“Bu hal; Hz. Yusuf sonrası İsrailoğulları’nın başına gelen haldir. Boyunlara ve akıllara zincir vurdurmuş köleliktir. Elde kitap olduğu halde kafirlerle dostluğa ve nefislerin hoşuna gidenleri yapmaya razılıktır. Köleliği doğallaştırmaktır.”
Hüseyin Alan
Hz. Muhammed’in “her doğan çocuk…” hadisi üzerinden konuşacak olursak:
İnsan niteliğinde yaratılan her varlık; şerefli-üstün-tertemiz doğar; iyi ve kötünün bilgisiyle yüklü; tercih yetkisiyle donanımlı bir varlık olarak yaratılır.
Onu, bir parçası olduğu ailesi, çevresi, kavmi ve milleti etkiler; ait olduğu milleti millet yapan tarihi, dili, kavramları, değerleri bazında düşünüş biçimi kuşatır; insan-doğa ve toplum üçlüsünde kurulan ilişkileri düzenleyen siyasi, ekonomik ve sosyal yapısı şekillendirir.
O, rüştüne erdikten sonra bir karar verir; ya dahil olduğu yapının bir parçası kalarak yaşamayı/esfel-i safilin/şerefsiz, yahut fıtratında yüklü değerleri destekleyen ilahi bilgiye tabi ve nebevi örnekliğe uyarak üstün/şerefli/akleden olarak kalmayı sürdürür.
Allah, insanları tek bir ümmet olarak yaratmayı istemedi; dileyen İslam milletinden dileyen gayrısından olabilir. Allah, bir sinede iki kalp yaratmadı; hem şerefli/akıllı hem şerefsiz/akılsız olunmaz.
Kimin neye karar vereceği veya neyin adamı olacağı kişinin kendi iradesi, yetkisi ve seçimi dahilindedir. Bu seçime yeterli donanıma da sahiptir…
İbn Haldun; mezkur hadisi şöyle yorumluyordu: İnsan, fıtratının adamı olarak yaşamaz. O, (genelde diyelim) çevresinin adamı olarak yaşar.
Müslümanlar, içinde yaşadıkları şehri dönüştüremezlerse (Mekke misali) kendi şehirlerini kurarlar (Medine misali.) Medinelerini kuramayanlar, dahil olmayı sürdürdükleri şehirleri tarafından değiştirilip dönüştürülür (Musa öncesi Mısır misali.)…
Şehir nedir? Şüphesiz kalabalıkları bir ve beraber kılan, onları sürü olmaktan çıkartıp millet olarak bütünleştirip yücelten, ortaklaşa yaşamalarına rıza sağlayan iktisadi siyasi ve sosyal düzenlerinin gerçekleştiği mekandır.
Mekan ve millet birbirini tamamlar; milletler kendilerini tekrar edip yenileyecek mekanları şekillendirir, mekanlar insanları etkiler.
Bunlara sıfat veya kimlik verense, kalabalıkları bir ve beraber kılan, mekanı yaşam biçimiyle uyumlu şekillendiren ortak hafıza ve örf, ortak gelecek beklentisi yanında, elan konuşulan dildir, paylaşılan kültür ve değerler sistemidir.
Mekan millet ilişkisini “insan-doğa ve toplum” ilişkileri biçiminde düzenleyen sosyo politik ve ekonomik yapıdır. Tümünü anlamlı kılansa, markalayan ve tasarlayan dindir, ideolojidir…
Modern çağda ulus devletler şeklinde parsellenip paylaşılmış yeryüzü coğrafyasında, mevcut ulus devletlerin her biri birer global şehirdir; şehirlerden müteşekkil devletlerdir.
Bu günkü sosyal şartlarda ve cari devletler düzeni veya milletler yapısı içinde, fıtraten tertemiz doğan çocukların Müslümanca büyümesi ve yaşaması mümkünse herhangi bir söze gerek kalmaz. Daha iyi olması için çabalamak ehline farzdır.
Değilse; geçmişe kıyasla temiz akıl sahiplerini değiştirip dönüştürmekte çok daha mahir olan günümüz şehirleri, milletleri ve dünya düzeni içinde yaşayıp dururken;
Böylesi bir milletler ve şehirler yapısı içinde, sosyo politik ve ekonomik devletler düzeninde Mekke’leri sorun etmeden, merkeze almadan, var oluş sebebi yapmadan, neyin yanında durulacağını ve neye karşı çıkılacağını kavramadan gösterilen çabaların kıymetsizliği, nafileliği ve anlamsızlığı tartışma götürmez.
Nasıl yani;
Bize ne oluyor böyle; değerlerimiz bir bir değişiyor, bizler tek tek dönüşüyoruz, çocuklarımızı giderek kaybediyoruz, ailelerimiz durmadan parçalanıyor, dostluklarımızı ve ilişkilerimizi yalnızca pazar ve para belirliyor, akıbetimizden endişeliyiz… türü şikayetler, hem anlamsız ve hem de sahtekarlık olmaz mıydı?
Bu hal; Hz. Yusuf sonrası İsrailoğulları’nın başına gelen haldir. Boyunlara ve akıllara zincir vurdurmuş köleliktir. Elde kitap olduğu halde kafirlerle dostluğa ve nefislerin hoşuna gidenleri yapmaya razılıktır. Köleliği doğallaştırmaktır.
O halin günümüze tercümesi İslam’ın liberalleştirilmesidir; sosyalistleştirilmesi, faşistleştirilmesi, muhafazakarlaştırılmasıdır…
Kulağımıza fısıldanan İslam anlatılarının ve tebliğ etkinliklerinin, gözümüze gösterilen Müslüman kimlik ve organizasyonlarının sahih olanıyla sahtesini ayırmanın iki yolundan biri.
Temiz akıl sahibi kalmaya titizlenmek ama bunun olmazsa olmazının toplumsal şartlarla irtibatlı olduğunun şuurunda olmak; diğeri peygamberi örnekliğe benzemeye gayret etmektir.
Her ne alanda ve neyle ilgili olursa olsun söylenen sözün ve yapılıp edilen işin doğru ya da yanlışlığının ne ile kıyasalanacağını bilmek önemlidir. Bu bilgi kimine göre felsefedir, kimine göre hakem kılınan akıl; kimine göre aydınlanmış bilgi ve rasyonelleşmiş insandır. Müslümana göreyse kitap ve sünnettir…
Misalen hatırlanmalı ki, günümüz şartlarında herkesin dilinde dolaşan ve yüceltilen “insan hakları” denen şeyler, diğerleri için büyük kazanımlardır, test edilmiş doğrularıdır. Ama bunlar;
Müslüman milletin ve şeri düzenin maksadı olan “canın-malın-aklın-dinin-neslin” korunması emir silsilesinin tagyir edilmiş ilkeleridir…
“Temiz akıl sahipleri ancak nasihat dinler” buyurdu Allah; aklımızı temiz tutmanın toplumsal şartlarını ve ilişkilerini oluşturma şuuru ve yükümlülüğü taşıyanlar, hangi tür insan kategorisine dahil olacağını herhalde bilenlerdir. Ayan olan, herkesin kararı kendi lehine veya aleyhine sonuçlanır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *