını ihya, Osmanlı’daki iktidar imtiyazı arayışı söz konusudur.
Dolayısıyla ‘ahlak-hukuk-bilim-sanat-iktisat-finans-eğitim-mesleki hayat-siyaset-parti-devlet’ gibi toplumsal işler ve ilişkilerin, muasır batı medeniyetinin ilerlemeci tarih anlayışı ve seküler çözümlerine uygun biçimde düzenlenmesi sorun değildir. Sorun, bu işlere dindarların bulaştırılmaması, dindarların kamusala katılımının sınırlandırılmasıdır…
İslamcılık, muasır Batı medeniyetinin hükümranlığında seyreden tarihsel koşullarda yenilen, çözülen ve ulusçuluk bağlamında parçalanan ümmetin, imparatorluk devrinde olduğu gibi siyasal birliğinin yeniden ihyasının ideolojisi olarak anlaşılıyorsa, dünya gerçekliğinden kopuk, dünyada olup bitenlerden bağımsız bir hakikat anlayışının malülüdür.
İslamcılık, modern çağda Müslümanların başına gelenlerin sebebinin ‘dinden’ yahut ‘temel kaynaklarından uzaklaşmak’ olduğu gerekçesiyle bir ‘dine’ yahut ‘kaynaklarına dönüş’ ideolojisi ise, yine dünya gerçekliğinden ve dünyada olup bitenlerden kopuk bir hakikat anlayışının malülüdür.
İslamcılık, muasır batı medeniyetinin yahut modernitenin, hakikat anlayışını parçaladığı, dünya hayatına dair hakikati ilahi olandan bağımsız olarak yeniden tanımladığı gerçeğini göremediği her durumda, toplumsal yapının, toplumsal işler ve ilişkilerin İslam ile bir bağının ancak modernitenin dünyaya dair hakikat anlayışının bağlamında kurulabileceğinin farkında değildir. Oysa bunun yanlışlığını tecrübe edecek kadar tecrübeye sahiptir.
İslamcılık, medresenin bir bilgi üretme usulü ve bilginin toplumsal hayatı İslam’a göre düzenleme maksatlı olduğu gerçeğini unuttuğu, seküler bilgi üretim merkezi üniversiteyi ve onun bilgi üretim yöntemini taklit etmeyi sürdürdüğü her durumda, gösterişli medrese-ilahiyat binaları kurmayı dine dönme olarak görmeye devam edecek, siyasi ve iktisadi menfaatlerini batılı devletler lehinde reformlar yaparak sürdürecektir…
Modern çağda milletlerin iktisadi ve siyasi menfaati, yöneticilerinin milletleri lehlerine yaptıkları reformlarla gerçekleştirilmekte ve sürdürülmektedir. Batılılar için burada bir sorun yoktur, çünkü dünya görüşlerine uygun bir zihinsel yapı ve sosyal hayat içinde yaşamaktadırlar.
İslamcılığın, tam da burada devreye girip, halkını cehaletten kurtarıp bilgilendirmesi, İslami dünya hakikatini öğretmesi, ümmeti birbirine düşman eden mezhebi ve etnik çatışmaları bitirmesi, idarecilerinin Batılı devletler lehine yapageldikleri iktisadi ve siyasi reformları iptal ettirip kendi milletleri lehine reformlar yapmasını öğretmesidir…
İslamcılığın modern bir proje olduğu ve modern şartların ürünü olarak doğduğu, dolayısıyla iktidar-devlet merkezli bir örgütlenme, siyasal bir ideoloji, muhafazakar bir toplumsallık olduğu söylemi, sahicisiyle çakmasını ayırt etmeye yönelikse sorun yoktur.
Değilse, İslam’ın da modernitenin kendi hakikatine uygun olarak kurup işlettiği ve yeniden ürettiği bir sosyal hayatta, insan hakları evrensel beyannamesinde ‘buyrulduğu’ üzere ‘eşitlenip’ belirli sınırlarda kalmak kaydıyla ‘özgürlüğünün’ teminat altına alındığı dinlerden bir din mesabesinde algılanacaktır.
Bu şartlarda kendisi ‘terör’ kaynağı olan modern dünya hakikati, başı sıkıştığında İslam dahil diğer dinleri ‘iç-savaş-terör’ kaynağı olarak damgalamayı sürdürecektir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *