İktibas’ta söz alan Metin Önal Mengüşoğlu, “Öğretmek için değil paylaşmak ve tartışmak için açıyorum konuyu. Selim kalp, marazlı kalp, mühürlü kalp; bunu biliyoruz.” dedi.
İktibas Dergisinde verilen seminerlerin bu sezon ilk konuğu Metin Önal Mengüşoğlu oldu. Geçtiğimiz cumartesi günü İktibas’ta dinleyicileri ile bir araya gelen Mengüşoğlu, son kitabının ismi olan “Kalbin Marifetleri” başlıklı bir konuşma yaptı.
‘Amacım, kendi tevhidi bilincimi geliştirmek ve bunu karşı tarafla paylaşmak’
Mengüşoğlu konuşmasına, kendisinin yıllardır süren okuma ve düşünme faaliyetini hangi maksatla yaptığını anlatarak başladı: “Okumalarım ve düşünmelerim hayatımı, ahlakımı, inançlarımı, bilgilerimi inşa etmek, imar etmek amacına matuftur. Bu vesileyle benimseyeceğimi benimser, reddedeceğimi reddederek hayatıma yön ve şekil veririm. Bütün okuma ve yazma çabam, her şeyden evvel kendi hayatımı ikame etmek içindir yani kendim içindir. Benimsediklerimi sağlam benimsemek, reddettiklerimi sağlam reddetmek maksadıyla sürekli bilgi ve çabalarımı yenilemeye çalışırım. Bu çalışmaların başkalarına faydası ikinci plandadır, kendim herkesten önce gelirim. Değişim yaşanacaksa evvela kendim değişmeliyim ki birilerinin değişmesini istemeye yüzüm olsun. Bu sebeple bütün kitaplarımda olduğu gibi bu kitabı da evvela kendim için yazdım, kendimi anlattım.
Sizi temin ederim ki şiirlerim de dâhil olmak üzere yazdıklarımda hilafı hakikat şeyler olmamasına özen gösterdim. Ancak edebiyatçı olduğum için edebiyatın gereği olan birtakım semboller, mecazlar, mübalağalar ve isim değiştirmeler yaptım, kurgular yaptım, yapmak zorundaydım, edebiyat bunu gerektiriyordu. Ama asli hedef, hep tevhidi bilinci geliştirmek, tevhidi bilinci aşılamak, tevhidi bilince dair kendi edindiğimi karşı tarafla paylaşmak amacı taşıyor idi.” dedi.
Mengüşoğlu, “Kalbin Marifetleri”kitabının arka kapağında yer alan ifadelerini okuyarak sözlerine devam etti:
“Kişi ve Allah arasındaki ilişkinin merkezi de kalptir. Kalp, asla beyin ya da başka bir organla karşılaştırılamaz. Onun çok daha yüksek bir düzlemdedir yeri. Kalbin önemi, oraya Allah’tan başka hiç kimsenin girememesiyle ölçülmelidir. Allah’tan başka kimse, ama hiç kimse insanın kalbinden geçenleri bilemez, oraya giremez. Kişi ile Allah arasındaki bu münasebet müminler bakımından sonsuz mutluluğun inkarcılar bakımından sonsuz azabın hem dünyada, hem de ahirette bir tür anahtarıdır.”Aslında bu kitabın ana fikridir, çalışmanın ana fikridir.
Bunu yayınlayan editör arkadaşımın kanaati de şu: “Öteden beri kalbin öteden beri kalbin tek boyutlu ele alınışını radikal bir perspektifle aşındırmayı deneyen Mengüşoğlu, kalbi-selim, akletme, basiret, fıkıh, aşk, fehmetmek, tedebbür, marifet, fuad ve daha birçok kavramsal aleti kullanarak hâkim kalp tanımları ve alternatif kavramlaştırmalar ile münakaşaya giriyor, tartışarak ilerliyor. Kalbin marifetlerini göstermeyi deniyor, bütün bu sözcüklerin kavramsal içerikleriyle, metaforik işlevleriyle, çağrışımlarıyla geçirdikleri değişimin macerası Müslümanların tarihine ve yeni bakışlara ışık tutuyor. Deneme ve inceleme türleri arasında sanılarak müellifin sadece cevap verebileni değil aynı zamanda iyi soru sorabileni makbuldür önermesini haklı çıkaran kışkırtıcı sorularıyla birlikte aslında kalp kavramının üzerinde mutabakat varmış gibi görünmesini sağlayan kullanımındaki cömertliğe pabuç bırakmadan gerçekte pek de kavranmadığı çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Kalbin marifetleri bütün beşeri sorumlulukların asli failinin kalp, iyi-kötü her işin onun marifetini olduğunu kavrama sürecine bir dizi soru ve cevap ile katkıda bunuluyor.”
İyi özetlemiş. Bu arkadaşım iyi okuyan, iyi düşünen bir editör. Benim kitaplarımın editörü bir kardeşimizdir. Böyle başlamış. Bu bir ana fikir ve başka birinin perspektifinden kitabın, konunun belki aşinası olabildik.
57 sure, 260 ayeti kerime özellikle ışık tuttu benim çalışmama. Tabii Kur’an’ın bütünü, Kur’an üzerine yapılan çalışmalar, tefsir metinleri, kelam metinleri Mutezili, Maturidi ekollerinin İmam Ebu Hanife’nin, İbn-i Rüşd’ün, İmam Gazali’nin, İmam Şatibi’nin, ismini şu anda belki hatırlamadığım birçok insanın bu alanda bu bahisteki sözlerinden de alıntılar var eserde. Amacım bir kültür gösterisi yapmak değil bir hakkaniyeti teslim etmektir. İkinci kaynaktan da olsa Kadı Abdülcebbar’dan bile alıntılar var. Tabii ben birinci elden, birinci dilden okuyabilen bir kardeşinizim. Dolayısıyla alıntılarım ikinci, üçüncü eldendir; böyle bir zafiyetimi de itiraf etmeliyim. Ve zaten ben, yani tırnak içinde bir ilahiyatçı sıfatıyla, bir ilim adamı sıfatıyla değil bir düşünen kardeşiniz sıfatıyla bu meseleler üzerinde ön alım yapıyorum. Bunun arkasını o işin ilmini yapanlar getirmeli, getirsinler, getiriyorlar da kanaatimdeyim. Düşünmek Farzdır kitabımın Türkiye’de kelam ilahiyat dalında hocalaşmış birkaç arkadaştan kendilerine rehberlik ettiğine dair şahadetler duydum. İsimlerini vermeye gerek yok. Düşünen insanlar ilim insanlarının önünü açma sorumluluğundadır ben biraz bu sorumluluğu hisseden birisi olarak görüyorum kendimi.
‘Sufi ekol, maalesef hem kalbi hem marifeti muvahhitlerin elinden çaldı’
Ayrıca bir mümin olarak Allah’ın bana gönderdiği kelamı okurken hep kendim için benimseyeceğim ve reddedeceğim şeyleri tespit etmeye çalıştığımı zikretmiştim, bu zikir beni kalbin marifetlerine ulaştırdı diyebilirim.
Kalp kelimesinin Kur’an’ı Kerim’de defaten kullanıldığını hepimiz biliyoruz. Marifet kelimesinin arefe, örf, emr-i bil-maruf içinde geçtiğini ve bizim kelimemiz olduğunu da biliyoruz. Sufi ekol maalesef hem kalbi, hem de marifeti asırlardır sahih ve muvahhid Müslüman muhitlerin elinden çaldı. Onlar da çok fazla bu vahim durumun farkına varamadılar. Maalesef akıl kelimesini isim olarak kullananların tuzağına düşerek akılcı oldular, akılcılıkla itham edildiler. Bu yanılışın ciddi bir tashihe ihtiyacı olduğunu hissederek ben, bazen beni de akılcılıkla itham edenlere karşı bu tür çalışmalar yapmaktayım.
‘İlahi Kelam 3 tip kalpten söz ediyor’
Şuradan başlayalım: İlahi Kelam üç tip kalpten söz ediyor. Hepiniz okumuşsunuzdur, benden çok daha fazla ve daha uzun boylu okuyanlarınız vardır. Öğretmek için değil paylaşmak ve tartışmak için açıyorum konuyu. Selim kalp, marazlı kalp, mühürlü kalp; bunu biliyoruz. Selim kalbin Hazreti İbrahim’e ait olması çok enteresandır. Selim kalpten söz eden ayetin Hazreti İbrahim’le irtibatlı olmasını önemli buluyorum. Şu anlamda ki: Hazreti İbrahim, son Peygamberin de kendisini refere ettiği bir peygamberdir. Hassaten refere ettiği. Yoksa bütün peygamberler aynı mesajı getirmişlerdir, bütün peygamberlerin getirdiği mesajın aslı aynıdır. Ama ne hikmetse son Peygambere özellikle İbrahim’den söz edilerek; “De ki ben hanif olan İbrahim’in milletindenim” dedirtilir. Bunu önemsiyorum, önemsememiz lazım geldiğini düşünüyorum. Şöyle peygamberler tarihini mütalaa ettiğimizde, birinci yaratılışımızın Âdem Aleyhisselam ve cemaati, ikinci yaratılışımızın Nuh Aleyhisselam, işte yok oluş ve gemiden kurtuluş olduğunu görürüz. Peygamberlerin değişik dönemlerde değişik kavimlere geldiğini, lokal kavimlere gelenlerin de olduğunu, ama Hazreti İbrahim’le yepyeni bir başlangıca adım atıldığını düşünüyorum. Hazreti İbrahim’le birlikte kanaatimce artık sosyoloji başlamaktadır adeta. Hazreti İbrahim’e kadar kavim, kabile, klan şeklinde yaşayan insan toplulukları sanki onunla beraber sosyolojik bir hüviyete kavuşmuşlardır. Böylece ana blok olarak ikiye ayrılmışlardır; hanif olan İbrahim’in milletinden olan insanlar, bir de küfür milletinden olan insanlar.
İbrahim Aleyhisselam hanif milletin mümessili olarak İslam veya peygamberler tarihi içerisinde temayüz etti, sosyoloji başladı diye düşünüyorum. Kur’an-ı Kerim’deki “millet” kavramının kendisiyle başlamış bulunması bende böyle bir kanaatin oluşmasını sağladı. O bakımdan selim kalbin Hazreti İbrahim’e aidiyeti, onunla anılması düşündürücüdür. Hazreti İbrahim’in babasının da tapındığı puthaneye girerek putları tek tek kıran bir muvahhit oluşu, onun artık kavmiyle değil milletiyle anılması gerektiğini de hatırlatıyor bana. Hazreti İbrahim’in aynı zamanda Cenabı Allah’ın bütün insanları biricik yaratmış olması itibariyle biricikliğini öne çıkartan “o tek başına bir ümmetti” biçiminde tanıtılmasıyla da bu kanaatim destek buluyor diye düşünüyorum.
Şudur ki benim oradan anladığım: Her birimiz biricik yaratıldık, her birimizin biricikliğini korumamız lazım geldiğini bize öğretiyor. Bu biricikliği koruyarak iman etmemiz lazım geldiğini, bu biricikliği koruyarak bir kolektif çaba, bir millet ehli olmamız lazım geldiğini hatırlatıyor, öğretiyor diye düşünüyorum. Bu bakımdan selim kalbin Hazreti İbrahim’le birlikte anılmasını önemsiyor, bir kenara bırakıyorum.
Ardından marazlı kalpten söz ediyor İlahi Kitap, marazlı kalp sahiplerinin neler yaptığından söz ediyor. Bakıyoruz ki münafıklar, zalimler, batılın peşinde olanlar, hainler, kalleşler kalpleri marazlı insanlar. Marazlı kalbi ben bozuk bir bilgisayara benzetiyorum. Bozuk bir bilgisayarı fişe taktığınız zaman o da ekrana bir şeyler yansıtır, ama artık mana yoktur, abuk-subuk görüntüler vardır. Şekil de tam değildir, kelimeler, sözler de, mana da tam değildir. Ama bir şey yansıtır, o da anlamsız olsa bile ekrana bir görüntü yansıtır, boş değildir, baktığınızda görünen boşluk değil bir şeydir. Dolayısıyla marazlı kalp sahiplerinin de münafıklardan, zalimlerden, batıl peşinde olanlardan olduğunu Kur’an-ı Kerim öğretiyor zaten bize.
Bir de mühürlü kalpten söz ediyor.
Bu üç tip kalbi kitap eksenine almıştım.
Mühürlü kalp ise, adeta artık ümit kesilmiş olan bir kalptir. Tabii insandan yüzde yüz ümit kesilmez, o İlahi Hitap bunu her şeye rağmen yine öğretiyor bize. Asla yüzde yüz ümit kesmemiz gerekmiyor, hala ufak da olsa bir ümit vardır. Ama en az ümit besleyeceğimiz kişi kalbi mühürlü kişidir. Kalbi mühürlü kişi cahildir ve müşriktir. Kur’an-ı Kerim bu anlamda cahille müşriki aynı terazide tartarak der ki; “cahilden kaç, müşrikten kaç.” Daima davetçi bir dili bulunan İlahi Hitap konu cahil ve müşrike geldiğinde onlardan kaçmamız, sakınmamız gerektiğini söyler. İşte asıl kalbi mühürlü olanlar da onlardır.
Bu üç tür kalp örneği bize Kur’an-ı Kerim tarafından gösterilir, öğretilir. Kalp kelimesi Türkçede de yaygın biçimde kullanılır. Kalpazan dediğimizde de parayı değiştiren dönüştüren bir tipten söz açıyoruz demektir. Ancak vücuda kan pompalayan yüreğe de kalp diyoruz. Mesela birisine kalpsiz denildiğinde bildiğimiz şu vücuda kan pompalayan organı yok mu demek oluyor? Hâlbuki bilinmektedir ki kalpsiz kişi çoğunluk nazarında vicdansız kişidir. Vicdansızlıkla özdeşleşen şey organ anlamındaki kalp olamaz.
Kelimenin kök anlamı Türkçeye değişebilen-dönüşebilen biçiminde tercüme ediliyor, değişen-dönüşen. Demek ki bu değişebilen, dönüşebilen anlamı itibariyle vücuda kan pompalayan yüreğe de kalp deniliyor. Çünkü bu organ çalışırken sürekli açılıp kapanıyor, açılıp kapanıyor. O halde sadece kelimenin kök anlamı itibariyle bu ismi almış olmalıdır. Ama benim İlahi Kelamdan alarak zikrettiğim selim kalp, marazlı kalp, mühürlü kalp şu organ ismi olan kalp değil, olamaz da.
Enteresandır, bu değişebilen-dönüşebilen manasıyla kalp, yani aynı ismi alan o yürek değiştirilebiliyor tabipler tarafından. Kalp nakli yapılıyor, yıllar önce, 60’lı yıllarda başladı, ilk defa Güney Afrikalı Doktor Bernard tarafından böyle bir nakil yapıldı. Eğer Kur’an’da duygu ve düşünce biçimlerinin kaynağı olarak zikredilen kalp bu kalp olsaydı, nakil sonrasında kişi kalbini aldığı bir başkasının inanç ve duyarlığına mı sahip olacaktı? Demek ki Kur’an’ın sözünü ettiği kalp bir organ değil belki bir cevher olarak anılabilir. Bu cevher, elbette maddi bir yapıya sahip değildir.
Okumalarım, düşüncelerimde yanılmamışsam şöyle bir çıkarımda bulunuyorum. İnsanoğlu yaratılırken son safhada kendisine İlahi Ruh üflendi. Yani maddi yapısı Allah tarafından şekillendirildikten sonra ona ruh üflendi. Kendisine İlahi Ruh üflenen insan neyin sahibi oldu sorusunun cevabı bence evvela kalbin, o cevherin sahibi oldu, böyle düşünüyorum. Niçin bunu söylüyorum? Çünkü kalp, her üç haliyle de bütün insanların duygularının ve düşüncelerinin genel kumanda merkezidir demiştik. Marazlının da, mühürlünün de, selim kalp sahibinin de duygularının ve düşüncelerinin genel kumanda merkezidir. İddiamı kanıtlayan ayetler dikkatle okunduğunda görülecektir. Mesela kısaca söyleyeyim; tefekkür eden kalp, tezekkür eden kalp, fıkheden kalp, tedebbür eden kalp, rey sahibi kalp, nazar sahibi kalp ifadeleri ile Kur’an bunu öğretir bize. Elbet tersi de marazlı ve mühürlü kalpler bakımından doğrudur: heva ve heves sahibi, kötü niyetli kalp gibi. Akleden kalp ifadesini arkaya saklıyorum onu en sonunda dile getireceğim.
Mesela merhametli kalp, şefkatli kalp, kindar kalp gibi ifadeler kullanılıyor Kur’an’da değil mi? Baktığınız zaman Kur’an-ı Kerim hep kalp üzerinde duruyor ve bütün ulvi ve süfli duygularla, iyi düşünceler, heva ve hevesin kaynağı olarak da kalbi gösteriyor. Tabii mesela insanların çoğu zikretmeyi düşünmenin bir modeli olarak almamış, anlamamıştır bugüne kadar. Yanlış algılanmıştır. Oysa zikretme bir düşünme modelidir, Allah bilinciyle düşünme demektir, gafil olmadan, gaflete düşmeden düşünme demektir. Zakir kişi sürekli Allah bilinciyle yaşayan, sürekli Allah bilinciyle düşünen kişiden başkası değildir. Bu bakımdan kalp kelimesi vücuda kan pompalayan yüreğe de isim olmuş olmasına rağmen bir cevher olarak telakki edilmelidir. Asla o et parçasından, bir maddi organdan neşet ettiğine dair bir kanaat oluşmadı bende. Ama tabii tartışmaya açıyorum meseleyi birilerinde farklı kanaat oluştuysa her platformda tartışabiliriz.
‘Maturidi için, İslam kültür tarihinin ikinci akılcı adamı dense yeridir’
Diyor ki İmam Maturidi: “Muayene ve müşahede duyu organlarıyla yapılır.” İnsan görerek, işiterek, dokunarak, tadarak, koklayarak bilgiye ulaşır. Bu bilgi şahitlik ettiğimiz âlemin bilgisidir. Hekimlerin, hâkimlerin, öteki hikmet sahiplerinin bu vasıtayla temin ettikleri bilgi bir anlamda gerçektir. Duyu organları insanlar tanıklık edilen âlemden, şahadet âleminden bilgi aktarır. Bunu demekle âlemin öteki yüzü olan gayba dair bilginin dışarıda kaldığı görülür. Görme duyusuyla tespitler yaparak büyük-küçük denilir, kadın-erkek denilir, şeffaf-katı denilir vesaire. Dokunarak da benzer sonuçlara ulaşılır. Duvarın arkasından bir ses gelir, kimileri hanım sesi zanneder, inceliğinden ötürü, ama bu bilgiye gözün şahitliği katıldığında, ince ses sahibinin bir erkek olduğu anlaşılabilir. Bu bir duyu yanılmasıdır, insan bu yanılgı ile her vakit maluldür. İşitme duyusu işte böyle yanıltabiliyor demek ki. Dolayısıyla sadece kulağın bilgisiyle hareket edenler aldanırlar. Buna mutlaka başka bir duyunun destek vermesi lazımdır.
Maturidi’nin kanaatini sürdürerek müşahede ve muayene ile duyu organlarının aktardığı bilginin sadece tanıklık edilen âleme dair olduğu görülür. Ancak insan kafasında birer organdan çıkan duyular, gayb âlemine dair bir şey söyleyemezler. Gayb âlemini görmek mümkün değildir, gayb âlemine dokunulamaz, işitilemez. Duyu organlarının muayene ve müşahedesiyle elde edilen bilgilerden hareketle insan bazı delillere ulaşır. O delillerden hareketle de makul olan gayba, yani akledilebilir olan gayba dair bilgi sahibi olur. İşte gayba dair bilgiye kişiyi son safhada kalbin akletme melekesi ulaştırır, bu noktada da iman devreye girer. Bahsi geçen yorumların kaynağı İmam Maturidi’dir. İslam kültür tarihinin bence Ebu Hanife’den sonraki en önemli “akılcı” filozofudur o.
Türkiye toplumu “itikatta imamımız Maturidi’dir” der. Bu iddia doğru olsaydı aynı topluma önderlik eden kimileri “iman akılla olmaz” diyebilir miydi? Burada yaşanan ciddi bir tenakuz mevcuttur. İslam kültür tarihinin ikinci “akılcı” adamı saydığım Maturidi böyle söylüyor. (Akılcılık tırnak içindedir çünkü akıl isim olarak kullanılmaz, söylenmek istenen aklediciliktir.)Ama “ben Maturidi’ye itikatta bağlıyım” diyen insanların, düşünmeyi horlayarak, Türkçe bile olmayan “gönül” taraftarı olduğunu gördükçe insanın kalbi yarılır. Dolayısıyla, tanıklık edilen âlemden insanlara bilgi aktaran duyular, muayene ve müşahede sonrasında birtakım delillere ulaştırır onları. Nitekim İlahi Kelam o delillerden mesela dağa bak der, gökyüzüne bak der, deveye bak der, bak, bu dokun demektir aynı zamanda, temasa geç, alaka kur, duyularınla tespit et demektir, tamam. Bütün bunlar insanlara birtakım veriler aktarır ve insan onlardan bazı gerçeklere ulaşır. Ama bu bazı gerçekler tam hakikat midir, o tartışılır. Bunu Necip Fazıl tartışmış. Diyor ki:
“Niçin küçülüyor eşya uzakta.
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne bir yuvarlakta.
Sonum varmış, onu öğrensem asıl.”
Kafadaki göz, 100 metre ilerideki bir binayı, yani 90 metre boyundaki bir binayı uzaktan 9 santim boyutunda görür. Göstersem arkadaşlarıma, desem ki şurada bir bina var bakın, baktınız. Gelin şu iki parmağımın arasından bakın, baktığınızda, iki parmağımın arasına sığar, tabanı başparmağımda, tavanı işaret parmağımdadır. O halde söz konusu apartman 9 santim dersek bu inandırıcı, ikna edici olur mu? Olmaz. Necip Fazıl bunu söylediği tarihlerde Türkiye’de “ben görmediğime inanmam” diyen ateistler türemişti. Önceleri Türkiye’de bunları söylemek kolay değildi. Ama bir dönem geldi söylemek çok kolay oldu, o da Necip Fazıl’a denk geldi. “Ben görmediğime inanmam” diyenler acaba sözünü ettiğimiz apartmanın da 9 santim olduğuna inanacaklar mıdır? Görmeyle inanma arasındaki alaka, görmeyle inanmaya varılabilir zannı, duyuların ilettiğine hakikat olarak bakmanın yanıltmasıdır esasen. Bakın, görmeyle, işitmeyle, dokunma, koklama ve tatmayla elde edilen bilgi iman alanına dâhil edilmemelidir, mutlak olarak görülmemelidir; şairin uyarısı da budur. Bu zan, çok büyük bir vahamettir. İnanma kelimesini, iman kelimesini Müslümanların da çoğu yazılarında-konuşmalarında görme sonucu, işitme sonucu, dokunma sonucu sağlanan bilgiler üzerinden kullanıyorlar. Oysa tanıklık edilen âlem iman âlemi değil bilgi âlemidir. Buradan bilgi edinirsiniz ve bu bilgiler de kısmen gerçektir belki, ama henüz tam hakikat değildir. Necip Fazıl ikinci mısrada hakikatin kapısını açmaya çalışır:
“Niçin küçülüyor eşya uzakta.
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?”
Bir gün evdeyim, hanım da mutfakta kahvaltı hazırlıyor. Kızını uyandır kahvaltı yapalım dedi. Gittim öptüm kokladım, sevdim, uyandırdım. Kızım uyandı gözlerini ovuşturdu, baba bir rüya gördüm dedi. Ben dedim ki; nah gördün, gözün kapalıydı kızım nasıl gördün?… demem herhalde, işte böyle bir şey Necip Fazıl’ın bize öğretmek istediği, “gözsüz görüyorum rüyada nasıl?” Dolayısıyla duyu organlarının aktardığı bilgilerde gerçeklik payı vardır, ama bu bilgiler henüz hakikat değildir. İman ise gerçekle değil hakikatle irtibatlı bir benimsemedir, tatmindir. O bakımdan duyu organları bilgi aktarır, ama iman etmek gerekecekse bir hususta, duyu organlarının verileri, bilgileri, malumatı yetmez. Bunu burada bırakalım şimdilik.
İnsana tanıklık edilen âlemden bilgi aktaran görmeler, işitmeler bazı delillere götürür, delilden hareketle de kalbin tasdik edeceği, göreceği ve işiteceği yeni bilgi imkânlarıyla yepyeni bir hakikate ulaşılır. Kafadaki göz kapalı iken rüya görüldüğüne göre bu yeni görme gerçeği, önceki kafa gözünün görme gerçeği ile buluşur ve hakikate ancak böyle ulaşılır. Bu hakikat artık tanıklık edilen âlemin değil, tanıklık edilemeyen ama üzerinde düşünülen, akledilen gayp âleminin hakikatidir ki ona aynı zamanda iman etmek gerekir, çünkü insanı esenliğe, emniyete, güvenlik menziline vardırmıştır.
Ulaşılan hakikat kalp gözü ve kulağının kafadakilerden edindiği malumatı da hesaba katarak sağladığı bilgi sonucudur, işte bu kalbin marifetidir. Kalp kişiyi gayp âlemine dair bir imana taşımıştır. Çünkü bu âlem artık bilgiyi ikiye katlayan inanç dünyasıdır. Duyu organlarının belki de beyin vasıtasıyla, beynin antenleri vasıtasıyla kalbe, organik anlamda değil inorganik anlamda aktardığı bilgilerden söz edilebilir. Nitekim yine bir parantez açarak örnek verilebilir; birkaç yıl önce televizyonlarda bir reklam vardı. Bir mutfak, mutfakta bir anne besbelli hazırlık yapıyor, ortaokul çağında bir kız çocuğu koşa koşa mutfağa geliyor. Anne bir fikrim var, ileride bir müzisyen olacağım, besteler yapacağım diyor. Bir de ilkokul çağında bir oğlan çocuğu var, o da giriyor mutfağa. Anne de diyor ki, benim de bir fikrim var. Buzdolabını açıyor, üç tane çikolata çıkarıyor, dağıtıyor, yiyorlar memnun oluyorlar. Ne kız çocuğunun, ne annenin bir fikri yoktur aslında. Bu ifadelerdeki “fikir” kelimesi yerinde kullanılmamıştır, yanlış kullanılmıştır.
Kız çocuğunun bir hayali vardır, ileride müzisyen olacaktır. Dolayısıyla zikrettiği şey asla fikir değil tam anlamıyla “hayal”dir. Annenin ise bir “arzu”su vardır; çocuklarını, kendini memnun etmek. Arzu ile hayali düşünme veya fikir olarak zikretmek büyük bir hatadır. Oysa fikir baktığınız zaman daha önceden kalpte herhangi bir sureti meydana gelmiş olan bir birikim, bir veri, bir bilgiden hareketle yeni bir imalata geçiştir. O hazineyi kullanarak, o hazineden hareketle yeni bir üretime geçiştir fikir, tefekkür böyle bir şeydir. Onun dışındaki hayaldir, arzudur, üzüntüdür. Nitekim şairin söylediği de üzüntüdür:
“Kara gözlüm efkârlanma gül gayrı,
İbibikler öter ötmez oradayım.”
Kara gözlüsü, askere gitmiş yavuklusunu, erken dönecek gelecek, evlenecekler, diye beklemektedir. Beklerken düşünmüyor tersine kızcağız üzülüyordur. Ama düşünme üzerinde uzun boylu pek düşünmemiş olan toplumun şairi bile “üzülme” ile “düşünme”yi birbirine karıştırarak kullanmaktan sakınmamaktadır. Ben Düşünmek Farzdır derken bütün bu aldanışlara dair bir uyarıda bulunmak istemiştim.
‘Kalbin duyguları ve düşünceleri vardır’
Şimdi kalp, gelelim kalbe, Kalbin Marifetlerine tekrar. Duyular kafadaki, bedendeki organik bir takım maddelerin eseridir. Kalbin ise duyguları ve düşünceleri vardır. Kalp, duyguların ve düşüncelerin genel kumanda merkezidir. Selim kalp, selim düşüncenin ve ulvi duyguların merkezidir. Selim kalpte gerçekten ulvi duygular vardır ve gerçekten sıhhatli düşünceler vardır. Selim kalp bozulmamış fıtrat sahiplerinin onun bozulmamasına özen göstererek aktif kıldıkları duyguları ulvi olan, düşünceleri de erdirici olan bir kalptir.
Şimdi burada düşünceleri erdirici olan denildi. Düşüncenin haysiyetini ve onurunu korumak için tarihimizden büyük bir zatın, Kadı Abdülcebbar’ın bir sözünü hatırlatarak buraya açıklama getirmeye çalışayım. Diyor ki Kadı Abdülcebbar: “Düşünce/düşünme esasen yanılmaz.” Türkçede müstamel bir dille söyleyecek olunursa, akıl yanılmaz denilmeliydi. Ancak ben o müstamelin yanlış olduğunu düşündüğüm için mecburen düşünce diyorum. Akıl kelimesi isim olarak bizim terminolojimizde, literatürümüzde mevcut değildir. Akletme, kalbin bir fiili olarak mevcuttur, bir iştir, bir eylemdir, bir organik yapıya da bağımlı değildir diye düşünüyorum. Ama maalesef özellikle de son 200 yılda emperyalistlerin baskıcı kültürü öyle egemen oldu ki zihinlere, bu kelime isim olarak bolca tüketiliyor. Her neyse. “Düşünce/düşünme esasen yanılmaz.” Onun yanılması, herhangi bir sebeple sekteye uğraması sonucu doğar, diyor, büyük âlim. Örneğimizde bir kadın, edebiyat öğretmeni, kız lisesinden çıkıyor. 150 metre aşağıda evi var, evine gidecek, çocuklarına yemek yapacak. Hanımefendi kaldırımda yürürken sarhoş bir şoför gelip çarpıyor kadıncağıza, hastanelik ediyor. Kadının emeli, amacı, niyeti evine varmak, çocuklarına yemek yapmakken, bu emel, bu amaç sekteye uğradı dış müdahaleyle. Ben, özellikle ben, herhangi bir konuda yoğunlaşmış düşünürken, herhangi bir konuda yoğunlaşmış o işi çözmeye çalışırken, bir hikmet arayışındayken emin olun ve inanın bu söylediğime, arkadan;
Sinemde bir tutuşmuş, yanmış ocağ olaydı,
Zülfün karanlığında bezme çerağ olaydı.
Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuş
Tek zülfünü göreydim bahtım siyah olaydı”
diye yanık bir Harput musikisi duysam, iki elim kanda olsa onu bırakır oraya dönerim. Ne oldu düşüncelerim, arayışlarım? Sekteye uğradı. Dolayısıyla, işte tam bu sebeple, bu anlamda, yanılan düşünce/düşünme değildir. Kadı Abdülcebbar, İslam kültüründe Müslümanların zihninde akletmenin, akleden insanın aslında değerini ve onurunu korumak için söylemiş bunu. O kadar yüksek bir iş ki bu, siz bir hususta, yani düşünürken yanılmışsanız eğer, kendinizi kontrol edin, bir Harput sezgisi dinlemişsinizdir, zihninizin bir köşesi oraya kaymıştır, o sebeple vardığınız sonuç eksik çıkmıştır. Düşünmenin haysiyeti o kadar önemlidir ki Müslüman kültürde. Oysa hatırlayın, “şeyhine niçin diyen iflah olmaz, şeyhine gassal önündeki meyyit gibi teslim olacaksın” gibi teranelerle insanları aldatan yanılgı kültürünü.
‘Bizde şûra kültürü var, niye biat kültürü olsun?’
Birileri şimdilerde çıkıp ulu orta, “bizde biat kültürü vardır,” diyerek, geleneğin tutucu bağlarına işarette bulunmak istiyor. Ne münasebet, bizde şûra kültürü var, niye biat kültürü olsun? Akabedeki Hazreti Peygamber’e olan biat ile karıştırmamak lazımdır olayı. Oysa şûra nedir? Bütün insanların fikrini alıp ortak fikre ulaşmak demektir. Şûra bütün fertlerin kendi biriciklerinden doğan özgün fikirlerini, özgün kanaatlerini, özgün görüşlerini ortaya sürmeleri, onların tartışılması, oradan ortak bir icmanın doğması halidir. İstenen, arzulanan, yapılması gereken budur. Ama öyle ihmale geldi ki maalesef düşünce, işte böylesi yanlış yargılarla sekteye uğradı.
O bakımdan selim kalp, benim gibi Harput musikisine kanmaz, düşüncesini sekteye uğratmazsa yanılmaz. Diyelim düşünen kişi eldesiz biçimde sarhoş şoförün saptırmasıyla sekteye uğradı ve yanıldı; bu mümkün. İşte o vakit devreye fıkıh müessesesi girer. Düşünen, üreten kişi, bir biçimde düşüncesi sekteye uğradığı için elinde olmadan, farkına varmadan, hakikate eriştiği zannıyla yanlış bir kanaate varmışsa, Müslüman kültür onun bu çabasına yine bir ödül vererek sevabını yarıya indirmektedir. Biliyorsunuz bizim fıkhımızda içtihat için alınan bir karar vardır. Müçtehit içtihat eder bir hususta, galip zannını kullanır. Zaten içtihat zan üzere yapılır elde yeterli delil ve yeterli belge yoktur. Yeterli delil ve belge olsa zaten içtihada ihtiyaç yoktur. Yeterli delil ve belge olmamasına rağmen bir tıkanıklık yaşandığında, o tıkanıklığı aşmak için fakih, (fakih de düşünür demektir), düşünür kişi yoğunlaşır en galip zannını, en galip kanaatini serdeder, isabet ederse iki, yanılırsa bir sevap verilir ona. Dünyada mümininin ve mensubunun yanılgısına uhrevi ödül veren bir ikinci sistem yoktur. Böylece hem düşünmenin onuru korunmuş hem de düşünen kişi ödüllendirilmiştir. Varılan sonuç isabetsiz de olsa sonuçta bir beşeri kanaat olduğundan günün birisinde başka bir beşerin kanaati ile rahatlıkla tashih edilebilir.
Dünyada İslam’dan daha hürriyetçi bir sistem asla yoktur. Mümininin yanılgısına da ödül veriyor, yeter ki istikamet üzere olsun. Var mı böyle bir şey? Hem de uhrevi ödül veriyor, sevap diyoruz, yani dünyada para vermiyor mesela, dayalı döşeli ev vermiyor, sevap veriyor. Bu sebeple selim kalbi korumak gerekiyor. Bu da şöyle mümkün kanaatindeyim: İnsan tabiata dâhil değildir, tabiatın fevkinde bir yaratıktır insan, üstünde bir yaratıktır, eftal bir yaratıktır, bu açık. Kelebekler, papatyalar, tilkiler tabiata dâhildirler. Tabiat, tebea kökünden geliyor, nakşolunmak mühürlenmek, örtülmek, kapatılmak demektir. Tilkiler öyle nakşolunmuş, öyle örtülmüş, öyle kapatılmışlardır ki Sincan’daki tilkiler de, Uludağ’daki tilkiler de kurnazdırlar. Ateş öyle yakıcı kılınmıştır ki, Şaman ateşi de yakıcıdır, annemin ateşi de yakıcıdır. Su akıcı kılınmıştır. Tabiat bu anlamda bir alın yazısıyla yeryüzüne gelmiştir. Hiçbir badem ağacı ceviz vermez, alın yazısı budur. Dağlar sabittirler, aslanlar heybetlidirler vesaire.
‘İnsanın kendisi kendisine zimmetlenmiştir’
Dolayısıyla insan yeryüzüne bir tabiatla gelmez; insan tabiatı ifadesi büyük bir yanlıştır, büyük bir hatadır. İnsan yeryüzüne bir fıtratla geliyor, hepimiz biliyoruz. Fıtrat fatara kökünden geliyor; ona öncelikle yaratma anlamı veriyorlar. Biraz daha Türkçeleştirelim, açalım; açmak, yarmak, açık bırakılmış olmak demektir. İnsan açık bırakılmış olarak yeryüzüne geliyor. Neye? Tüm davranışlarına. Şems Suresindeki “Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” fucura ve takvaya da eşit uzaklıkta, Hakk’a da, batıla da eşit uzaklıkta, güzele çirkine de eşit uzaklıkta, iyiye kötüye de… Dolayısıyla insan tabiata dâhil değildir. İnsan fıtratla gelir, demek, bütün öteki mahlûkatın bir tabiatı vardır ondan dışarıya çıkamazlar ama insan fıtratın dışına çıkabiliyor, onu bozabiliyor demektir.
Ancak şimdi soruya geliyorum; insanın bizzat kendisi ve bütün tabiat Allah tarafından insana zimmetlenmiştir. İnsan kendisi de kendine zimmetlendiği için kendi içinde kendini hesaba çeken, bir kendinin var olduğunu bilir. Bu, kişinin pişmanlık duymasını sağlayan bir yetidir. Adına vicdan denilen, adeta bir Tanrı sesi diye de nitelenen hissikablelvuku, altıncı his, sezgi filan diye de anılan, herkesin kendisinde hazır bulduğu kalbi duygudur. İnsan öncelikle kendine zimmetlenmiştir, fıtratını bozmayacaktır. Tabiat da kendisine zimmetlendiği için tabiatı aşılayarak ondan yeni ürünler elde etmelidir. Böyle bir kudret, böyle bir yaratıcılıkla yeryüzüne gelmiştir. Tabii ki aşı yapılırsa yeni ürünler elde edilir. Ama her ağaç aynı aşıyı benimsemez; bıttım ağacı diyelim ki Antep fıstığı verir, ama kiraz aşılayamazsınız. İnsan bu bilgiyle de mücehhezdir.
Araf Suresindeki ayeti kerimeyi hatırlayalım; “kalubela istiaresi” diye anlatıyorlar. “Allah Âdemoğullarının sulbünden zürriyetini aldı, kendini kendine tanık kıldı. Ben sizin Rabbiniz değil miyim dedi, insanlar da evet dediler.” Kendini kendine tanık kıldı, ne demektir? Nietzsche anlamış bunu bence: “Her kişinin içinde kendini hesaba çeken bir kendi vardır” diyor. Kendimizi kendimize tanık kıldık, kendine tanık ol, kendini koru, sen olarak kal. Bu aynı zamanda nedir biliyor musunuz? Benim kanaatim odur ki, Allah Resulünün en yakın çalışma arkadaşları, hep kendileri kalarak mümin olmuşlardır. Hiçbiri bir diğerine benzemez. Bu hususta İmam Gazali diyor ki, “biz Peygambere benzemek için değil Peygamberi örnek almak için geldik.” Peygambere benzemek değil insanın ödevi, Araplaşmak değil. Asıl sorumluluk, Peygamberi örnek almakla başlar.
Örnek de alınacaksa eğer, bir toplumun lideriyseniz, insanları kendinize benzetmek için, tek tipleştirmek için çalışmayacak, her birinin kendisi olarak kalmasını sağlayacaksınız. Herkes kendisi kalarak kitle içerisinde, cemaat içerisinde yaşayacaktır. Cemaat kelimesi kirletilmeye çalışıldı, ama güzel bir kelimedir. Zaten ben ötekilere cemaat değil fırka dediğim için bunu rahatlıkla kullanıyorum. Allah’ın eli cemaatin üzerindedir çünkü. Dolayısıyla, ben şimdi bu toplumun lideri olsam kendime benzetmek değil, her bir bireyi kendi kalarak toplum içerisinde bulunmaya davet ederdim. Dolayısıyla, insan hem kendisi kendisine zimmetlenmiştir, hem bütün tabiat ona zimmetlenmiştir.
İnsan tertemiz yaratıldı, fıtrat üzere geldi, güzeldi. Ama bir inkılap oldu…
Selim kalbin dışındaki marazlı kalp için demiştim ki, bozuk bilgisayar ekranına bir takım şeyler aktarır ama abuk sabuk şeylerdir bunlar. Hiç kuşkusuz kalbine maraz bulaştırmış olanlar da beşer olarak gelmiştir yeryüzüne. Onların da birtakım yetenekleri kendi üzerinde bulunduğu için onlar da aktiftir, onlar da seyrediyordur yeryüzünde, çabalıyordur, çalışıyordur, kendince düşünüyordur filan, kendince bir şeyler üretiyor, yaratıyordur. Benim gördüğüm; İlahi Kelam, selim kalp dışındaki bütün insanların, yani marazlı ve mühürlü kalp sahiplerinin entelektüel çabalarını -bunu da mahsus Avrupai bir kelimeyle zikrediyorum- akletme, fikretme, zikretme, fıkhetme biçimde değil heva ve heves peşinde olma biçiminde değerlendiriyor. Baktığınız zaman bu biraz da şu anlama gelir: Selim kalbini bozmuş bir insan, kalbi bozuk olduğundan, kalp de sürekli değişen, dönüşen bir şey olduğu için, selim kalbin sahibi gibi akletmeyi kendisine lokomotif yapıp duyguları onun arkasına alamaz. Kalpte bir inkılap yaşanmıştır, hani inkılap da kalp ile aynı köktendir ve bu da bir çeşit değişime isim olmuştur. Allah’ın temiz, selim kalp ile yarattığı insanda en büyük yıkım bu inkılap olmalıdır.
İnsan tertemiz yaratıldı, fıtrat üzere geldi, güzeldi. Ama bir inkılap oldu, yani insan kendi kendine bir inkılap, bir devrim yaptı. Akletme, fikretme, zikretmeyi arkaya attı, kin, garez, haset, heves, heyecan, coşku, onu öne aldı. Dolayısıyla, hemen hemen her davranışında yanılır, hemen hemen her eyleminde tökezler, istikametten ayrılır ve bu yaptığı işe İlahi Kelam akletme, fikretme, zikretme, fıkhetme demez. İlahi Kelamda akletme, zikretme, fikretme, fıkıh etme baştan sona olumlanır, hiçbir yerde “yeter ya sen çok fıkhettin, aman ha sen çok düşünüyorsun” demez bazı anneler, nineler, dedeler gibi. Onlar, öyle diyordu; yeter oğlum, çok okudun, çok düşünüyorsun, aman ha niye bu kadar düşünüyorsun, aklını yitireceksin…
Yavuz Bülent Bakiler anlatmıştı, Sivas’ta liseye giderken eve her gün koltuğumda bir kitapla dönüyordum diyor. Benim ağzı dualı, eli tespihli, alnı secdeli bir anam vardı. Her gün koltuğumda bir kitapla döndüğümü görünce; oğlum, niye böyle bu kitaplarla uğraşıyorsun, biraz leblebi çekirdek ye, canına bak, harçlığını niye kitaplara veriyorsun derdi. Marazlı ve mühürlü kalp sahiplerini bekleyen en büyük tehlike şüphesiz şirke bulaşma ihtimalidir. Şirk günahının ise İlahi Kelam’da tövbesiz asla bağışlanmayacağına dair uyarılar vardır. Oysa Rabbimiz mümin kulların yani selim kalp sahibi olanların şirk dışında işledikleri günahlardan tövbe etmemiş olsalar bile kimilerini bağışlayabileceği müjdesini vermektedir. Ve zaten selim kalp sahibi birisi asla şirk günahına bulaşmaz.
Şirke düşmüş kalp mühürlü kalptir, şirke düşmüş kalp marazlı kalptir. Mühürlü ve marazlı kalpten asla selim bir düşünce, saygın ve ulvi bir duygu çıkmaz. Duyguların da genel kumanda merkezi kalp dedik; yani şefkat duygusunun, adalet duygusunun, vicdan duygusunun, bütün bunların kaynağı selim kalptedir. Bir kalp maraz bulaşmış ve mühürlenmiş ise, artık orada vicdan aramak, artık orada şefkat ve adalet aramak mümkün değildir. Bakın dünyaya, toplumlara, beşere, şirke bulaşmış, küfre bulaşmış insanoğluna, bir de gölgesini bile taşıyor olsa dahi Müslüman toplumlara bakın. Tarih içinde Müslüman toplumların kopyası olan Müslüman toplumlarla ötekileri dahi mukayese ettiğinizde, söz gelimi saltanatı ihdas eden Emevileri, arkasından Abbasileri, Selçukluları, bizim Osmanlıları, Endülüs Emevilerini, bütün öteki müşrik, münkir, kâfir toplumlarla mukayese ettiğinizde de bu ortaya çıkacaktır. Ha müstakil olarak zaman zaman ötekiler içerisinden de fıtratını fazlasıyla bozmamış, kendi kalabilmiş, kendine zimmetlenmiş olan kişiliğini koruyabilmiş insanlar çıkıyor, biraz önce Nietzsche’den bir söz söyledim. Olabilir, bu mümkün. Ama toplu halde, Müslüman toplumlarla asla mukayese edilemezler. Müslüman toplumların bugün siyasal anlamdaki zilleti, ve mağlubiyeti bir özeleştiri eksikliğiyle beraber, itikadi sapmalarla açıklansa bile yine öteki toplumlarla mukayesede pek de geride kalmayacaklardır. Aslında söz konusu mağlubiyet ve zilletin sebeplerini dış müdahalelerden ziyade, içeride aramalıdır. Müslümanların Müslümanlığa yaptığındandır. Mezhep kavgalarından tutun da başka birtakım kavgalara kadar. Toplu halde başkalarına benzeme hastalığı sebebiyledir.
Ezcümle; ben temiz duyguların ve selim, vardırıcı, erdirici düşüncenin, selim kalbin ürünü olduğunu, bunun dışındaki bütün süfli duyguların, kötü emellerin, kötü arzuların ve insanı erdirmeyen, ulaştırmayan işlerin, eylemlerin de marazlı ve mühürlü kalpten neşet ettiğini düşünüyorum.
Soru: Marazlı kalp mi daha tehlikeli sizce, mühürlü olmak mı?
Metin Önal Mengüşoğlu: Gördüğüm kadarıyla mühürlüde ümit daha az, marazlıda biraz ümit var. Münafık çünkü iki tarafı da idare ediyor. Ola ki bir taraftan bir kazık yer bir gün, kötü taraftan yani, iyi tarafa biraz daha yanaşır filan ihtimali var, mühürlüde iş daha zor.
Mühür, onu atlamışım, iyi ki sordunuz, insan tabiata dâhil değildir dedim, arkasını bundan sonra getirmeliydim. Ancak bazı insanlar sonradan kendi elleriyle kendilerini tabiata dâhil etmekte pek mahirdirler. Hangi insan? Kalbi mühürlü insan artık tabiata dâhil olmuş sayılabilir. Çünkü tabiat da tıpkı kendisi gibi mühürlenmiştir. Yani tilkiler kurnazlıkla mühürlenmiştir, ateş yakmakla mühürlenmiştir, denilmişti. Kalbini kendi eliyle mühürleyen de süfli bir hayatı seçmekle tabiatın adeta bir parçasına dönmüştür. Artık böyleleri hakkında, bitkisel hayat yaşıyor denilebilir. Bitkiler ise elbette tabiatın ana parçalarındandır. Bitkisel ve hayvani bir hayat yaşar kalbi mühürlü kişi.
Düşüncelerim yüzde yüz gerçek mi, elbet bütün düşünceler gibi onlar da tartışılır. Bir ilmi sınıflama yapmadım ben. Bu bir indi değerlendirmedir, haşa, onu ilim adamları yapsın, görelim. Ben hani sınıf olarak saymak lazımdı birilerini, onun için zalimler, batıl peşinde koşanlar, münafıklar falan diye sıraladım, kesin kes bu budur demek için değil. Selim kalp sahipleri dışındaki insanların fasıklar, facirler, münafıklar, zalimler olduğu açık, müşrikler, kâfirler olduğu açık değil mi? Bunların bir kısmı marazlı, bir kısmı mühürlü, mutlak bir tasnif elbette yapamam. Böyle anlaşıldıysa düzeltiyorum, kesin bir tasnifim yoktur. Bildiğimiz kadarıyla münafıklar bizim içimizde yaşıyorlar, dolayısıyla bakıyorsun bizimle namaz kılıyorlar. Sanki onlar biraz daha yakınımızdadırlar. Zaten kelimenin kökü de onu veriyor bize. Şimdi mühürlü olmak demek, bitmiş, tükenmiş olmak demekken, marazlı olmak demek tedavi imkânı var demektir. Biraz da kelimenin kökünden bunu anlayabiliriz. Bir kesim bitmiş, tükenmiş, tamam olmuş, kapatılmış, adeta doktor ümit kesmiş, ama öteki kesim için henüz hastalık yeni başlamış, marazlılık budur zaten. İlahi Kelamın kullandığı kavramlar her biri tek tek bir mucize olarak karşıma çıkıyor benim. Kur’an niçin hepsini toptan mühürlü veya hepsini toptan marazlı isimlendirmiyor da ayrıştırıyor? Pekâlâ, tek bir sıfatla anabilirdi tümünü, kim itiraz edebilirdi ki? Ama öyle bir İlahi hikmet var ki o kullanımda, ince ayrıntıları da hesaplayarak isimlendirmiş. Mucize de bu değil mi?
Soru: Aşağı yukarı bin yıldır kabaca bu selim kalp sahiplerinden hiç güzel şeyler ortaya çıkmıyor da, bu mühürlü, öteki kalp sahiplerinden güzel şeyler, güzel şeyler demeyelim ama…işler çıkmasını neye bağlayabiliriz?
Metin Önal Mengüşoğlu:
Aliya İzzetbegoviç’e bağlayabiliriz. İzzetbegoviç diyor ki, Hazreti Peygamber, Peygamber olmadan önce 40 yıl müşrik toplum içerisinde onların çocuğu, yeğeni olarak yaşadı, saygın bir insandı, muteber bir insandı, emin bir insandı, öyle bir sıfat taktılar ona. Ama zaman zaman zihnen, ruhen bunaldığında yanına bir haftalık, üç-beş günlük erzak ve su alır bir mağaraya sığınırdı, orada biraz arınır, tekrar toplumun içine döner, onların zulmünden, şirkinden rahatsız olduğu için yine bunaldığında mağaraya sığınırdı. Günün birinde mağarada kendisine İlahi Vahiy geldi, o eve koştu, örtün beni dedi, örtün, titredi, ürktü, terledi. Hatice validemiz ona dedi ki, bu namustur, korkma, sen akrabayı gözetirsin, iyilik yaparsın, yalan söylemezsin. Artık İlahi Mesaj ardı ardına gelmeye devam etti, ama Resulullah asla bir daha mağaraya dönmedi. Daima sahada, sokakta halkın arasındaydı. Bu sefer işkence görmeye başladı, ambargo uyguladılar, hakaret ettiler. Önceki dönemde saygın birisiydi, itibarlıydı, fakat bazen mağaraya sığınıyordu, şimdi ise hiç ama hiç mağaraya kaçmadı. Diyor ki Aliya, ama Müslümanlar, tam 700 yıldır bir mağara uykusunda uyumaktadırlar. 700 yıldır bir mağara uykusunda uyuyan milletten, toplumdan ne beklenir?
Evet, onlar çalışıyor, bunlar oturuyor, evlerini, işyerlerini, tekke ve medreselerini tembelhaneye dönüştürdüler. İnsaflı olmak gerekirse, her şeye rağmen, Bosna gibi bir bölgeden, Osmanlı’nın fethederek İslam topraklarına kattığı bir bölgeden 20. yüzyılın bilgesi Aliya da çıkabildi. Böyle münferit çıkışlar İslam kültür tarihinde her zaman vardı. Ancak egemen zihin, özellikle de saltanat, genelde tek tip bir bakışı, tek tip bir meşrebi, tek tip bir mezhebi besleyip ötekileri uzaklaştırdı; itizal uzaklaştırma demektir. Uzaklaştırınca, onların söylemleri de uzaklaştı toplumdan ve sultanların birer kese altın vererek konuşturduğu birilerinin sözleri din yerine algılandı, öğrenildi güya yaşandı.
Bilmiyorum bakabildiniz mi, Recep Alpyağıl Hocanın İz Yayınları tarafından yayınlanan Mutezile Gelen-Ek-i ve ardından Maturidi Gelen-Ek-i diye 2 tane kült kitap var. Birincisi neredeyse 1250 sayfa, ikincisi 850 sayfa. O kitaplara bakanlar, söylediğiniz tarihler içerisinde bizden insanların çıktığını, hak ve hakikati söylediğini, ama saltanat tarafından pek itibar görmediklerini anlayacaktır.
Gelelim bugüne bugün bile siz-biz, sizin-bizim gibi düşünenler ne kadar itibar görüyor? Bakın ben Kalbin Marifetleri’ni çıkaralı üç yıl oldu, içinizden bir kişi dahi almamış, okumamış, kime ne deme hakkımız var ki?
Bizim itibarımız bile sizin yanınızda bu kadarsa, toplumda ne kadar olacak ki? Yarı şaka-yarı ciddi böyle bir halimiz var. Birileri üretiyorsa, birileri tüketecek, birileri çalışanın koltuğuna girecek. Ne var ki sözüm meclisten dışarı bizim toplum atıl bir toplum, herkes benmerkezci, çoğunluk, herkes demeyeyim, düzeltiyorum. Ama tarihin bütün dilimlerinde böyle olmuş, dediğiniz çok doğru. Yine de bu durum beni bir karamsarlığa sevk etmiyor. Ben 50 yıl öncesini çok iyi hatırlayan birisi olarak, 40 yıl önce sahneye çıktığımda, sizi temin ederim ki şöyle demiştim: “İslam dünyasının en umutsuz vakası Türkiye’dir.” O zaman daha heyecanlıydım, bugün de var heyecanım ama o kadar değil. Bugün ise kendimi tekzip ederek şunu söylüyorum: “İslam dünyasının en umutlu vakası Türkiye’dir.” Tek sebebi, bütün öteki ülkelere nazaran biraz daha hürriyetin fazla olmasıdır. Hürriyet ancak onu kullanana, değerini bilene bir şey sağlar, bunu da unutmamak lazımdır. Kıymeti bilinmelidir.
50 yıl önce örümcek kafalı küflenmiş insanların arasındaydık çoğunlukla. Sayın ki buğday tarlasının bütün gelincikleri yolunmuş, bir tanesi kıpkırmızı yüzünüze bakıyor, tevhidi konuşan insan sayısı, o kadar az lakin kıymetliydi. Ama Allah’a hamdolsun…
Soru: … Ercüment Özkan?
Metin Önal Mengüşoğlu: Allah rahmet eylesin, elbette onlardan birisiydi, elbette elbette. Bizim hocamız da öyle birisiydi işte, biz dersi ondan aldık, Mehmet Sait Çekmegil. Dolayısıyla böyleydi.
Soru: Marazlı kalple selim kalbi ayıran şey ne? İbrahim Aleyhisselamı selim kalpli yapan ne onu somutlaştıralım?
Metin Önal Mengüşoğlu: Şöyle; İlahi Hitap bize bir şeyleri öğretmek için somut örnekler seçiyor. O somut örneklerin modeli olarak İbrahim Aleyhisselamı veriyor diye düşünüyorum.
Ben şunu da düşünüyorum: İslam’da yaratılış teorisi, hadi böyle dile getirelim, hatta evrim teorisi diye dile getirelim, ben insanoğlunun zihinsel anlamda, entelektüel anlamda, duygusal anlamda yaratılıştan başlayarak bir kemal süreci, bir evrim yaşadığını düşünüyorum ama bu biyolojik bir evrim değil, zihinsel…
Bir kemal çizgisi var, o kemal çizgisi bence İbrahim Aleyhisselam’da bir tür doruğa ulaşıyor. Beşeri nüfus olabildiğine çoğalmış, kavimler, kabileler seçilmiştir O’nun döneminde. Nitekim onun Kâbe inşası, bir yerden bir yere kalkıp bir mekân, bir coğrafya değişimiyle alakalı çabası da bize bunu öğretiyor, böyle düşünüyorum. Kur’an’da ilk ve tek millet kavramının Hazreti İbrahim sonrasında kullanılması bize bunu hatırlatıyor. Buradan böyle bir sonuca varabiliriz, bu bir yorumdur, varmayabiliriz de. Millet kavramıyla irtibatlandırarak insanoğlunun sosyal anlamda artık toplumsal kemale erdiğini, artık iki blokun oluşması yani kâfirler-müminler veya Hakk taraftarları, peygamberi takip edenler-etmeyenler, ne dersek diyelim, o tarihten itibaren başlatılıyor gibi geliyor. Öyle ki, arada başka Nebevi Haberler olmasına rağmen son Peygamberi Hazreti İbrahim’e refere ediyor bu ayetler. Sanki bu ayetlerin yorumuyla Arap toplumu genelde biyolojik anlamda İbrahim’in soyundan geldikleri iddiasına sarılmıştır. Soy sop bağından daha kuvvetlisi Millet bağı değil midir? Arap yorumunu çok doğru bulmuyorum ben, esasen anlamlı bulmuyorum. Bu soy bağı bulunsa nolur bulunmasa nolur? Mesele zihni soy kütüğündedir, bu önemli, yani kalbi soy, kalbi bağ, irtibat önemlidir diye düşünüyorum. O anlamda bir irtibat kuruyorum, ama tabi ki bu da yanılgı olabilir. İbrahim Peygamberle başlatılan millet kavramıyla beraber, İslam milleti ve küfür milleti ayırımını daha isabetli buluyorum. Son Peygamber de oradan başladı ve ondan sonraki dönemler artık sosyolojik anlamda insanlar iki biçimde öbeklendiler, müminler-kâfirler, Peygamber taraftarları veya karşı taraftakiler gibi. Ben elbette tarihçi değilim belki bir yorumcu sayabilirsiniz, böyle düşünüyorum.
Soru: Cevher oluşundan bahsettiniz kalbin ama, günümüz algısı itibarıyla kalp benzetmenizi bugün beyinle eşleştirirseniz bu bir örtüşme sağlayabilir mi?
Metin Önal Mengüşoğlu: Bu hep tartışılmış. Bugünkü tıp düşünmenin merkezi olarak beyni gösteriyor, bunu biliyoruz. Ama dünkü tıbbı biliyorum ben, mesela çok yakın dünkü. Şöyle bir örnek var.
Alfred Jung, Freud’un öğrencisi, Güney Amerika’ya Kızılderililerinin içine gidiyor bir inceleme için, psikolojik yapılarını öğrenmek maksadıyla. Tabi Kızılderililerin çoğu okuma-yazması olmayan insanlar ama aralarında bir bilge var, o bilgeyle muhatap kılıyorlar, bilgenin çadırına gidiyor. Bilgenin çadırında anlatıyor Jung, konuşuyor konuşuyor. Bilge sadece bilgece dinliyor onu. Sonunda bilge Jung’a sözün bitti mi diyor. O da diyor ki, bitti. Yahu diyor siz Batılılar ne tuhaf insanlarsınız diye çıkışıyor bilge. Jung da diyor ki, ne tuhaflığımızı gördün? Bilge: siz diyorsunuz ki, insan beyniyle düşünür, diye ekliyor. Jung şaşkındır: tabi insan beyniyle düşünür, neyle düşünür, siz neyinizle düşünüyorsunuz? Bilgenin sözü şudur: İnsan kalbiyle düşünür. Bir başka Kızılderili kitabının adı Yüreğinin Gösterdiği Yere Git şeklinde Türkçeleştirilmiştir.
Bir başka husus, eski Yunan’da, Hint felsefesinde ve inancında bakıyorsunuz düşünmenin merkezi olarak kalbe vurgu yapılmaktadır. Dönem dönem tarihin belli dilimlerinde, düşüncenin merkezini kalp sanmış insanlar, bazen beyin, bazen kalp. Ama yüzde 90 kalp diye görmüşlerdir. Demem o ki tarihte düşünmenin ve duyguların merkezi olarak kalp eski Mısır ve Yunandan Hind’e kadar hep görülmüş, düşünülmüştür. Müslüman olmayan Kızılderililer de dile getirmişler, dolayısıyla bunu unutmamalıdır. Kaldı ki, ben beyin cerrahlarıyla konuştum, bu ne kadar mutlaktır dedim, düşünme merkezinin beyin olduğu ne kadar kesin? Bir kesinliği yok bunun dediler. Bunu nasıl tespit edelim ki? Organik bir tespiti mümkün değil ki.
Ancak şu hepimiz için bedihidir, açık, vazıh ve berraktır, nedir o? Duyularımızın bulunduğu kafamızın içindedir beyin. Duyularımızla bir alakası vardır herhalde, bilgileri alıp kalbe aktarıyordur diye düşünüyorum. Yani bundan daha yakın bir alaka kuran varsa dinleriz, yoksa…
Ruh kelimesi İlahi Kelamda insan için asla kullanılmaz. Ruh kelimesi kelime manası itibarıyla rüzgâr belki fısıltı anlamlarına gelir, bir de Cebrail için söz konusudur. Bir yerde de “size ruhumuzdan üfledik…” diyerek Allah’ın ruhundan söz edilir. Bu insanı ruh ve beden diye ikiye ayıran tecezzi, düalist mantık, bizim mantığımız değildir. Batılıdır. Batı, insanı ikiye böler, hayatı ikiye böler, kutsal ve profan der. Profan dünyadır, kutsal olan kilisedir veya İncil’dir veya papadır. Dünyada, yani o profan olan yerde daima hayat baştan sona ve de doğuştan itibaren günah yüklüdür zaten günahkâr doğmuştur bütün insanlık. Bu sebeple en az haftada bir kiliseye, incile müracaat eder, papazla irtibata geçip günah çıkartırlar. Günah çıkartılan kutsal mekânda günahtan arınarak tekrar dünyaya günah mekânına çıkıp kirlenmeye başlar. Bu döngü böyle sürüp gider. Dünyayla kirlenen kutsalla temizlenir. Bu düalist mantık Batılıdır. İnsanı ruh ve beden diye ikiye bölme bizde yok, ben görmedim, varsa söyleyin. Ama bu ruh kelimesini Kur’an’da gördüm, üç biçimde kullanılıyor.
Soru: Vahyin kendisi?
Metin Önal Mengüşoğlu: Vahyinin kendisiyse zaten ruhullah, yani İlahi Ruh. O bakımdan buraya da yeniden bakmamız lazım. Ben tabi dikte etmek için konuşmuyorum, Müslümanlar olarak edindiğimiz bu bilgileri yeniden bence kaynağa refere ederek okumalıyız, yeniden tartışmalıyız. Zaten bütün yaptığım meseleleri yeniden tartışmaya açmaktır emin olun, yoksa dikte etmek değil, ben ilim adamı değilim demiştim.
Soru: Duyguların ve düşüncenin de merkezi. Şimdi biz kendimize göre bir tespitte bulunuyoruz, bazen de bunu kendimiz tespit etmek için yapıyoruz. İşte gitmişizdir birileriyle ilgilenmiştir, bir alamet görmemişizdir, bunun kalbi mühürlü deriz, bu kolaya kaçmaktır aslında biraz da. Yani şunu demek istiyorum özetle: Allah bizim bilmediğimiz şekilde onun kalbini mühürlemiştir, ama biz bilmeyiz onu. Biz kendimize göre hareket ederiz, yani buna çok da takılmamak lazım diye düşünüyorum…
Metin Önal Mengüşoğlu: Zaten onun için somut örnekler üstünde durmadım, genel konuşuyorum dedim. Şimdi son olarak aslında söylemek istediğim, bir nebze değindim ama söyleyeyim mi, söylememeyim mi’ye bıraktığım son sözümü de söyleyeyim ki meram hâsıl olsun. İnsanoğlu, tespitim yanıltmıyorsa beni, tefekkür ederken Harput musikisi duyup dönerse düşünmesi sekteye uğrayabilir, bunu tezekkür ederken de yapabilir, zikir esnasında da birden gaflete düşebilir herhangi bir sebeple, bir saikle, tefakkuhta da zaten yanılma payı hep vardır. Bütün bu tür düşünme modellerinde benzeri yanılma ihtimalleri vardır. Kişisel kanaatim, bütün bu verilerden hareketle, duyuların birikimi, ulvi duyguların birikimi, tefekkürün, tezekkürün, tefakkuhun ortaya koyduğu birikimden sonra kişi aklediyorsa, işte orada yanılmaz, onun sonu imandır. Akletme sanki eşittir iman, bunun bir başka tarihi söyleyişi şudur: “akıl imanın müteradifidir”. Ben onu gene akletme biçiminde söyleyeyim, akletme imanın müteradifidir.
Niye mesela tefekkür var Kur’an’da, tezekkür var, tefakkuh var? Hepsine biz Türkçe düşünme diyoruz. Bir de taakkul var. Bu niye’nin cevabını ben böyle veriyorum, yanılıyor olabilirim. Bu niçin’in cevabı bende, bütün bu düşünme modelleri içerisinde insan herhangi bir sebep ve saikle yanılabilir. Ama bütün bunlardan elde ettiği veriler sonrası en son kertede aklediyorsa iman ediyor demektir, aklederek iman edilir.
Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinin birinci cildinde iman kavramını açarken, Râgıb el-İsfahânî’den de istifadeyle bir şey söylüyordu. Onun öğrettiği bir şey okumuştum, hatırımda kaldığı kadarıyla, gayrimüslimlerin yahut Hıristiyanların inancına değiniyor. Onlar biliyorsunuz Aziz Augustinus’den bu yana dindar bütün Batı filozofları Kierkegaard, Pascal, Gabriel Marcel filan, “inanıyorum, çünkü saçmadır” diyorlar. Saçma olmasına rağmen inandıklarını söylüyorlar. Hıristiyan kültüründe inancın bir saçma üzerine bina edildiğini anlatıyor Elmalılı Hamdi Yazır. Arkasından bizim imanımızı tarif ediyor, “iman yakîndir” diye bir hadis zikrediyor ve arkasından diyor ki, “biz bir gaybi makule iman ediyoruz,” akledilebilir bir gayba iman ediyoruz, diyor. Ben onun nakilcisi olarak böyle bir tarife ikna oldum, bilmem siz de ikna oldunuz mu?
Soru: Mühür kelimesini bazı eserlerinizde özellikle seçerek mi kullanıyorsunuz, yoksa başka bir nedeni mi var?
Metin Önal Mengüşoğlu: Çok güzel…
Toplumumun bana aşıladığı ve öğrettiği folklorik inançlar ve bilgi birikimlerinden söz edeyim size. Özellikle Harput yöresi için konuşmuş olayım, anneannelerimizin, dedelerimizin, ninelerimizin kültüründen hareketle. Çok sonraki yıllarda İslam’ı Kur’an’dan öğrenince ninelerimizin, dedelerimizin sürdüre gittiği dindarlığın içinde İslam unsurlarının dışında başka din unsurlarının bulunduğuna dair tespitlerim oldu yanılmadıysam eğer. Bu tespitlerimden mesela bir tanesi, “yukarıda Allah var” derdik, Yukarı diye bir şey var mı gerçekten ve Allah’ın mekânı orası mı? Ancak yukarı diye bir yer var; nerede var? Şamanizm’de var. Şamanizm’de bir gök tengri var, gök tengri yukarıdadır. O dönemin zihni yukarı diyebir telakkiye sahip ve en yüce tengri de gök tengridir. Oradan Türkçe konuşanların diline gelmiş, hala devam ediyor, bunu gördüm.
Mesela Şamanizm’de yer tanrıları, yeraltı tanrıları, gök tanrıları vardır. Çok tanrılı bir dindir Şamanizm ve Orta Asya’dan gelen toplumun dini olarak da bilinmektedir. Orta Asya’dan gelen bu toplumun dininde bir şey daha var, güneş battıktan sonra Şamanlar artık sokağa çıkmazlar. Çünkü yeraltı tanrıları yerüstüne çıkar, yeryüzü, arz artık onlara ayrılmıştır. İnsanlar çekilmelidir yuvalarına, yeraltı tanrıları için ayrılmıştır gece, gece de yeraltı tanrıları çıkar.
Bizim Harput’taki çocukların akşam saati eve çağrılmaları şu biçimdedir: “Oğul, eve dön, artık yerler mühürlendi.” Ben “Yerler Mühürlendi” diye de bir roman yazmıştım, orada da değinmeye çalıştım. Yerler mühürlendi demek, insanlar için yerlerde yaşamak yasaklandı, sen artık eve dön. Niye? Başkası çıkacak. Kim? Tanrı. Böyle telakki edildiğini tespit ettim. Bu telakkiyi edebiyat diliyle, kültür diliyle Yerler Mühürlendi’de anlattım. Söyleşilerimi bütünleştiren kitap “Kalbim Mühürlenmeden” adını taşıyor. Bugün üzerinde konuştuğum kitap Kalbin Marifetleri ise kalbi mühürlenmişlerden söz açıyor. Toplumum bakımından acil hastalığın bu noktada toplandığını düşündüğüm için biraz lafı uzatıyor olsam da aynı hususa işaret etmeyi münasip buluyorum. Onun için kalbimizi mühürlenmekten sakınmamız gerekiyor, maraz bulaşmasından sakınmamız gerekiyor, bu da fısktan, fücurdan, nifaktan, küfürden, şirkten uzak durmakla mümkün, zulümden, bidattan uzak durmakla mümkün, başka neyle mümkün? Yapabilirsek yapalım, aksi takdirde kalbimiz mühürlenirse halimiz nice olur? Allah korusun diye düşünüyor, dua ediyorum. Allah’a emanet olunuz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *