Bunların daha evvelinde herkesi alakadar eden memleket meselelerinde direndikleri, halk yararına öne çıktıkları görüldü mü? Ama işin ucu kendilerine, iktidar alanlarına ‘dokunduğu’ zaman ‘direnişe’ geçtikleri görüldü. Şimdi olan da aynı.
Hüseyin Alan
Bu ülkede ‘kavganın’ da namusu/ideolojisi olmadığını gösteren son örnek oldu…
İlkin meseleye kabaca bir bakalım:
Bi taraf ‘avam psikolojisiyle’ ele geçirilecek bir kale, diğer taraf ‘bilim-özerklik’ savunusuyla elde tuttuğu küçük cumhuriyetini savunma olarak bakıyor meseleye…
Şimdi bu meseleyi gerçeğiyle anlamaya çalışalım:
Medya, Tabibler Birliği, Barolar, Tüsiad, Tobb, Müsiad, Bist, Türk-iş, Disk, Tzob, Yök’ten başla, illere yayılmış Sanayici, Esnaf, Ticaret ve Ziraat Odalarından ve yerel sendikal örgütlerden devam et;
Oradan politik toplumun/devletin istihdamına hazır partiler başta, sivil toplumlara kadar gel.
Tümü Cumhuriyet içinde birer küçük cumhuriyettir. Mensupları için tahsis edilmiş birer iktidar alanları, zümresel menfaat örgütlenmeleridir.
Bunlar, değişik menfaat ve mesleki alanlarında milyonlarca üyesiyle her biri cumhuriyetin cumhuriyetleri, birer güç odaklarıdır; ama aynı zamanda ve esasen ‘bal tutanın parmağını yaladığı’ bal tekneleridir…
Görüntüde sivil olan bu kurum ve kuruluşlar 100 yıllık cumhuriyette, bir taraftan yukardan aşağı halkı modernleştirme araçları, diğer taraftan iktidarların ya parçası yahut muhalifidirler.
Taraftarlık da muhaliflik de ‘bir teze dayalı mücadele’ olmayıp ‘zümresel menfaat’ temelli ‘uzlaşıcılıktır.’
Dikkat edilirse burada, bunların ‘temsil ettikleri’ söylenen halk denen yoktur. Ama hepsi halktan beslenir…
Söylemde bunların tümü halkın yararı ve iyiliği içindir, halkın zümresel bir tarafını temsil eder; her biri halkın bir ihtiyacını karşılamak ve sorununu çözmek içindir, ama gerçekte kendi üyeleri veya zümrelerinin çıkar ve yararları içindirler…
Böyle gelmiş böyle mi gider? Sanki, şartlarla ilgili olarak el mahkum. Başka bir yapısallığa, ideolojiye/dine geçinceye kadar evet.
Niye?
Bu neden böyledir dediğimizde ilk müracaat yeri tarihsel kök ve genetik kültür olacaktır; bi bakalım:
Diyelim 1500’lerden sonra, Osmanlı’da devlet dışında başka bir güç, örgüt yoktur; toplumsal sınıflar da yoktur. Var olan yalnızca sarayın temsil ettiği imtiyazlı iktidar sınıfıdır.
Dolayısıyla iktidar sınıfını denetleyecek, sınırlayacak, hesap soracak, zayıfı güçlüden koruyacak güç dengeleri yoktur. Tek güç var; devlet. Diyelim bir ‘Magna Carta’ yok.
Ahalininse derdi var; devletten dertli. Vergi adaleti, askerlik sorunu, vakıf imkanları gibi nesline miras bırakacağı mülk istiyor; yani ‘devlet lütuflarından’ istifade etmek istiyor. Daha büyük derdiyse, mültezimlerin baskısından ve zulmünden korunmak, çünkü elde avuçta ne varsa çoğuna el konuyor.
Tımarlı beyi zaten devlet, bu insafsızlaştığında, tefeciyle iş tutup vergiyi artırdığında yandı.
Ahali ne yapacak, kime gidecek? Tek yolu var, iktidar sınıfından birine yakın olmak. Bunun yoluysa aşiretinin/boyunun saray vazifelisi olması.
Bu yapısal bir durum ve cumhuriyete aynen geçti.
Şu farkla ki yukarıda sayılan ‘adı sivil’ devlet dışı örgütleri, ya devlet kendisi örgütledi yahut teşvik etti. Çünkü cumhuriyette görüntü için buna ihtiyaç vardı.
Cumhuriyet bunların her birisine bir ‘iktidar alanı’ verdi, çeşitli ‘bağışlarda’ bulundu. Osmanlıdaki aşiret yapısı, yerini mesleki ve zümresel temelde ‘sivilleştirilmiş’ olanlara bıraktı yani.
Osmanlı’dan cumhuriyete geçişte muhteva aynı kaldı, şekilde farklılık oldu. O ruh cumhuriyet bedenine girdi…
Test edelim:
Bu gün devlet katından çıkan yüksek oranlı vergilere, kamu hizmetine yapılan fahiş zamlara, herkese ait olan kaynakların bazıları için özelleştirilmesine, israf, yoksulluk ve yolsuzluğa.. kim itiraz edebilir?
Yukarıda sayılan örgütler mi? Hangisi? Bunlar halk yararına devlete geri adım arttırabilir mi? Bırakın geri adım attırmayı, düşünebilir mi? Daha önce oldu mu?
Hayır. O halde bu cumhuriyetler ne için varlar? Bunlar bakar kendi işlerine, üyelerinin ve zümrelerinin menfaatine. Tahsis edilmiş iktidar alanını korumaya. Aksi görüldü mü?…
Halk için cumhuriyette değişen ne o zaman? Dört yılda bir iktidarı seçimle yenileme yetkisi mi? Görüntü böyle, ya gerçek?
Her biri bir cumhuriyet olan parti yapıları, kast kurmuş parti bürokrasileri ve lider oligarşileri orada dururken; vekil adayı ve teşkilat başkanları yukarıdan atanırken; kim neyi değiştirebilir? Halk ne yapabilir?
Sorunun şekilde değil muhtevada olduğunu kavradığımızda ancak Magna Carta’lar yapılabilir. Carta’cılar özerk, devletle pazarlığa oturuyor, yönettiklerini de koruyor…
Dönelim başlıktaki meseleye ve sorgulayalım:
Boğaziçi Üniversitesi gerçekten ‘özerk’ bir ‘bilim yuvası’ mıdır, yoksa oligarşik cumhuriyetlerden birisi midir?
İlk bakışta ne gözüküyor?
‘İçlerinden olmadığı, dışarıdan atandığı’ gerekçesiyle yeni rektöre usul ve esastan ‘direnen’ bir okul yönetimi ve öğrencileri var. Bilimin namusu korunuyor.
Biraz yakınlaşalım:
Bunların daha evvelinde herkesi alakadar eden memleket meselelerinde direndikleri, halk yararına öne çıktıkları görüldü mü?
Ama işin ucu kendilerine, iktidar alanlarına ‘dokunduğu’ zaman ‘direnişe’ geçtikleri görüldü. Şimdi olan da aynı.
Bu okulun da ‘İktisat-sosyoloji-tarih-hukuk-siyaset’ fakülteleri var, buralarda bilim üretiliyor, uzmanlık eğitimi veriliyor, öğrenci yetiştiriliyor.
Bunların, daha evvelinde de, halka her daim dokunan toplumsal, hukuki, siyasi ve iktisadi sorunlar için de ‘direnmiş’ olmaları gerekmez miydi? Olmuş muydu?
Ama iktidar alanları ve zümresel dayanışmaları hususunda direnmeyi biliyorlar. O halde nedir bu beyler bayanlar?..
Bağlayalım: Başta dediğimizi tekrarlayalım; bu ülkede ‘kavganın’ da ‘namusu’ yok!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *