İslam’ın ilimsiz bağlılarınca uzaktan devasa görünen batı medeniyeti İslam’la yan yana getirildiğinde İslam’ın ayakları altında kaldığı görülmektedir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur…
Mehmed Durmuş / Sesli Analiz
Bir kapıdır ‘düşünce’; oradan tefekkür adındaki dipsiz saraya girilir. İçerisi muazzamdır. Tefekkür kelimesi (tefe’ul babından) fikrin öyle kendiliğinden, kolaylıkla değil de, biraz zorlamayla, emek mahsulü olarak elde edilmesini anlatır. Geriden mütevazi görünse de tefekkür alemi, yaklaşınca ihtişamını açar insana. Uzaktan bilhassa, dünyaya kâm almak üzere geldiğini sananlar için köhne bile görünür bu âlem. Lakin altının değerini ancak sarrafın bilmesi misali, derinlerdeki şeyleri anlayıp kavramak isteyenler için paha biçilmez bir dünyadır tefekkür alemi. Dünyanın en nadide eserlerini orada bulursunuz. Dünya durdukça değeri hiç düşmeyecek olan tefekküre ait cümleler, hikmet pırıltıları sizi selamlamaktadır. Düşünce çarşısına ilk dalan körpe dimağlar orada her şeyin nurdan yapıldığını sanırlar. Bunda da gerçeklik payı vardır. Düşünce çarşısında kadîm vardır ama eski-püskü yoktur; hayırlı vardır ama zararlı ve düşman kuvvetleri yoktur. Zira orası ölü ve zararlı düşünceler mezarlığı değildir.
Tefekkür aleminin atölyesi üç yüz altmış beş gün tam kapasite ile çalışır. Mesaî saatleri yoktur. O atölyede taşlar değil, taşlardan sert, kurşundan hızlı kelimeler yontulur; harfler sözcüklere, sözcükler terimlere, terimler kavramlara dönüşür. Harflerle kavramlar arasında olağanüstü bir sıhriyyet bağı vardır. Bir kısmına su verilir çelikleşsin diye. Çünkü savaş atının alnı gibidir bazı kelimeler. Bütün aykırı/düşman fikirleri ilk göğüsleyen bu kelimelerdir. Bunlara elçi nazarıyla da bakılabilir. Diğer bazı kavramlar kelimenin tam anlamıyla köşe taşlarıdır. Düşünce binasının güvenlik ve sağlamlığı -evvel Allah- köşe taşlarına emanettir. Duvarcı, ipini köşe taşından köşe taşına çeker. Şakülünü bu taştan aşağı sarkıtır, duvarı hizaya sokmak için. Demektir ki duvarın bütün gizemi köşe taşında mündemiçtir. Duvar bozuksa, mihengi köşe taşıdır, müsebbibi ise ustadır. Köşe taşına diğer taşların belki on katı emek verilmesi boşuna değildir. İyi bir usta iyi bir bina için bir köşe taşına bir gün, bir hafta vakit ayırsa da yeridir.
İki köşe taşı arasındaki diğer taşların önemi tali derecede olsa da asla ihmale gelmez. Duvarın gözden çıkartılabilecek hiçbir taşı yoktur. Bununla beraber, her bir taş köşe taşına mutî, bulunduğu duvara yakışan olmalıdır.
İşte düşünce dünyası da böyledir. Her düşünce kelime ve kavramlarla örülür. Uygun kelimeleriniz yoksa, düşüncenizi anlatamaz, alemlere çağrınızı duyuramazsınız. Her düşünce, köşe taşı mesabesindeki terimlerle tanınır, bilinir. Düşünce dünyasında ispat-ı vücut edebilmeniz için süvari ve piyade konumunda kelimeleriniz, komutan ayarında kavramlarınız olmak zorundadır.
Batı düşüncesinin son üç yüz yıldır dünya çapında büyük -bilimsel veya siyasi- devrimlere imza atması hiç şüphesiz kelimeler-kavramların gücü ile olmuştur. Rönesans adı verilen ‘yeniden doğuş’ felsefesinin lokomotif kavramlarından biri deney, diğeri de akıldı. İlk bakışta çok çok masum görünen bu iki kelimeye yakından baktığımızda, Rönesansın köşe taşlarından ikisi olarak, Rönesans insanının kendini bütün tarihî otoritelerden bağımsız kılma hırsını fark ederiz. Eskinin çözülüp, yeninin oluşmaya başladığı dönem demek olan Rönesans düşüncesinin köşe taşlarından biri de, birey kavramıdır. Artık insan büyük bir organizmanın bir ferdi/organı değil, ağırlık merkezi kendisinde olan “bir küçük dünya” (mikrokozmos), bir bireydir. Rönesansın insandan bir tanrı icat etme teşebbüsünü anlatan hümanizm terimini nice dindarın ‘insan sevgisi’ olarak anlaması, bize ait pek çok sorunun cevabını içermesi bakımından önemlidir.
18. yüzyıl aydınlanma felsefesinin kavramları daha da keskinleşmiştir. ‘Aydınlanma’ terimi bu dönemin omurgası olarak çok şeyi anlatmaktadır: Artık insan düşünme ve değer biçmede din ve geleneğin bağından tamamen kurtulmuş, kendi aklı ve tecrübeleriyle hayatını aydınlatmaya başlamıştır. Al koca Tanrı, senin olsun cennetin, insan yeryüzünde kendi cennetini yaratmıştır… İnsana artık kimse ‘geleneksel değerler’ diye bir yaftayı yutturamayacaktır; ‘gökyüzü’ ile olan bağını çoktan kesip atmıştır o. Artık insana gökten geldiğine inanılan ‘muğlak’ ve ‘meçhul’ şeyler değil, buradan, yeryüzünden tedarik edilen akıl ve bilim yol gösterecektir. Derken yeni peygamberler görünür sahnede. Fransız düşünür Auguste Comte (ö.1857) pozitivizm adında bir din kurmuş, ilmihalini de yazmıştır.
Batı düşüncesini bir kavramlar ekini ve kavramlar harmanı olarak tanımlamak yanlış olmasa gerektir. İlahî Din’in vahiy ve risaletle yaptığını batı düşüncesi beşer aklıyla, Din’in metoduna benzer tarzda ama onun tam zıddı bir istikamette yapmıştır. Fransız devrimine en büyük emeği geçmiş bir düşünür olan Montesquıeu (ö.1755) ‘kanunların ruhu’ ile bilinir. Jean Jacques Rousseau (ö.1778) ‘toplum sözleşmesi’yle anılır. Fransız devrimini özetleyen terimlerden biri hiç kuşkusuz, devrimin hemen başlarında doğan ‘insan hakları bildirgesi’ ve ondan bir süre sonra yayınlanan ‘kadın hakları bildirgesi’dir. Bu bildirgelerin sulbünden yeryüzüne özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi zürriyetler düşmüştür. Geleneksel anlatı nasıl ki insanlığı (tufan sonrasında) Nuh’un üç oğlundan türetirse, batı düşüncesi de yeni dünyayı neredeyse bu üç sözcükten türetmiş ve yaymıştır.
Batı medeniyeti yüzyıllardır neden güçlü; Müslümanlar batı medeniyeti karşısında neden yenik ve ezik durumdadırlar? İslam ümmetinin tekerlekleri neden bir türlü çukurdan çıkamamakta, çamurda debelenmeye devam etmektedir? Çünkü batı yüzyıllardır, kendi alanında sistem kurmuş yüzlerce düşünürüyle dünyaya yeni bir biçim vermeye çalışmaktadır. İslam ümmeti ise miskin miskin batıyı izlemekle yetinmektedir. Yer yer nefretini aksettirse de, yine de batı teknolojisine hayranlığını gizleyememektedir. Bu hayranlık duygusunu, “ama batının ahlakını almamak gerekir” gibi kof sloganlarla bastırmaktadır.
Günümüzde İslam ümmetinin, demokrasi kavramına belirli bir nefret hissi taşıdığı ve bulduğu her fırsatta, -biraz da kolayca- demokrasiyi eleştirdiği hatta lanetlediği bir gerçektir. Fakat bu tepki ve tel’inleriyle ümmet, Filistinli çocuklarımızın İsrail askerlerine attığı taşlar kadar bile bir etki meydana getirmemektedir. Bunun nedeni çok basittir: Çünkü batı medeniyetini özetleyebilecek birkaç kelimeden biri olan demokrasi, öyle bir iki taşla devrilecek bir ‘put’ değildir. Etrafında konumlanmış hem beslendiği hem de beslediği yüzlerce terimle bir dayanışma içindedir. Buradan, batı düşüncesinin ne kadar sağlam ve yenilmez olduğunu ima ettiğim gibi bir anlam çıkartılmamalıdır. Çünkü böyle bir çıkarım en başta, iman ettiğimiz Kitabın ayetlerine hıyanet olur. Kitabımız, yüzlerce temel kavramla inşa edilmiş ve çok güçlü olduğu sanılan bu Allahsız medeniyetin, örümceğin ağı kadar çürük olduğunu bildirmektedir. Uçurumun tam kenarına kurulmuş, rüzgârın savurmasına amade bir bina olarak da tanıtır bu medeniyeti.
Peki bu ayetlerin Kitap’taki varlığı bizim batı medeniyeti ile ilgili her sorunumuzu çözdü mü? Hayır, çözmedi. Çünkü Kur’an bize hasımların en yamanının iflah olmaz akıbetini haber veriyor ama onun yerine “illallah” medeniyetini (yani Allah’ın razı olacağı bir dünya düzenini) kurmamızı bize havale etmektedir. Allah tarihe insan eliyle müdahale etmek istemektedir.
Batının dinden özgürleşmiş düşüncesi kilisedeki çarpık düzeni kalkış noktası yaptı ve dinle hesaplaştı. İncil İslam’ını yenmek için teslis akidesi çok iyi bir fırsat oldu. ‘İlk günah’ ve bütün insanlığı kurtarmak üzere kendisini feda etmiş bir tanrı-oğlu mesih kavramsallaştırması batı düşüncesinin büyü bozumuna tam katkı sağladı.
Kelime ve kavramların genleriyle oynamak İsrail oğullarının dünyaya bıraktığı bir kötü mirastır. Kur’an’ın bu gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmesi boşuna değildir. Tevrat’ı yenilmiş ekin tarlasına benzettiler İsrail oğulları. Alemlerin rabbi Allah’ı da, benî İsrail’in milli tanrısı Yahova’ya dönüştürdüler.
Allah katında yegâne geçerli Din olan İslam’ın Kur’an’la olan son tebliği öncelikle kelime ve kavramları tashih ederek, yitirdikleri anlamları yeniden kazandırarak işe başladı. Kur’an baştan sona kavramlarla örülü, okuyanları hayran bırakan muhteşem bir bina gibidir. İlk inen surenin ilk kelimesi bir emir fiil olup, ‘okuma’ kavramını Rasulullahın şahsında bütün müminlere tamîm etmektedir. Kur’an okuma kavramıyla başlamakta, en-Nâs kavramıyla bitmektedir. Bu ilk surede yaklaşık olarak 30 bâkir kavram yer almaktadır. Bir kısmının mükerrerleriyle bu sayı 45’i bulmaktadır. Surenin tamamı 19 ayet olup, yaklaşık 53 kelime, 27 harf ve edattan oluşmaktadır. Yani 53 kelimenin 30/45’i İslam’ın en önemli kavramlarından müteşekkildir.
Batı düşüncesinin nasıl birey, özgürlük, eşitlik, ilerleme, insan hakları, sekülerlik, demokrasi, hümanizm gibi temel (köşe taşı) kavramları varsa, İslam’ın da rab, ilah, din, ibadet, kul, tevhid, küfür, şirk, iman, İslam, nifak, fısk, takva, salah, ifsat, maruf, münker, mustazaf, müstekbir gibi keza köşe taşı kavramları vardır. İslam bu kavramlarla İslam’dır. İslam’ı bilmek bu kavramları bilmektir. İslam’a teslim olmak, bu kavramlara -doğal halleriyle- teslim olmak, kavramları eğip-bükmemektir. İslam’ın kavramlarıyla değil de, mistik ve modern hezeyanlarla konuşan herkes paralel bir din ihdası ile meşguldür demektir.
İslam’la diğer din ve ideolojiler bu kavramlar üzerinden boy ölçüşürler. İslam hangi din ve ideolojiyle boy ölçüşse, hepsi de cüce kalmaktadır. Hatta İslam’ın ilimsiz bağlılarınca uzaktan devasa görünen batı medeniyeti İslam’la yan yana getirildiğinde İslam’ın ayakları altında kaldığı görülmektedir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur çünkü İslam insanın her şeyini bilen Allah’ın vaz ettiği yegâne hakikat iken, başta batı düşüncesi olmak üzere bütün ideolojiler beşerin icat ettiği, içinde görece hakikatler taşımakla birlikte bir bütün olarak bâtıl ve geçersiz düşünce biçimleridir. Beşerî icat olan siyasi, edebi, felsefî, kültürel düşünce ekolleri şimşek misali bir anlığına insanlığın önünü aydınlatsa da, uzun mesafede tam bir zulümattan ibarettir; karanlık içinde karanlıklardır. Şu anda dünyanın en gaddar ve kibirli ‘değnekçisi’ konumundaki batı medeniyetinin insanlığı ve dünyayı getirdiği nokta ortadadır. Bu gelinen noktada ne var; sömürü, hıyanet, altta kalanın canı çıksın, fuhuş, faiz, namusun teşhiri, terör, işgal, sömürü, taciz-tecavüz ve gözyaşından başka?
Peki biz İslam ümmeti bütün bu melanetlere karşı gözyaşı içindeki acınası insanları, “bize gelin ey insanlar, Allah’ın dinine gelin, burada sizi yaşatacak hayat var; dünyada ve ahirette huzur bulacağınız bir saadete gelin!” diye çağırabiliyor muyuz? Hayır, çağıramıyoruz çünkü öncelikle biz kendi dinimize olan güveni yitirmişiz. Ağzımız ve klavyeye dokunan parmaklarımız titrek bir şekilde İslam, iman, Allah gibi mutena mefhumları terennüm etse de, gözümüz uğrun uğrun batı imalatı murdar kavram ve kurumları gözetlemektedir. Çünkü kendimize güvenmiyoruz. Üzerinde oturduğumuz eşsiz hazinenin kıymetini bilmiyoruz. İslam’ın 7. yüzyıl Arabistan’ında yaptığı, bütün dünyayı sarsan etkiyi bir daha yapacağından tam emin değiliz.
Şu hâlde sorun İslam’da, İslam’ın kavramlarında değil, Alak suresini Hira mağarası ile başlayıp, Cebrail’in Rasulullahı üç defa sıktığıyla bitiren bir hikayeleştirme girdabına hapseden, surenin daha ‘bismillah’ der demez otuz yepyeni kavramla insanlığa müthiş bir ilim-irfan mektebi açtığını görmezden gelen Müslüman zihnindedir.
Biz Müslümanlar kafirle olan savaşımızı kılıcımızın kesmemesinden değil, kelime ve kavramlarımıza sırt dönmekten kaybettik. İslam’ın gücü bu kelime ve kavramlar hazinesindedir. O hazinenin kapılarını yeniden açacak cevval müminlere Allah bir kere daha, geçmişteki o şerefli öncülerin misyonunu bahşedecektir.
Kelime ve kavramlarımızı her türlü tahrifattan korumak namus borcumuzdur. Kelime ve kavramlarımızı bozmak isteyen, akidemizde ve tefekkürümüzde bizi sendeletmek isteyen namus düşkünlerine fırsat vermemeliyiz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *