Siyasi bir talebi olmayan, daha doğrusu Din’in tab’an siyasi olduğunu yeterince kavrayamayan tebliğ faaliyeti her ne kadar ‘tebliğ’ ise de, İslamî oluşu su götürür. Çünkü siyaseten ebter bir tebliğ faaliyetine insanların sahici bir değer atfetmesi beklenemez.
Mehmed Durmuş
Şu soruyla başlayalım: Siyasi bir niteliği olmayan ve bununla da övünen bir dinî tebliğ olabilir mi? Olsa da buna ‘dinî tebliğ’ denir mi? Cümleyi şu şekilde de kurabiliriz: Bugün yeryüzünde (‘başarılı’ demesek de), hedefine ulaşan dört başı mamur bir İslamî hareket bulunmuyorsa, bunun en önemli hataları neler olabilir? Mesela son asırlar itibariyle İslam aleminin siyasete karşı akıl almaz kayıtsızlığı ve siyasi bilinç kaybı hataların en önemlilerinden biri olabilir mi?
Öyle zannediyorum ki siyasi bir talebi olmayan, daha doğrusu Din’in tab’an (fıtraten) siyasi olduğunu yeterince kavrayamayan tebliğ faaliyeti her ne kadar ‘tebliğ’ ise de, İslamî oluşu su götürür. Çünkü siyaseten ebter bir tebliğ faaliyetine -belki şaşırtıcı gelecek ama- insanların sahici bir değer atfetmesi beklenemez. ‘Siyaseten ebter’ sözüyle şunu kastediyorum: İslam doğası gereği siyasîdir. İslam, din olarak tasdik edildiği bir yerde hükümran olmak, iktidar ve muktedir olmak ister. Fakat siyasetten imtina eden bir tebliğ hareketi, tebliğ ettiğini iddia ettiği İslam’la ülkeyi yönetmek gibi bir hedefi olmadığı için ebterdir. Böyle bir faaliyetin çalışanları ferdî olarak Müslüman olabilirlerse de, yaptıkları işi ‘İslam’ olarak adlandırmak zordur.
İslam’ı tebliğ ettiğini ileri süren herhangi bir cemaatin / grubun hiçbir siyasi faaliyette bulunmaması, herhangi bir siyasi söyleminin de olmaması, sadece ‘din işiyle’ ilgileniyor olması nedeniyle kitleler nezdinde teveccüh görmesi sanırım bizi aldatmaktadır. Şöyle ki: Kitleler belki de ilgi duydukları cemaat ya da teşkilatın siyasi bir hedefinin olmadığını kavramış ve kaba tabirle kapağı oraya atmışlardır. Aslında onlar için söz konusu cemaat / teşkilat güvenli bir limandır. Adamın beş yüz sene ömrü olsa beş yüz sene o teşkilata gidip gelmeye razıdır. Çünkü enfüsî olarak bir tatmin yaşamakta, afakî olarak da kendini akranlarından farklı bir yerde görmektedir. Kısacası siyaseten kısır dinî hareketler büyük karaltının ilgi odağı olsa da, bunlar özgül ağırlığı olmayan yığınlardır.
Oysa büyük siyasî hedefleri olan bir İslamî tebliğ faaliyeti ağır-aksak ilerlese de oraya, işi kavramış, davasına gönül vermiş ve büyük hedefe kendisini kilitlemiş gerçek dava adamları katılacaktır. Yavaş da olsa, emin adımlarla ilerleyen bu tebliğ faaliyetinin taşları yerinden oynatabilen bir harekete dönüşmesi ve iktidara yürüyen bir ivme kazanması mümkündür. Fakat böylesi bir harekette -tıpkı Mekke dönemi İslam tebliğinde olduğu gibi- hiç değilse eyyamcılar, cemaati mal ve can güvenliği için bir sığınak olarak görenler bulunmayacaktır.
Siyasetten Allah’a sığınacak kadar ‘sivil’ olduğu için kitlelerin ilgisine mazhar olmuş bir tebliğ faaliyeti yüzlerce, hatta binlerce yıl sürse de, sonuçta bir İslamî harekete dönüşmeyecek, İslamî iktidar diye bir derdi olmayacaktır. Çünkü böyle bir talebi hiç olmamış, daha ilk günden temeli buna göre atılmamıştır. Bu arada İslam’ın iktidar olmasıyla, Müslüman fertlerin herhangi bir devlet yönetiminde görev almış olmalarını birbirine karıştırmamak gerektiğini de hatırlatalım.
Apolitik bir tebliğ faaliyeti fertleri güzel ahlaklı olmaya, namazlarını vaktinde, cemaatle(!) ve huşû içerisinde kılmaya, tâdil-i erkana riayet etmeye; zina, rüşvet, faiz, dedikodu gibi haramlardan uzak durmaya çağırabilir. Ama bu çağrı sonuçta bireysel bir dindarlığı amaç edinen tavsiye, öğüt ve vâz u nasihat olmaktan öteye gitmeyecektir. Zaten bu gibi ahlaki hassasiyetler, ferdî ibadetler (daha doğrusu ibadetlerin bireyselleştirilmesi) ve haramlardan kaçınma, hatta zahidane dindarlıklar her toplumda her zaman görülebilecek bir durumdur. Siyasal iktidarlar da bu durumdan genellikle memnun olurlar. Çünkü ülke siyasetine karışmayan, itaatkâr kitleler hasıl etmekte, ülkenin asayişine hizmet etmektedir. İktidar alabildiğine siyasallaşırken, din de o oranda sivilleştirilmekte yani afyonlaştırılmaktadır.
İslam, adını bizzat Allah’ın belirlediği bir dindir. İslam’ı din olarak bizim için Allah Teala tensip buyurmuştur. Burada anlaşılmaz bir şey yok lakin bugün bizler İslam’ın bir din olmasını, hem de Allah’ın İslam’dan başka bir dini hiçbir şekilde kabul etmediğini nasıl anlamalıyız? Mesela günün koşullarını, bugünkü devletlerarası siyasetin gereklerini, insanlığın ve kendi toplumumuzun geçirdiği düşünce evrimlerini v.b. göz önünde bulundurarak, bugünkü siyasal kanatlardan biriyle teşrik-i mesai yaparak, iktidarın sath-ı mailine girmek suretiyle İslam’ın emir ve nehiylerini -asgari düzeyde de olsa- siyasete yansıtma düşüncesine bir din olarak İslam’ın cevabı nedir? Bu soruya bugünkü ‘dindar’ kitlelerden gelecek cevap hiç tartışmasız müspettir.
Oysa bu soru hiçbir şekilde İslam’ın bünyesine yedirilemez. Bünye bu soruyu istifra eder. Çünkü İslam ontolojik olarak bir dindir ama karakter olarak siyasettir. İslam bizatihi siyasettir demek abartı değildir. Siyaset yönetme işidir. Din insanı yönetmek içindir. Herkesin bir dini vardır ve herkesin dünya görüşünü dini belirlemektedir. Müslüman, İslam’ı dünya görüşü, hayat tarzı, yaşam biçimi edinmiş kişinin adıdır. İslam insanın her türlü ihtiyaçlarının giderilmesi, Allah’ın belirlediği sınırlar çerçevesinde şerefli bir hayat yaşaması, başka insanlarla ilişkilerini her türlü azgınlık, sapkınlık ve tuğyandan uzak bir şekilde ve tevhid akidesine uygun olarak tanzim etmesi için vaz edilmiştir. (Vaz etmek fiilini vaaz etmekle karıştırmamak gerekir. Vaz etmek bir şeyi bir yere koymak, ihdas etmek anlamındadır). Din hükmedicidir, insan hayatının bütününe hükmeder. Zaten beşerî siyasette de görmekteyiz ki egemenlik asla tecezzi kabul etmemektedir. İşte bu anlamıyla her beşerî sistem, her yönetim ve sosyal hayat biçimi de bir ‘din’ olmaktadır. Oysa İslam din olmaya tüm siyasal düşüncelerden daha layıktır değil, İslam din denmeye layık olan tek sistemdir. Bu yönüyle İslam en sahih, en sahici ve asla yadsınamayacak olan siyasettir.
İslam’ı siyaset olmaktan engellemek, onu hayatın dışına atmak, dolayısıyla Allah’a ve rasullerine harp ilan etmek demektir. Din siyasetle ilgilenmez, dini siyasete alet etmeyelim, din başka siyaset başkadır diyenler kendilerince Allah ve rasulleriyle savaşan kimselerdir. Dini siyaset dışı bırakmayı, bir aslanın dişlerini sökmeye, pençelerini kesmeye, gözünü oyup kulaklarını makaslamaya benzetebiliriz. Aslan örneğine uymayan husus varsa o da şu ki, İslam’ı siyaset dışı bırakanlar İslam’ın kendisine hiçbir zarar veremezler, onlar sadece kendilerine zarar verirler. İslamî siyasî düşüncenin pençelerini kesip, kafir ideolojilerin pençelerini uzatmaktadırlar ki, Müslümanım diyenlere tedhiş uygulasın.
İnsanlık tarihinde her nebinin tebliğ ettiği din İslam’dı ve hiçbir nebî, siyasete bulaşmadan, sırf folklorik-kültürel bir zenginlik olsun diye din tebliğ etmemiştir. Her nebî kurulu düzeni değiştirmek için görevlendirilmiştir. Kurulu düzeni değiştirmek siyaset değilse, siyaset nedir? İslam’ın öteki kurulu düzenlere bigâne kalması düşünülemez. Bu anlamda birçok nebinin, bilhassa İsa (as)’ın adına, yönetim hedefi olmadığı gibi söylemlerle zulüm yapılmaktadır. Bir nebînin tebliğinin, ülke siyasetini baştan sona tanzim edecek çapta kabul görmemiş olması, siyasi hedefinin olmadığı anlamına gelir mi? Nebilerin sonuncusu Muhammed (sav) bütün nübüvvet ve risalet silsilesinin bir hülasası olarak harikulade bir tebliğde bulunmuş, harikulade bir yönetimle de din-dünya, din-siyaset ilişkisini bütün dünyaya göstermiştir. İnsanlığın tevarüs ettiği en güzel miras budur.
İslam, teslim olmuş ümmetten, kurulu düzeni, Allah’ın indirdikleriyle hükmeden bir düzenle değiştirmesini ister. İslam’ın en güzel yöntemle tebliğ edildiğini, davete icabet edenlerin İslam’ı, sahabenin tuttuğu gibi tuttuğunu; Kur’an’ın hak ettiği en üstün saygıyı gördüğünü; insanların İslam’la İslam olmayanı, tevhidle şirki, küfürle şükrü en keskin biçimde temyiz edebildiğini farz edelim. Peki bundan bir sonraki adım ne olacaktır? İslam davası nasıl bir seyir izleyecektir? Burada kabaca iki şık belirginleşmektedir; ya İslam davası (müslümanlaşmış bir toplum) yine ve tekrar gayri İslamî siyasetlere râm edilecek, fiilen, akide ve imanlarını yalanlarcasına Kur’an’ın tağut dediği kurulu düzene boyun eğecek, din ulusal şiarlardan bir şiar olacak ya da Müslümanlar mensubu oldukları bu emsalsiz hazinenin kadrini bilerek, İslam’ı baz alan kendi düzenlerini kuracaklardır. Herhalde Allah’ın razı olacağı şeyin bu ikincisi olduğundan şüphe edilemez.
Müslüman dediğimiz bir toplum için artık siyasetin İslam’ın içinde mi, dışında mı olduğu türünden tartışmalar bitmiştir. Eğer bir toplum İslam’ı benimsediği halde İslam-siyaset ilişkisini tartışıyorsa, orada Hz. Ebu Bekir’in mücadele ettiği Ridde olayları benzeri bir durum var demektir.
Rasulullah Muhammed (sav)’den sonra her kim/kimler İslam’ı tebliğ etme niyetiyle kolları sıvarsa, kendisi bunun bilincinde olsun olmasın, bu kişinin yaptığı iş aynı zamanda, toplumu İslam’la yönetmeye talip olmak anlamına gelmektedir. Burada şu hususun da açıklığa kavuşması gerekir: İslam’ın tebliği yönetim işini hedefler derken, ne şekilde olursa olsun, İslam’ı din edinmiş bir topluluk oluşmadan, İslam kalplere iyice yerleşmeden mevcut yönetimi bir biçimde ele geçirmeyi kastetmiyoruz. İslam’ın tebliği yine İslam’ın belirlediği usule göre olacağı gibi, İslam’ın iktidarı da İslam’a ait usulle olacaktır. Bu usulün ilk şartı da, İslamî yönetimin ancak İslam’ı benimsemiş bir toplumda kurulacağıdır.
Bir İslam tebliğcisinin ilk söyleyeceği sözlerden biri “lâ ilahe illallah”tır. İnsanları kelime-i tevhide çağıran kişi otomatik olarak dünyayı ikiye bölmüş, başta kendisi olmak üzere iman edenleri hak, etmeyenleri bâtıl kefesine koymuştur. İslam tebliğcisi, ben insanları İslam’a çağırırım, toplumu kimin yönettiği beni ilgilendirmez diyemez. İslam’ın tebliği benim, ailemin, yakın akrabalarımın ve sözümün ulaştığı bütün insanların iman etmesi ve müminler topluluğu olarak İslam’ı hayatımıza hâkim kılma (siyasetimizin de İslamî olması) davasıdır. Bir din olan İslam’ın bu karakterini yedinci yüzyılın Hicaz Arapları kavramakta hiç zorlanmadılar. Allah’ın Elçisinden iqra’ kelimesini duyar duymaz en sert tepkiyi verdiler çünkü iqra emir fiili onlarda, 21 sene sonra (630 yılı Ramazan ayında) başlarına gelecek olanı şimşek hızıyla gözlerinin önünden geçirmişti.
Rasulullah’ın (sav) on üç yıl boşunca Mekke seçkinlerinin bütün çeldirici tekliflerini, kendi çizgisinde bir dağ gibi durarak geri çevirmiş olmasını iyi kavramak gerekir. Rasulullah onca teklife sırtını dönmese de, uzlaşma yoluna gitseydi (hatta teklif beklemesi de gerekmezdi, bilakis kendisi teklifler sunabilirdi), Müslümanlar Habeşistan’a gitmek zorunda kalmazlardı, Ebu Talib Şi’binde üç yıl boykot edilmezlerdi, Rasulullah ve Müslümanlar, sevdikleri şehirleri Mekke’yi terk edip Yesrib’i yurt edinmek zorunda kalmazlardı. Bedir, Uhud, Hendek, Mute, Tebük, Huneyn gibi savaşlarda onca kan akmazdı, Recî ve Bi’r-i Mâûne gibi mekanlarda silahsız Müslümanlar pusuya düşürülmezlerdi, Rasulullah’ın kendi şehrini fethetmek için ordu sevk etmesi gerekmezdi. Bütün bunlar oldu çünkü Allah’ın hiçbir şeriki yoktur sözü, yönetim işinde de Allah’ın dinine şerik koşmamayı gerektiriyordu. Ezan okurken Allah’tan başka ilah olmadığını haykırıp, siyasete gelince İslam’ı ulus devletin hizmetine kaydetmek İslam’a dost olmak değildir. Emr (iş/yönetim) ya tamamen Allah’a ve Rasulüne ait olacak ya da başkalarına.
İslam-siyaset ilişkisinde işi sulandırmak için başvurulan yollardan birisi de Kur’an’ın devlet yönetimiyle ilgili hükümler içermediği iddiasıdır. Oysa bir insan başka siyasi düşüncelerin (‘din’lerin) CEO’luğuna soyunmamışsa, Kur’an’ın abdest ayetinden bile yönetimle ilgili bazı anlamların çıkartılacağını bilir. İlim ehli takdir eder ki Kur’an’da, bugünkü mülevves zihinlerdeki gibi bir din-siyaset tartışması bulunmaz. Kur’an devlet modeli önerir mi türünden sorular, cevabını da zaten içinde barındırmaktadır. Kur’an’dan böyle bir cevabın alınmayacağı görüşü dayatılmaktadır. Kur’an’ın doğrudan devlet yönetimine ilişkin bir emri bulunmuyorsa, buradan Allah’ın insanları yönetme işini Din’den ayırdığı sonucuna mı ulaşmalıyız? Halil Cibran’dan mülhem olarak söyleyecek olursak, Kur’an zaten hep dinden / hep siyasetten bahsetmektedir. Ama Kur’an’ın en muhkem ayetlerinden biri tesettür ayeti iken “Kur’an’da başörtüsü yoktur” diyen insanın Kur’an’da yönetimle ilgili bir şey bulamaması da çok yerindedir.
Kur’an Fatiha suresinden Nâs suresine kadar müminlere siyaset dersi vermektedir. Din-siyaset ilişkisi bağlamında bir ayet öne çıkarmak bile zaittir. Kur’an Rasulullah Muhammed (sav)’i kafirlerle uzlaşmak, onların emri altına girmek, kafirlere itaat etmek, Allah’ın hükümlerini insanların beşerî hükümlerine kurban etmek, kafirleri velî edinmek gibi tutum ve davranışlardan kesin bir dille menetmiş, Rasulullah da Rabbinin bu eğitim-öğretimini din edinmiştir. Kur’an’dan sadece iki kelimeyi, velî ve tağut kelimelerini bile öne çıkarıp, büyüteç altına alsak, bunlar bile İslam siyaset teorisinin anatomisini elde etmemize yeterlidir. Hasılı Kur’an ve Sünnet yani İslam siyasettir, geriye sadece İslam’ın bugünkü müntesip ve mübelliğlerinin İslam siyasetini bir kez daha aktif hale getirmek üzere bismillah demeleri kalmaktadır. İslam böyle yürekli insanları beklemektedir.
Günümüzde pek çok kişi ve cemaat, kendilerini İslam’ı yaymakla mükellef bilmektedirler. İhlas ve samimiyetlerine itimat ettiğimiz, ilme değer veren, Allah rızasından başka amaçları olmayan kişi ya da grupların haklarını teslim etmekle beraber, bugün nebevî ölçülerle tam örtüşen, dört başı mamur bir İslam davetinden bahsetmenin pek mümkün olmadığını da belirtmek gerekir. Bugünkü tebliğ faaliyetleri ekseriyetle, modern cahiliye toplumu içerisinde imanımızı muhafaza etmek kabilinden, tutunma, hayatta kalabilme çabalarından öte gitmemektedir. Müslümanlar olarak ’müzzemmil’ ve ‘müddessir’ örtüsünü artık yırtmamız gerekir. Bir İslamî inkılap talebi halk yığınları nazarında belki de tarihin hiçbir döneminde bugünkü kadar abesleştirilmemiştir. ‘İslamî devlet’, ‘İslam iktidarı’ gibi hedeflerimiz birer birer buharlaştırılmış, yok edilmiştir. Ama İslam’ın siyasal talepleri tazeliğini hep korumaktadır.
İbrahim ve Muhammed (as) gibi Rasullerin yaptığı İslam tebliği, yayından fırlayan ok misali duraksamadan, tereddüt etmeden, yalpalamadan hedefine ulaşmıştı. Nebilerin mirasçıları olarak bugün bizler ise adeta hedefe varmak için değil, varmamak için tebliğ faaliyetlerinde bulunuyor gibiyiz. Çalışmalarımız yer yer nebevî tebliğden ziyade, bir boş zaman etkinliğine benzemekte, giderek sivil toplum faaliyetine dönüşmektedir.
Şüphesiz İslam en fazla yaşanarak tebliğ edilir. Ve bizler İslam’ın bu özelliğiyle, gayri müslim toplumlarda da Allah rızasını kazanacak bir yaşamı tutturabiliriz. Nitekim nebilerin kahir ekseriyeti de böyle yaşamışlardır. Bununla beraber İslam’ın tavizsiz siyasi hedefleri olduğunu her mümin bilmek ve ona göre hareket etmek zorundadır. Siyasi hedef vurgusu aynı zamanda İslam ümmeti olarak, Allah bizlere iktidar lütfettiğinde bunu göğüsleyebilecek her türlü ilmî donanımı edinmeye yönelmemizi de içermektedir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *