Kuşkusuz insanın ‘kara günler’i olmuştur: Afetlerin doğadan gelenlerinin etkileri küçük sıyrıklarla atlatılmışsa da, hemcinsinden gelen darbeler bedeninden ziyade aklına ve duygularına indirmiş ölümcül darbelerini…
Mehmed Durmuş
Ademoğlu’nun yeryüzü serüveni tekdüze değildir. İnişler-çıkışlar, düşüşler-kalkışlar, sevinçler ve kederlerle doludur hayat. İnsan, bir eli yağda bir eli balda olduğu sürece kurtuluş teolojilerine ihtiyaç duymamıştır. “Hayat bu dünya hayatıdır, yaşarız ve ölürüz” iyimserliği ile gününü gün etmiştir. Daha ziyade ‘zor zamanlar’da geliştirmiştir insan, akıl zoru nazariyeleri.
Kuşkusuz insanın ‘kara günler’i olmuştur: Tufanlar, doğal afetler, salgın hastalıklar, kuraklık, savaşlar v.b. Afetlerin doğadan gelenlerinin etkileri küçük sıyrıklarla atlatılmışsa da, hemcinsinden gelen darbeler bedeninden ziyade aklına ve duygularına indirmiş ölümcül darbelerini. Savaşlarda ülkeler sadece ordularını yitirmemişler, toplum da izzet, şeref, namus ve haysiyet dar geçidinden geçirilmiştir. Bu zorlu günlerde ağıtlar yakılmış, destanlar oluşmuştur. Kriz zamanının ürünü bu destanlar süreç içerisinde gerçeğin önüne geçmişlerdir.
Derdi veren Allah dermanını da verir derler ama büyük hadiselerin yaşandığı dönemler aklın da adeta dumura uğradığı mevsimler olduğu için, umutlar, hayaller hakikati perdelemektedir. Gerçek kahramanların mitleştirilmesinin en şaşılası örnekleri de bizim coğrafyamızda olmamış mıdır? Hz. Ali’den, oğlu Hüseyin’e, Ali’nin bir başka oğlu İbnul Hanefiyye’den Ebu Müslim Horasani’ye, Şia’nın yedinci imamı Musa Kazım’dan 12. (kayıp) İmam el-Mehdi’ye kadar pek çok tarihi şahsiyetin taraftarları, imam (kurtarıcı)larının ölmediğine, kıyametten önce bir gün mutlaka geleceğine inanmak suretiyle mağlubiyetlerini galibiyete dönüştürmüşlerdir! Evet, kurtarıcı gelecek ve zalimlerden öç alacak!
Rivayetlere bakılırsa, ‘O ölmedi, bir süreliğine aramızdan ayrıldı, tekrar gelecek’ inanışı, Muhammed (a.s)’ın vefatı gününde Ömer İbnül Hattab’ın lisanından bir an için kafasını uzatmış ama uyarılar üzerine derhal izini kaybettirmiştir. Ondan sonra da bir daha bu inanışın izine rastlanmaması son derece önemli ve anlamlıdır.
Birçok mitoloji tanrılardan oluşan bir ağ kurarak, hayatın işleyişini bu insan yapımı tanrılar eliyle özelleştirmiştir. Doğrusu hayatı yöneten ve yönlendiren tanrı ve kahramanların kurtarıcı hikayeleri son derece sürükleyicidir. Bu hikayelerde yeryüzü hayatına yön verme iddiasındaki tanrılarla kahramanlar içi içedir. Sümer mitolojisinin ürettiği Gılgamış destanı böyle tipik bir ‘kurtarıcı’ hikayesidir. Mezopotamya’nın Uruk şehrinin uzak bölgesindeki büyük ormanı adeta gasp etmiş olan ‘kötü’ kişinin (canavar ruhlu bir dev: Humbaba) ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu iş için Gılgamış en uygun bir kahramandır. Gılgamış her şeyi bilen, sırları gören, yeryüzünün ülkelerini tanıyan bilge kraldır, kusursuz güzelliklerle donatılmıştır, gökteki yıldızlar kadar güçlüdür. Kısacası üçte ikisi tanrı, üçte biri insan bir ‘kahraman’dır. Tanrılar tarafından kral yapılan Gılgamış, -bazı kötü huyları nedeniyle tanrılara şikâyet edilmiştir- yine tanrılar tarafından kendisine rakip olsun ve birbirlerini yiyip-bitirsinler diye yaratılmış olan Enkidu ile -tanrıların planını suya düşürürcesine- dost olur ve ormanın kötü bekçisini birlikte öldürür, şehirlerini böyle bir beladan birlikte kurtarırlar. Fakat kabul etmek gerekir ki Gılgamış ‘mutedil’ bir kurtarıcıdır; ortağına son derece vefalıdır; tufandan sonra, suyun dibinde biten ve ihtiyarları gençleştiren dikenli bir bitkiyi (hayat iksiri) alıp kendi şehrine (Uruk) götürürken, iksiri yılana kaptırır, başarısız olur.
Gılgamış destanında belki sorulması gereken soru şudur: Gılgamış’ı da tanrı-kral yapan tanrılar, ormandaki kötücül devi neden kendileri yok etmezler de, bu işi Gılgamış’a tevdi ederler? Bunun izahı her ne olursa olsun, bu destanla şu mesaj telkin edilmektedir: Kötücül devlerden kurtulmak sıradan insanın işi değildir! Kötülükle ancak olağanüstü/tanrısal varlıklar mücadele edebilirler!
Her şeye rağmen Gılgamış hikayesinin üçler-yediler-kırklar mitolojisi ve Hızır efsanesi yanında daha ‘dürüst’ kaldığını teslim etmek durumundayız. Hiç değilse Gılgamış devi öldürürken korkmakta, hayat iksirini halkına götürememekte ve her fani gibi ölebilmektedir. Üçler-yediler-kırklar ve gavs ölseler bile, kadroları hiçbir zaman münhal kalmamakta, bir alt rütbeden anında doldurulmaktadır. Gılgamış’ın görevi bir tek keresinde bir devi öldürmek, bir de tufana karşı gemi yapmaktan ibarettir. Gavsın ise işi kıyamete kadar bitmemekte, dünyayı o ve ekibi yönetmektedir.
Üçler, yediler, kırklar ve bunların tepe noktasında bulunan gavs (nam-ı diğer kutbul aktap) bu kurtarıcıların İslamî edebiyata ithal edilmiş muadilleridir. (Suriye’de savaşan Irak kökenli Şii milis gücü Asâibu Ehlel Hak ve Nucebâ adlı örgütlerin isimlerinin, mitolojide kırklardan sonrasında yer verilen gruplardan kinaye olduğu anlaşılmaktadır).
Annesini ve kendisini iki ilah edinmelerini insanlara kimin söylediğini Allah’ın kinayeli bir şekilde sorgulayacağı bildirilen İsa (a.s)’ın kurtarıcı bir tanrı yapılması da mitolojinin marifeti değil midir? Tıpkı diğer nebîler gibi bir beşer olan İsa neden ve nasıl tanrılaştırılmıştır? Hristiyanlığın mevcut akidesine göre İsa (a.s) öldükten sonra cehenneme inmiş ve ona galip gelmiştir. Üçüncü günde yeniden dirilmiş, göğe alınmış, Baba’nın sağ yanına oturmuştur. İsa ölüleri ve dirileri yargılamak için tekrar gelecektir. İznik Konsili’nin belirlediği akideye göre İsa gökten yeryüzüne bizim günahlarımız için inmiştir. İsa esasında Allah’tan olma gerçek Allah’tır. O, günahın etkisinden insanlığı kurtarmak için Allah’tan bedenlenmiş, insanlık için kendini çarmıhta feda etmiştir. Demek ki Allah yeryüzüne İsa suretinde (İsa’nın bedenine hulul ederek/enkarnasyon) inmiştir. Buna göre İsa beşerî yönüyle insan, ilahi vasfıyla da Allah’tır.
İsa’ya hamledilen kurtarıcılığın iki boyutunun olduğu görülmektedir. Birincisi, bütün insanlığı, Adem’in cennette işlediği ilk günah suçundan kurtarmak için Allah’tan bedenlenerek dünyaya gelmesi, ikincisi ise, kıyametten önce bir gün, şu anda bulunduğu Baba’nın sağ yanından yeryüzüne inerek yeniden bedenlenmesi (reenkarnasyon) ve kurtarıcılık misyonunu (mesih/christ) bir daha ifa edecek olmasıdır. Müslüman kelamı İsa’nın birinci bedenlenmesini kabul etmezken, ikincisine kucak açması düşündürücüdür.
Hristiyan ilahiyatının özünü, İsa (a.s)’ın insanı asli günahtan kurtarıcılığı nazariyesi oluşturmaktadır. Bu nazariyeyi hakikat adına tasdik edecek hiçbir karine bulunmamaktadır. İlk yanlış adım, ‘ilk günah’ terimiyle atılmaktadır. İnsanlığın atası Âdem (ve eşi)nin cennette yasak ağaçtan tatması bir ‘günah’ değildi. Âdem, Allah’ın muradı aksi yönde iken, murad-ı ilahîye muhalif ve mugayir olarak yasak ağaçtan tatmış ve ilahi projede hesap edilmeyen bir iş işlemek suretiyle projeyi akamete uğratmış değildi ki. Yasak ağaçtan tatması, Âdem’in bildiğimiz manada ‘insan’ olması sürecinin bir parçasıydı.
İkinci olarak da, Âdem’in bir günah işlediğini varsaysak bile, günahın şahsî olduğu, hiçbir babanın günahlarının kendi sulbünden gelecek olanlara tevarüs etmediği (velâ teziru vâziratun uhrâ) Din’deki en sarih kurallardan biridir. Bir de şu var ki, İsa eğer bedenlenmiş Allah ise, o halde insanı kurtarmak uğruna çarmıhta kendisini feda eden Allah olmuş olmuyor mu? Tabi ki Hristiyanlık akidesi bu kadar basit soruların altından kalkamayacak kadar zayıf değildir(!). Kur’an’ın, “Yardımcılarım kimlerdir?” diye soran İsa’sı ile Hristiyan akidesinin Tanrı İsa’sını nasıl telif etmelidir?
Bütün nebilere, son olarak da Muhammed (sav)’e indirilmiş olan İslam Dininde Hristiyanlıktaki kurtarıcılık nazariyesinin bir benzeri yoktur. Tevhid akidesi nazarında böyle bir nazariyenin adı küfürdür. Hristiyanlığın kurtuluş teolojisi İslam kelamında yer bulmamışsa da, İslamî düşüncenin, keşfedilen en zayıf noktalarından (rivayet kültürü ve tefsir) bir ‘kurtarıcı’ fikri sokuşturulmuştur.
Bilhassa Hz. Hüseyin’in şehid edilmesiyle başlayan, Ali oğullarının Emevi hanedanından gördüğü zulümler ve ardından Emevi zulmünü aratmayan Abbasi mezalimi çerçevesinde yaşanan dramların, mazlumlar nezdinde bir kurtarıcı umudu oluşturması bir yere kadar anlaşılır bir durumdur. Fakat mazlumların kurtuluş umutları yine beşerî olmalı, bizzat mazlumların kendisini kurtuluş için görevlendiren bir tasavvur olmalıdır. Aksi halde bu umutlar, bir hurafe üretim atölyesine dönüşmekte gecikmemektedirler. Üzerine İslamîlik görüntüsü ağır basan bir giysi geçirilen kurtarıcı (Mehdi) tasarımında iki özellik dikkat çekmektedir: Birisi, kurtarıcı zamanında kıtlığın biteceği, hiçbir muhtacın kalmayacağı vaadidir. İkinci olarak ise, kurtla kuzu, yılanla çocuk bir arada bulunup da birbirlerine zarar vermeyecekleri bir ‘asr-ı saadet’ vaadidir. Bu iki tema, İslamî makyajlı kurtarıcı tasarımının, toplumun ezici çoğunluğunun yiyecek ekmeğe muhtaç olduğu ve can güvenliğinin bulunmadığı dönemlerin ürünü olduğunu göstermektedir.
İslam’ın bir ‘kurtarıcı’ nazariyesi yoktur. İnsanlık tarih boyunca zulmün bin bir çeşidine maruz kalmış, yeryüzünde kan ve göz yaşı hiç eksik olmamıştır. İnsanın insana yaptığını hiçbir vahşi hayvan yapmamıştır. İnsana zulmün bin bir çeşidini tatbik eden yine insandır. Zalimlerle mazlumlar fiziki olarak eş değerde insandırlar. Hiçbir insan, baş edilemez güçlere sahip olmadığına göre, insanın zulmünü durduracak olan yine bir insan çabasıdır. Kur’an toplumların kendi kendilerine zulmettiklerini bildirir. (Hud, 101). Nuh Nebî’den Musa dönemine kadar birçok elçinin kavmiyle olan hikayesi anlatılır ve kavimlerin nasıl yok olmayı hak ettikleri üzerinde durulur. Kur’an birçok yerde kavimlere sözünü geçiren bir avuç mutlu azınlığı işaret eder. Bunlar mütref sınıfıdır. Muhammed (sav) kavminin mütrefleri Kureyş’in önde gelenleridir. Fakat Kur’an şunu da açıklığa kavuşturur: Bir toplumun bütün vebali, içlerinden bir avuç mutlu azınlığa yüklenemez. Mustaz’aflar da en az müstekbirler kadar suça ortaktırlar. ‘Acizlik’ postuna bürünüp, selamete ermeyi hep başkalarından beklemek mustaz’afların en büyük kusurudur. Oysa Akif’in yerinde tasviri gibi, mustaz’aflar iki elin bir baş için olduğunu bilmeli, kurtuluş için davranmalı, hissiz ve hareketsiz leş kesilmemelidirler. Bir toplum kendine rol yakıştıracaksa bu, mustaz’af değil, inisiyatif alan, adım atan, gayret eden insan rolü olmalıdır. Kurtulmak için hiçbir ciddi çaba içine girmeyen toplumlara gökteki bulutlardan kurtarıcı değil, helak eden azaplar gelecektir.
Kur’an hakla batılın mücadelesini şöyle özetlemektedir: “Sizden önceki asırlarda yeryüzünde bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler bulunsaydı ya! Fakat onlardan, kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten günahkardılar.” (Hud, 116).
İnsanın görevi her türlü zulme, her türlü kirlenmeye karşı koymaktır. Günümüzde tevhid-şirk çatışmasında değişen bir şey yoksa da, dünya, nebiler dönemindekiyle kıyaslanmayacak şekilde büyük sorunlarla karşı karşıyadır. Tabiatın katledilmesi, doğallığın bozulması, nükleer silahlanma yarışı, gıda terörü gibi devasa sorunlar için kurtarıcı bekleyen insanın aklından şüphe edilir. Bu sorunlar ne Hızır tarafından ne üçler-yediler ve Gavs tarafından ne de Mehdi/Mesih tarafından çözülecektir. Bu sorunların kar topu gibi sürekli büyümeleri bile Mehdi/Mesih inancını bertaraf etmek için yeterlidir. Her şeyin bir bedeli vardır. Kötülüklerle mücadelenin bedeli de canlarımız ve mallarımızdır. İnsan canını ve malını çok sevmektedir fakat bozguncular şehirlerin altını üstüne getirdiklerinde mal da, can da, şeref de kalmamaktadır. İbrahim (a.s)’ın kötülükle mücadeledeki samimiyeti ateşle ölçülmüştü, canı İbrahim’den tatlı olanlar ise itina ile mitolojik kurtarıcıyı beklemektedirler.
İçinde bulunduğu sosyal ve siyasi şartların iyileşmesi için bir mesai yapmayan insan ehli keyiftir, rahatının insanıdır ve yüz kızartıcı bir suç işlemektedir. İnsan yürürken ayağı tökezleyip de düştüğünde, kendi çabasıyla kalkmak ister. Kurtulmayı kurtarıcıya ısmarlayanlar, kurtarıcının getireceği kurtuluş reçetesinin içeriğine bir bütün halinde katlanmak zorundadırlar. Ya kahraman her türlü kutsala savaş açan, münkeri emredip, marufu yasaklayan ise nasıl olacak?
Şu hâlde insandan beklenen bir irade ortaya koyması, bir adım atmasıdır. Atacağı minik bir adımın kısa sürede gerçekçi bir kurtuluş (felah) kıyamına dönüşmesini ummaması için bir sebep var mıdır? Böyle umutsuzları Allah kafir olarak adlandırmaktadır.
Yunan, Roma, Çin, Sümer, Mısır mitolojilerinin kurtarıcı kahramanları olabilir ama İslam’ın mitolojik bir kahramana ne ihtiyacı vardır ne de ilgisi. Ödünç alınmış kurtarıcı/kahraman hikayelerini Kur’an’a yamamayı başaramayanlar, bu mübarek Din’in arka tarafından dolanarak, mitolojilerini rivayet ve tefsir kültürüyle İslam bahçesinin bir kenarına iliştirmek istemişlerdir. Kuşkusuz böyle bir iliştirme, kurtarıcı mitinin İslamlaştığı anlamına gelmez. Zira mukaddes İslam’ın pâk bünyesi bu harici aşıyı kabul etmemektedir. Rivayetlerle bize kurtarıcı hikayelerini dayatmaya çalışanları -bağışlasınlar ama- bir nevi ‘bağımlılar’ olarak görüp, onlara karşı sükunetli ve ilmi esas alan bir tavırla uyarıcılık görevinin sürdürülmesi gerekir.
İnsan neyden kurtarılacaktır? Genel olarak zulüm diye ifade etmemiz gereken katliamlar, sürgünler, işgal, istila, talan, namusa tecavüz, köleleştirme, insanı esir pazarında mal olarak satma, adam kayırma, rüşvet, fakirlik, işsizlik, hastalık v.b. Muhammed (sav)’in tebliğ ettiği İslam’da bütün bunların izahı vardır. Öncelikle Allah Rasulü, bu kötülüklerin birçoğunu yaşamış, ashabının yaşamasına tanıklık etmiştir. Kur’an Muhammed (a.s) ve ashabının yaşadıklarının daha beterinin geçmişte birçok ümmetin başına geldiğini hatırlatır. Fakat bütün bunlara karşı telaş yapmaya gerek yoktur, yapılması gereken bellidir; bu belirlilik, Rasulullahın sünnetini oluşturmaktadır.
Allah’ın Elçisi Muhammed (sav), bu çağın çocuklarının psikolojisini belki yüz defa bozacak olan şartları yaşayarak büyümüştür. Babasız büyümüş, annesini tam çocuk denecek yaşta kaybetmiş, öncesinde de anne kucağına pek aşina olmamış, fakirlik ve yalnızlık çekmiş, risaletle beraber yükü, belini bükecek kadar artmıştır. Kırk sene boyunca işitmediği küfür ve hakaretleri 13 yıl içerisinde kendi kavminden işitmiştir. Binlerce yıllık gelenekleri olan, atalarına bağlanmayı Allah’a bağlılık gibi gören bir toplumu bütünüyle karşısına almış, bunun bedeli de yaşadığı şehirden tehcir edilmesi olmuştur. Medine’ye rahat bir hayat sürmek için değil, adeta yükünü daha da artırmak için gitmiştir. Savaşlarda yaralanmış, ölüm tehlikesi atlatmış, eline kazma-kürek almış, karnı doyası yemek yememiş, arkasında saf tutup namaz kılan insanlardan namusuna karalama gelmiş, hanımlarıyla sorun yaşamış, beş çocuğunu kendi elleriyle kabre indirmiştir. Bütün bunlar karşısında bu Elçi’nin (sav) hiçbir şikâyette bulunmaması ve kurtuluşu sadece -Allah’ın yardımı ile- kendi çabasında görmesi yeterince öğretici değil midir? Rasulullahın kendi günleri için kurtarıcı(!) vaat etmeyip de, kendisinden sonra -muhaddislerin keşfedeceği- bir kurtarıcıyı vaat etmiş olması garip kaçmıyor mu?
Risalet dönemindeki Muhammed (sav)’in başının üzerine bir bulut yerleştiren, aç-susuz kaldığında hemencecik yemeği çoğaltıp, parmaklarından sular akıtan ‘el’ ile onun adına kurtarıcı vaat eden ‘el’ aynı eldir. Bu elin yaptıkları İslam’dan ve risaletten -anlayış/kavrayış olarak- bir şeyleri eksiltmekte (tenkis etmekte)dir. Çünkü bu algı, bizim gibi etten-kemikten meydana gelmiş beşer bir Elçi’yi örtmekte, onun yerine Gılgamış benzeri bir ‘Kahraman Muhammed’ algısı ihdas etmektedirler. Oysa mitleştirilen elçinin bizim gibi beşere ölçü ve örnek olması imkansızdır. Muhammed (a.s)’ın kahramanlığı, yukarıda özetlediğimiz gibi gerçek bir kahramanlıktır ve canla-malla olunmaktadır.
Hayatta her şey mümkündür; açlık, yokluk, hastalıklar, savaşlar, katliamlar, toplu helakler v.b. İnsanın cenneti erkene alması mümkün de değil, gerekli de değildir. Çünkü her şeyin bir zamanı vardır. Erdemli bir insan, şu an ilahî kudret tarafından önüne konulmuş olan şartları en iyi şekilde değerlendirmeye bakmakla yükümlüdür. Bu dünya hayatı insanın erdemli ve erdemsizini belirlemek için kaçırılmayacak bir fırsattır. Çünkü dünyanın tekrarı yoktur. Ahiret her halükârda güzeldir ama dünya da kendi sırasında ve kendi bağlamında güzeldir. Onu zaten güzel olan Allah kurmuştur. İnsana düşen, örneği Rasuller olan bu dünyadaki rolünü en iyi şekilde oynamaktır. Allah, Elçisini, kavminin küfürde diretmesi sebebiyle, kendini kahretme diye boş yere uyarıyor değildir. Mesele bütün kafirlerin Müslüman olma meselesi değil, Elçinin (ve müminlerin) küfürle mücadele edip etmediği meselesidir.
Yeryüzüne herhangi bir ‘kurtarıcı’ teşrif etmediği halde, günümüz dünyasında maddi imkanlar fevkalade artmış, gelirler yükselmiştir. Yükselen bu gelirlerden, Afrika ve Asya’nın bazı çok fakir ülkelerinin payları da artmıştır. Bununla beraber, fakirken zengin olmak da mutlak surette bir ‘kurtuluş’ olarak görülmemelidir. Çünkü zenginlik beraberinde birçok tuğyan ve azgınlığı, şımarıklığı, tekebbürü de beraberinde getirebilmekte, refah düzeyi artan toplumlar yeni yeni azgınlık fantezileri keşfetmektedirler. Dolayısıyla mal/para hırsından ziyade, insanı azdırmayacak olan, hayrı, infakı, paylaşmayı unutturmayacak olan bir ‘iyileşme’yi istemek takvaya daha uygundur. Bunu da en iyi yapan yine Rasullerdir. Mehdinin zuhuruyla malın istenmeyecek kadar çoğalacağını anlatan rivayetlerle, bu rivayetlerin kendisine isnat edildiği, öldüğünde evinde bir kuruş parası bile olmayan, yattığı hasırın izleri vücudunda iz yapan, evinde günlerce ocak yanmayan Rasulullah Muhammed (sav) gerçeği birbiriyle çelişmektedir.
Eğer ölçüyse, teknoloji, parasal zenginlik, kalkınma, fakirlikle mücadele gibi alanlarda güçlü ülkelerin bu duruma nasıl geldiklerini bir ilkokul çocuğu bile bize anlatabilir. Değilse -ki Müslümanların gelişme, kalkınma, zenginlik v.b. anlayışları çağın anlayışından kesinlikle farklıdır- o halde bizim reçetemiz Kur’an’da ve onun yaşanmışlığı olan Sünnet’te mevcuttur. Doğruya erdiren sadece Allah’tır.
(Nida Dergisi Mart-Nisan 2020)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *