Türkiye koşullarında yaşayan biri olarak diyebiliriz ki: Gelişen sosyal ve siyasal süreci takip etme; gelişen olayları inandığımız değerler adına tahlil edip istikamet belirleme hususunda sıkıntılar yaşandığı ve İslami cenah olarak da ortak dil oluşturulamadığı bir vakıadır. Türkiye’ye özgü koşullar denilince erbabı ne kastettiğimizi elbette anlamıştır. Hulafa-i Raşidin dönemini istisna tutmaya çalışalım(!); Emeviler’den bu yana yaşanan
Türkiye koşullarında yaşayan biri olarak diyebiliriz ki: Gelişen sosyal ve siyasal süreci takip etme; gelişen olayları inandığımız değerler adına tahlil edip istikamet belirleme hususunda sıkıntılar yaşandığı ve İslami cenah olarak da ortak dil oluşturulamadığı bir vakıadır.
Türkiye’ye özgü koşullar denilince erbabı ne kastettiğimizi elbette anlamıştır. Hulafa-i Raşidin dönemini istisna tutmaya çalışalım(!); Emeviler’den bu yana yaşanan yorgun bir İslam tarihi; tarih içerisinde İslam düşüncesi bağlamında oluşmuş farklılıklar: bu ara şimdinin yeni yetmelerinin ilerlemeci bir mantıkla övgüyle bahsetmeye çalıştığı batı dünyası ile kültürel etkileşim ve haliyle bir türlü itiraf edilemeyen kültürel dejenerasyon; Osmanlının son dönemleri ve içinde batıya öykünmeci, İslam’a muhalefet etmeye and içmiş insanları barındıran Cumhuriyetçi kesimin yeni bir toplum inşa etme iddiası; yıllarca süren ve hep söylendiği şekliyle iç ve dış mihraklarla savaşlar; hafızası resetlenmiş , “0” noktasından yola çıkmaya mahkum kalan bir toplum; küresel değişimin baskıladığı ve halka bağlı geliştiği varsayılan ama temel İslami hassasiyetlerden yoksun iç dinamiklerin alaşağı ettiği sanılan tek parti rejiminden sonra haliyle görece rehavet ve şimdi gelinen noktada görece rehaveti bile bir karabasan gibi gören Ulusalcı, Ergenekoncu, laik, Kemalist vb. algının paniklemesi; bu paniği destekleyen sair global güçler ve bütün bu baskıların arasında bile eskiden ders almamışçasına hala dağınık; yani Kur’an’ın “bölünüp parçalanmayın, yoksa güçsüz kalırsınız” mesajına rağmen esastan olmayan farklılıkları hala marifet addeden ve birbirlerini karşı mahallelere iteklemeyi “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i anil münker” olarak gören kesimlerin oluşturduğu kaotik yapıdan bahsediyoruz..
Bu kaotik yapı içerisinde takdir edilmeli ki inandığını iddia etmenin akabinde Kur’an’ı okumaya, anlamaya ve anlaşılanları paylaşmaya; Kur’an merkezli geliştiği varsayılan kadim kültürden sahih verileri tefrik etmeye ve haliyle Kur’an’dan mülhem sosyal ve siyasal güç oluşturmaya yönelik bütün çabalar meşakkatlidir; azami gayret ve tahammül gerektiren uzunca bir süreçtir; istişare, dayanışma ister..
Öyle; birilerinin iddia ettiği şekliyle kendi anlam dünyamıza özgü ortada somut şeyler görünmüyor bahanesiyle veya kendi kabullerimize uymuyor gibi gereksiz gerekçelerle;
“Söz çok ama eylem yok” gibi değerlendirmelerle sıradanlaştırılacak işlerden değildirler; çünkü özelde bütün söylediklerimiz eylem kategorisindedirler.
Dolayısıyla sözün yani vahyi çıkarımların Müslümanlar tarafından; ama istişari anlamda; ama aklın yolu birdir kavli gereğince hakkı verilmesi halinde ve tabii ki evvelemirde Allah’ın inayetiyle olacak elbette olacaktır.
İnsanız, müslümanız, inanıyoruz ve içinde yaşadığımız Türkiye koşullarında Müslümanlara, aslında sistemi rahatsız eden tüm insanlara zulüm yapılmasından hareketle karşı bir duruş sergilemek için mücadele etmenin inancımızın gereği olduğunu da biliyoruz. İnsanlara reva görülen bu zulmün; geçmişini karanlığa mahkûm ederken, inanç sahibi insanları da gericiliğe, çağdışılığa mahkûm eden ama kendi konum ve kabullerini medeni, çağdaş gören erk sahipleri ve onların yardakçıları tarafından uygulandığını da iyi biliyoruz.
Fakat demeye çalıştığımız gibi Kur’an’ı, tarihi, içinde yaşadığımız vasatın sosyal ve siyasal koşullarının arka planını okumaya, anlamaya çalışmanın akabinde; yine yaşadığımız zeminde gelişen zulümlere haklı olarak karşı refleks geliştireceğiz diye, zulmedenlerin koyduğu kurallarla ve onların hakemliğinde sahaya çıkıp top koşturmak kanaatimize göre sonucu belli bir müsabakaya soyunmaktan başka bir şey değildir.
Bu iddiaları sloganik bulan, hayatın gerçekleriyle bağdaşmadığını ileri süren; beraberinde nerede yaşadığımızı, hangi okullarda tahsil gördüğümüzü, hangi işte çalışıp maaşı nereden aldığımızı; dara düştüğümüzde hangi hukuktan yararlandığımızı, başörtüsü için kimlerden ve hangi yasalara bağlı olarak hak talep ettiğimizi; her nerede yaşanırsa yaşansın, insan olarak zaten spontan gelişecek yaşam kesitlerimize dair; güya karşı iddialara alternatif olacağı gerekçesi ile benzer daha bir dolu bizce basit sorular sorarak “laf çok ama eylem yok” derekesine indiren dostlara; geçmişten bu yana kafa yordukları, hatta ümmete ders olarak vermeye çalıştıkları kavramların anlamları üzerinde yeniden düşünmeleri gerektiğini söylemek de bizim üzerimize vazife olsun.
İşaret etmeye çalıştığımız şudur ki: Yıllardır kavramsal düzlemde çalışmalar yapan, bu çerçevede gayr-i İslami kabullerin disipline edilmiş hali olan ideolojilere mesafe konulması gerektiğini öğrenen ve öğrendiklerimizi haliyle sorumluluk bilinci çerçevesince çevremizdeki bilgiye talip insanlara öğretmeye çalışan bizleriz.
Şimdilerde ne oldu da global köyün kavalcılarının ürettiği nevzuhur ideolojileri yeniden sorgulamamız ve özellikle Türkiye’ye özgü koşullarda bizi kuşatan siyasi algının enstrümanlarını bizim cenahtan akort edilerek çalmamız isteniyor?
Bu kaotik yapı içerisinde, kendilerini modern zamanların insanları olarak tanıtanların ürettikleri global köyün enstrümanlarını, dediğimiz gibi geçmişte akort edip çalanlar başkalarıydı. Bize o tınılara kulak vermemeyi öğretenler de şimdilerde ne hikmetse “haydi oyuna” diyen dostlarımızdı.
Şimdi sormak hakkımız değil mi?
Bize öğretilen ve talip olanlara da öğretmeye kalktığımız kavramların anlamları mı değişti?
Herhalde değişmiş olmalı ki: “Salt İslami kavramlara sarılmanın ve kavramların içeriğini hakkıyla doldurmanın yeterli olacağı iddiası artık tartışmaya açıktır..” gibi savlar, gündemdeki sorunlara çözüm üretme adına da olsa ileri sürülebilmektedir. Eleştirilere karşı da: “Burası bizim mahalle, siz gidin kendi mahallenizde oyun oymayın!” diye tepki gösterilebilmektedir.
Bu tepkilerin sebepleri: “Derin devletin, darbecilerin tasfiye edilmesine vesile olması beklenen Ergenekon Dosyası; burada yaşayan farklı kesimlerle ilgili geliştirildiği ve ne ise onlar, bir dolu özgürlükler ikram edileceği varsayılan Demokratik Açılım Paketleri ve şimdi de Anayasa’da, “Benim adım Hıdır, elimden gelen budur!” tarzı kısmi değişiklikler yapılmaya çalışılması” bağlamında gelişen tartışmalarda saklıdır desem isabet etmiş olur muyum?
Evvel emirde söyleyelim ki: Bütün bu gelişmeler kanaatimizce sureta gelişmelerdir ve yine kanaatimizce dostlar alışverişte görsün kabilindendir -ki bazı derneklerce basın yoluyla yapılan açıklamalarda bizi teyid eden buna benzer görüşler dile getirilmektedir- insana özgü kaybedilmiş, yasaklanmış, öteki kılınmış bütün değerlerin geri iadesi için mevcut gelişmeler yeterli değildir ve kuvvetle muhtemel içeriğinde tuzaklar barındırmaktadır.
Şimdi: Sanki insana dair, sanki insani hassalara dair iyileştirmelere tepki gösterenler varmış gibi; sanki kendi imkânlarınca birileri bir şeyler yapmıyorlarmış, sadece laf üretiyorlarmış gibi Müslümanların birbirlerini “laf çok ama eylem yok” tarzı ifadelerle töhmet altına sokacak söylemlerde bulunmaları ne kadar isabetli bir iştir?
Sanki görece özgürlüklere, görece rehavet denilen gelişmelere; sanki insanları kendi yaşam alanlarında rahatlatacak açılımlara, kısmi de olsa Anayasa değişikliklerine kökten, toptan itiraz eden mi var ki insanlar karşı mahallelere itekleniyorlar?
Gelişmelere özgü verilmeye çalışılan mesajlarda kullanılan kavramlara ve gelişmeleri yorumlarken içeriğe vahyi kriterler doğrultusunda dikkat edilmesine dair tavsiyeler karşısında insanlar neden adap ve izana davet edilirler bilinmez; ki adab da, izan da müslümanın olmazsa olmazlarındandır.
Hülasa: Türkiye koşullarında mevcut siyasi atraksiyonları haklı olarak eleştirmeye ve eleştirirken alternatif üretmeye çalışan biz müslümanların, aynı zamanda dile getirdiğimiz kavramların özgünlüğünü korumak gibi de bir zorunluluğuz vardır. Aksi halde vahyin rağmına üretilmiş kabullerin, ideolojilerin gündemimize oturması ve son gelişen tartışmalardan da anlaşılacağı gibi, “sanıldığı gibi de değillermiş” dercesine muhabbetimizin oluşması işten bile değildir.
O yüzdendir ki: Müslümanların birbirlerinin yapıcı eleştirilerine ihtiyaçları vardır.. Yapılan eleştirilere kulak vermemek, o yetmezmiş gibi “öteki” derekesine iteklemek, Kur’an’ın öngördüğü, olmazsa olmaz dediği istişarenin, dayanışmanın hakkını vermemek demektir ve bu da bir Müslümanın sergileyeceği tutum değildir.
Şunu da ilave edelim ki; erbapları iyi bilirler; istişare sadece bir cemaatin kendi içinde kendi işleyişlerine dair veya sadece üç beş kişinin kendi anlam dünyalarına dair, kendi dar mekanlarında yaptıkları tartışma demek değildir. Müslümanlar için her nerede olursa olsun, hangi koşullarda söylenirse söylensin, vahye uygun ve Müslümanların beklentileriyle örtüşen her söz istişare için veridir, değerdir, kulak verilmesi gerekir. Vahye, sahih geleneğe uygun sözleri rehber edinmişlerle de dayanışma içine girmek, hem özgün İslam toplumu inşasına ve hem de zulme, baskıya karşı direnç, güç oluşturulmasına vesile olacaktır.
Son söz Kur’an’dan:
“Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.” (İsra,17/53)
“Onlar, Rab’lerinin çağrısına karşılık verirler, namazı gözetirler, işlerini aralarında danışma ile kararlaştırırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan yardım için verirler.”(Şura, 42/38)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *