Açıkça söylemek gerekirse İkba’in makaleleri içinde en çok beğendiğim paragraf, geçmişte bazı İslam dışı inanç ve öğretilere bağlı olduğunu açıkça itiraf etmesi ve bir nevi tevbesini bütün okuyucularla paylaşmış olmasıdır…
Mehmed Durmuş
Muhammed İkbal: Hint kıtasından yankılanan bu yanık sesimiz… Oldum olası Muhammed İkbal’in bizde hak ettiği ilgiyi görmediğini düşünürüm. Fakat kendisinin de, suyun mecraını bulması misali, seyr ü sülukünü tespit ve takrir etmede biraz bocalamış olması bunda etkilidir. Çok zeki bir insan olduğu kesin lakin ‘la ilahe’ donanımı ile reddetmesi gerekenleri reddetmede sanki biraz pasif kalmış ya da bazı hakikatleri geç fark etmiştir. Yine de her şeye rağmen İkbal bizimdir ve okunması vacip olanlar zümresindendir…
HECE yayınları Muhammed İkbal’in makalelerini kitaplaştırıp, Prof. Dr. Celal Soydan’ın tercümesi ile yayınlamış bulunmaktadır. (Haziran 2015). Kitapta otuz makale yer almakta olup, yazılış tarihlerine göre sıralanmışlardır. Bunların bir kısmı oldukça kısa, bir sayfalık yazılardır. ‘Makale’ deniyorsa da, herhangi bir ilmi toplantıdaki kısa bir sunuş konuşması da -ilmi değerine binaen- bu derlemede yer almıştır.
İkbal deyince bende uyandırdığı kekremsi tat, daha ziyade siyasal alana aittir. Osmanlı’nın yıkılışı ve Türkiye’de yeni bir hayata geçişle ilgili İkbal’in değerlendirmelerini genelde, o yıllarda hadiselerin tazeliği nedeniyle olan biteni tam olarak görememiş olmasına hamletmişimdir. Bu kitaptaki makalelerinde de bu ‘görememe’ durumuna şahit olmaktayız. Farklı zamanlarda yaptığı anlaşılan tespitlerinin birbirini nakzettikleri de görülmektedir.
Mesela İslam Hilafeti başlıklı makalesinde, “Batı siyasetinin bu çağda biz Müslümanlara yaptığı etki için onlara müteşekkiriz” demekte ve ardından da Türkiye’de İttihat ve Terakkicilerin bazı olumlu adımlarına atıf yapmakta; bu arada İslam dışı gibi görünen siyasi özgürlük fikrinin aslında tam da İslam’ın ideali olduğu gibi cümleler kurmaktadır. Bazen de İttihat ve Terakki’nin yaptıklarına gerçekçi eleştiriler yöneltebilmektedir.
İkbal’in makalelerinde, mütercimden kaynaklanmış olabilecek, musahhihlerin de dikkatini çekmediği anlaşılan bazı teknik hatalar da bulunmaktadır. Mesela Hz. Ömer’in hilafetinin zikredildiği bir yerde, Ömer’in oğlu Ercümend (s. 58) diye bir notun geçmesi şaşırtıcıdır.
Bir makalesinde ise ‘Ramazan Bayramı’ demek yerine defaatle ‘Şeker Bayramı’ ismini kullanması, teknik olmayıp, ilmî (ama cinayet mesabesinde) bir hatadır. Umalım ki bu hata kendisine ait değildir.
Kadınlar kocalarından, çocuklarını emzirme ve yemek yapma ücreti talep edebilirler gibi ‘fetva’ları, teknik olmayan, itiraz etmeye müsait ‘fetva’ları olsa gerektir.
İkbal’in makalelerinin hep böyle itiraza mahal verecek görüşlerle dolu olduğu sanılmamalıdır. Bilakis istifade edilecek pek çok yazı bulunmaktadır. Mesela İkbal, kadın ile erkeğin mutlak eşitliği fikrine itiraz etmektedir. Kadınları özgürleştirmenin faydadan ziyade zarar vereceğine inanmaktadır. Müslüman kadının İslam’ın belirlediği sınırlar içinde kalması ve eğitiminin de bu yönde belirlenen sınırlar içinde olması gerektiğine dair sağlam bir kanaat taşımaktadır. İkbal’e göre, “Onları kadınlıktan çıkaracak veya İslam’ın sınırladığı çizginin dışına çekecek bütün dersler kadın eğitimi müfredatından özenle çıkarılmalıdır.”
İkbal’in, burada tanıtmakta olduğu makalelerine en fazla tasavvuf eleştirileri damgasını vurmuş durumdadır. Bazı sözlerinden anlaşıldığına göre, ülkesinde adı, ‘tasavvuf düşmanı’ olarak takdim edilmiştir. İkbal, karşıyım ama ben, bilerek veya bilmeyerek İslam’la hiç alakası olmayan öğretiler yayan tasavvufçulara karşıyım demektedir. Zaten bu nitelikteki tasavvufçulara karşı olunca da, geriye tasavvuf diye bir şey kalmamaktadır…
Açıkça söylemek gerekirse İkba’in makaleleri içinde en çok beğendiğim paragraf, geçmişte bazı İslam dışı inanç ve öğretilere bağlı olduğunu açıkça itiraf etmesi ve bir nevi tevbesini bütün okuyucularla paylaşmış olmasıdır. Şöyle demektedir:
“Kur’an’ı dikkatle inceledikçe kesinlikle İslam dışı olduklarını gördüğüm inanç ve öğretilere uzun süre bağlı kalmış olduğumu itiraf etmekten utanç duymam. Örneğin şeyh Muhyiddin ibn Arabi’nin Kamil Ruhların Kıdemi konusu, Vahdet-i Vücut meselesi, Altı İniş veya diğer meseleler; bunların bazılarından Abdülkerim el-Cîlî İnsan-ı Kamil kitabında bahsetmiştir.”
İkbal, bu görüşlerin İslam’la hiçbir ilgilerinin olmadığını belirtmekte, altı iniş (tenezzülât-ı sitte) gibi fikirlerin kökeninin Yeni Eflatunculuk olduğunu belirtmekte; mesela Şihabuddin Suhreverdî’nin fikirlerinin kökeninde Zerdüşt unsurların bulunduğuna değinmektedir.
İkbal’in bu itirafı büyük bir erdemdir. Bu kısa itiraf pasajı birçok büyük hakikati ihtiva etmektedir. İlk hakikat şudur: Kendine biçilen ‘avam’ misyonunu layıkı vechile hazımsayan halk tabakası, gözünde büyüttüğü kimi entelektüel, düşünür ya da ilim ehlinin de hata yapabileceğini bizzat birinci ağızdan işitmiş ve görmüş olmaktadır. İkinci hakikat, İkbal’in, bu batıl inanç ve söylemleri, Kur’an’ı dikkatle inceledikten sonra fark edebildiğini itiraf etmiş bulunmaktadır. Demek ki Kur’an’ı yüzeysel okuyan ve hele de Kur’an’ı sadece yüzünden, sevap kazanmak için ve ölülerin ardından Arapça bir şiir gibi okuyanların bu hakikatleri anlamaları kesinlikle söz konusu bile değildir. Üçüncü olarak da, İkbal gibi bir şair ve fikir adamı, günahını itiraf etmekle küçülmemekte, bilakis büyümektedir. Şu anda yeryüzü galiba, hatalarını ya fark etmeyen ya da fark etse de itiraf etme erdemini gösteremeyen; kul olduğu halde tanrılığa özenen insanlarla doludur…
Tasavvuf erbabının dilindeki ‘sekr hali’ gibi söylemler de İkbal’in usta kaleminden, hak ettikleri eleştiri paylarını almışlardır. Ona göre ‘sekr hali’ İslam öğretisi ile asla uyuşmaz. Peygamber ve sahabe, Müslüman bir kalbin her zaman ayık olmak gerektiğinin, kendinden geçmişliğin kabul edilemeyeceğinin kesin kanıtıdır. Kaldı ki sekr hali, hayatın amacına da uygun değildir. Gazali bile, Hallac’ın sapkınlığını temize çıkartmaya çalışmıştır. Bir şairin şiirleri hayatın amacına hizmet ediyorsa iyidir, etmiyorsa kötüdür. Dünya boştur, dünya işi de boştur söylemi İslamî bir öğreti değildir.
Bir başka makalesinde İkbal, “Ben, bana göre bir tür zındıklık olan bir inanca [vahdet-i vücûd] tövbe ederek Allah’ın keremiyle Müslüman olmuş durumdayım.” itirafında bulunarak, tövbesini daha da derinleştirmektedir.
İkbal’in vahdet-i vücuda yaptığı eleştiriler kısa ama özlüdür. Vahdet-i Vücutçuların, tasavvuf sistemlerinin neredeyse tamamını Müslüman olmayan ulusların fikirlerinden oluşturduklarını ileri sürmekte, bununla da en fazla Acem’i kast ettiği anlaşılmaktadır. İlk kez H. 150 yılında kullanılan tasavvuf kelimesinin içerdiği zihniyetin, İslam’ın çalışma/amel ilkesiyle çeliştiğini, İslam’ın zıddına başka bir felsefeyi telkin ettiğini etraflıca açıklamakta ve şöyle demektedir:
“Amacım sufi akımı ortadan kaldırmak değil, sadece İslam’ı korumaktır. Ben sadece Acem tasavvufunun (zira bu akımı oluşturanların çoğunluğu Acem’dir) İslam’ın bir parçası olmadığını Müslümanlara izah etmek istiyorum. Bu akım İslam’la kesinlikle ilgisi olmayan ve Müslüman uluslarda amel gücünün yok olmasına sebep olan bir tür ruhbaniyettir.”
İkbal’in mücadele anlayışı da son derece müslümancadır: “Ben vahdet-i vücutçuları Müslüman yapma peşinde değilim; aksine Müslümanları onların düşünce tuzağından korumak istiyorum. Eğer doğru yoldaysam Allah beni kollar, yok eğer yanlış yoldaysam, yok olur giderim.”
İkbal, tasavvuf konulu makalelerinde sıkça, tasavvuf tarihini, vahdet-i vücut felsefesini ve Kur’an’la ilgisini v.b. açıklayan kapsamlı bir makale yazacağından bahsetmekte, yazmayı tasavvur ettiği makaleyi de oldukça önemsediği görünmektedir fakat böyle bir makaleyi yazıp yazmadığı belli değildir. Muhtemelen yazmamıştır. Makaleler kitabının, İkbal üzerine doktora yapmış olan ve İkbal’in fikirlerine oldukça aşina olduğu anlaşılan mütercimi Celal Soydan’a, İkbal’in bu makalesinden haberdar olup olmadığını sordum; Soydan, kendisinin de durumun farkında olduğunu ama söz konusu makaleyi herhangi bir şekilde elde edemediğini belirtmiştir.
İkbal, şamen sözcüğünün kökenini açıklarken, Budist zahid ve inananlarının Budha heykeli karşısında durup, ona tapındıklarını, Budha heykeli yoksa, onu zihinlerinde canlandırdıklarını belirtmektedir. İkbal’in bu izahı, sufilerdeki rabıta ayinini hatırlatmaktadır. Zaten İslam’ın tevhid akidesiyle hiçbir şekilde bağdaştırılması mümkün olmayan bu ayinin, Budizm veya başka kültürlerden iktibas edildiğinden kuşku duymamak gerekir.
İkbal, zahir ve batın ilmi bahsinde de önemli eleştiriler getirmekte; bugün Müslümanların, Kur’an’ın eleştirdiği Hristiyan ruhbanlığına tam da uygun düştüklerini belirtmektedir. Peygamberin, bazı sahabelere önemli bilgileri (bâtın ilmini) öğrettiği, diğer bazılarının bundan mahrum kaldığı tezini şiddetle reddetmektedir.
Makalelerde tasavvuf -varoluşçuluk doktrinine nazire yapılarak- ‘yok oluşçuluk’ olarak isimlendirilmekte, şöyle denmektedir: “Bana göre bu uydurma tasavvuf ve yok oluşçuluk yani gerçeği, olmayan yerlerde arama hali İslam dünyasının çöküşüne ilişkin belirgin bir ipucudur.”
Şeriatı, hakikati saran (örten) bir kabuk, onu perdeleyen bir örtü (kışr) olarak gören, hakikate ulaşma aracının şeriattan başka bir şey olduğunu söyleyenler, Acem aklının ürettiği uydurma tasavvuftan başka bir şey değildirler.
İkbal’in, “İran’ın fethi, İran’ın İslamlaşması sonucunu doğurmadı aksine İslam’ın Acemleşmesine sebep oldu.” tespitinden anlıyoruz ki, “İran olmasaydı medeniyetimiz kesinlikle tekdüze olurdu” sözüyle, İran’ın İslam medeniyetine getirdiği renkliliği her anlamda onaylıyor değildir.
Mütefekkirimiz tevhid-şirk ayrımına dair de kayda değer cümleler kurmaktadır. Demektedir ki, insanoğlu sadece bir tek kritere göre bölünebilir, o da tevhid ve şirktir. Bu durumda dünyada sadece iki millet bulunmaktadır, üçüncüsü yoktur.
“İnsanları kendine bağlamak için kendini ilahi güçlere sahip biri gibi göstermek bir yana, Hz. Peygamber bu yönde bir şüphe uyandırmamak için elinden geleni yapmıştır. Kabaca yontulmuş bir taş parçasına ilahlık yükleyip tapan insanlar arasında yaşayan Peygamber için kendini tanrı gibi göstermekten daha kolay bir şey olamazdı. Ama Hz. Peygamber bu tür şeylerin üstünde biriydi. O’nu tanrı olarak kabul edip tapmaya hazır halkına, ‘Ben de sizin gibi bir insanım’ dedi.”
Sözün sonu İkbal’in Müslüman gençlere hitabesi olsun:
“Ey Müslüman genç! Bu şarlatanlara karşı uyanık ol. Şarlatanların kemendi uzun süredir boyunlarımızda durmaktadır. İslam dünyasının yeniden ihyası, 1300 yıl önce Araplara gönderilen öğretilerdeki Tevhid’in güçlü ve ödünsüz bir şekilde benimsenmesine bağlıdır. Acemciliğin sislerinden kurtul ve Arap’ın parlak çöllerinin aydınlık fezasına gel.”
Muhammed İkbal’e Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyorum.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *