Zonguldak kömür madenciliğinin geçmişi bir efsaneden mülhem 18.yüzyıla (1829) dayanıyor. Üzerinde, o demlerde Rusya, Almanya, İngiltere, Fransa gibi devletler tarafından emperyalist baskılar kurulan kömürün, işletmecilik anlamında üretimine başlanması 1848’da, millileştirilmesi ise 1940 tarihlerinde gerçekleşmiş.. Yine Zonguldak (TTK) havzası için söylersek, kömür üretimi ta işin başından beri hep sorunlu olmuş, çalışan işçiler grizu ve kömür tozu
Zonguldak kömür madenciliğinin geçmişi bir efsaneden mülhem 18.yüzyıla (1829) dayanıyor. Üzerinde, o demlerde Rusya, Almanya, İngiltere, Fransa gibi devletler tarafından emperyalist baskılar kurulan kömürün, işletmecilik anlamında üretimine başlanması 1848’da, millileştirilmesi ise 1940 tarihlerinde gerçekleşmiş..
Yine Zonguldak (TTK) havzası için söylersek, kömür üretimi ta işin başından beri hep sorunlu olmuş, çalışan işçiler grizu ve kömür tozu patlaması; metan, karbondioksit ve karbonmonoksit boğulması ve diğer sebeplerden dolayı kaynaklanan iş kazaları riskiyle karşı karşıya gelmişlerdir.. İnsanın yaşam kalitesini ciddi anlamda düşüren ve sonunda ölümlere sebep olan pnömokonyoz gibi meslek hastalığı da bu işin cabasıdır.
Bu tür faktörler başta olmak üzere, üretim koşullarının zorluğu ve maliyet riskinin fazlalığı nedeniyle kömür madenciliği/işletmeciliği ağır iş kolları skalasında başı çekmektedir.
Bu ağır iş kolu başlangıçta insanlar için cazip olmamış, millileştirme politikaları çerçevesince köylerden toplanan insanlar yok paraya ve zorla madenlerde (madenkeşlik dönemi) çalıştırılmış, sanki toplama kamplarını andıran ve işçi pavyonu namıyla meşhur yerlerde ikamete zorlanmışlardır.
Sonrasında çalışma koşulları çok da iyileştirilmemesine rağmen, ücret politikası açısından işçi lehine geliştiği söylenen sürecin akabinde özellikle vasıfsız, sadece beden gücüyle hayata tutunmaya çalışan bölge insanının tercih ettiği iş kollarından biri olmuştur.
1992’de Zonguldak Kozlu bölgesinde meydana gelen grizu patlamasında 263 kişi hayatını kaybetmesine rağmen, bu iş kolu cazibesini kaybetmemiş; ölenlerin en yakınları dahi aynı işe talip olmuş, devamında aynı koşullarda çalışmak üzere yüzlerce insan iş başvurusunda bulunmuştur.
Siyasilerin, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için değil de iktidara gelebilmek veya iktidarda kalabilmek adına eleman alacaklarına dair sözler vermeleri ve ücretlerin artırılmasına dair vaatleri mukayeseli olarak ele alınabilecek şeylerdir ama bu denli ölüm vakıalarının yaşandığı, ağır meslek hastalıklarına maruz kalmak riskinin söz konusu olduğu bir iş kolunun insanlar tarafından hala tercih edilmesi düşündürücüdür.
Şimdiye kadar iş başvurusunda bulunan ve bundan sonrası için de başvuru fırsatı gözleyen insanların çoğunun bildiğini tahmin ettiğimiz istatistiki verilere göre, kömür ocaklarında 1940-2010 yıllarındaki iş kazalarında (son kaza dahil) 3 bin 296 işçi ölmüş, 385 bin 462 işçi yaralanmıştır..
İktidarların yanlış ve yanlı özelleştirme politikaları, tasarruf genelgeleri, denetimsizlik, taşeron şirketlerin ve özelleştirilen işletme sahiplerinin sadece parayı, kârı düşünmeleri sebebiyle üzülerek söyleyelim ki bu tür vakıalar her zaman yaşanacaktır.
Bu rakamları, kaza değil ama meslek hastalıkları (Pnömokonyoz) sebebiyle ölümleri de katarsak çoğaltmak mümkündür. Madenciliğin ilk başladığı yıllarda tababetin durumunu da göz önüne alırsak, teşhis ve tedavi zorluğu nedeniyle gerçekleşen ve istatistiğe geçmeyen yüzlerce ölümden bahsetmek mübalağa olarak görülmemelidir.
Çalışma koşullarının iyileştirildiği iddiasına rağmen,2008 ve 2009 verilerince toplamda 284 meslek hastalığı teşhis edildiğine göre geçmiş yılların rakamlarını varın birlikte düşünelim. Havza genelinde yaşayan yaşlı madencileri araştırdığımızda, aynı hastalıklardan muzdarip ve henüz istatistik verilerine dahil edilmemiş onlarca insanları görmemiz kaçınılmazdır.
Sırası gelmişken ilave edelim: Madencilikten emekli olanların ve tabii ki meslek hastalığından muzdarip olanların, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözünün kıymetini en iyi anlayanlardan olduklarını bilmem söylemeye gerek var mı?
Yukarıda da ihsas ettirdiğim gibi bütün bunları bilenlerden biri olmamıza rağmen ve severek, isteyerek olmasa da maden işletmeciliğinin güvenlik biriminde çalışmış; denetim ve kontrol amaçlı da olsa kömür kazım ve çıkarımının bütün aşamalarını gözlemlemiş ve o iş üzerinden emekli olmuş; yani madenciliği yüzeysel de olsa yaşamış biriyim.
O çalışma koşullarına az çok şahit olan biri olarak diyebilirim ki; aslında hayatın kolay yerlerinde iş tutmuş insanları, hazır ellerindeki kolay işin kıymetini bilmeyenleri ve hatta müstekbirce, müstağnice laf eden siyasileri konforlu asansörlerle(!) yerin 560-760 metre aşağılarına indirecek,arkalarından esen kutup rüzgarları eşliğinde karanlık galerilerde yürümeyi öğretecek;vücutlarının her zerresinden zararlı toksinleri attıracak terlemeye(!) sebep olan ayak ve bacalarda şöyle bir gezdireceksiniz..
Olmadı, bellerine 4 metrelik sarmaları bağlayarak, omuzlarına fırça ve domuzdamlarını yükleyerek; tahkimat malzemelerinin çıkardığı çatırtı ve açılan boşluklarda oluşan göçük seslerini dinleyerek, yer yer değişen 45 derece ve daha fazlası eğimlerde çalışmaya zorlayacaksınız ki görecekler o zaman Hanya’yı Konyayı.. Yetmez efendim; madenci lambası ve gaz maskeleri bellerinde, uçlarında öğünlük yemekleri ve içme suları asılı olan kazma ve kürekleri omuzlarında desandrilerden indirecek, varagellerden çıkaracaksınız ki düşme korkusu, nefes nefese kalmak, diz bağının çözülmesi neymiş, fiilen yaşasınlar.
Varagel diplerinde, iki vagon arasında başları sıkışma pahasına kanca nasıl takılır öğrettikten sonra manevra yaptırıp, yer altı trafiği için ehliyet vereceksiniz ki yol boyu işleyen lokomotiflerin ve arkalarından uygun adım giden vagonların altında kalmasınlar..
Mola durumlarında kirli, bulanık sularda ellerini yıkattırıp hijyeni(!), temizliği öğreteceksiniz; kömür tozu/karasının her zerresinin işlediği ortamlarda, tepelerinden damlayan suların ve tepelerinden dökülen kömür parçacıklarının altında; kendi boş laflarının yazılıp çizildiği gazete kağıtları üzerinde, siyasi ikballeri, makam mansıp için istismar ettikleri işçilerin yanlarında getirdikleri yemeklerden ikram olsun diye yedireceksiniz ki acıkma hissinin ve susuzluğun sahiciliği ve lezzet denilen şey neymiş; ocak lambası eşliğinde, lambalara üşüşen sivrisineklerin vızıltısıyla piknik/mesire nasıl yapılırmış, sahici muhabbet, sahici paylaşmak nasıl olurmuş anlasınlar..
Mesai bitimine yakın terli terli ve günün olanca yorgunluğuyla kuyu diplerine, baca ağızlarına yürüteceksiniz ve kuyu diplerinde, hapishane kapılarında azad olmayı bekleyen mahkumlar gibi dakikalarca ayakta tutacaksınız ve itiş kakış içinde yukarıya çıktıklarında perdeleri bile olmayan, kah çok sıcak, kah çok soğuk duşlar altında sürüler gibi duş aldıracaksınız ki insan olmak ne menem bir şeymiş anlasınlar. Kömür tozu, karası o kadar işler ki insanın yüzüne gözüne, dakikalarca sürter yıkarsınız da çıkmak bilmez bir türlü..
Bizim buralarda sürmeli gözlü, sık nefes alıp veren erkeklere rastlarsanız, bilin ki o madencidir..
Çalıştığımız işletmede birkaç arkadaşı gezdirmiştim vakt-i zamanında; gelin görün, yaptığınız işle mukayesesini yapın da halinize şükredin kabilinden..
Tek tek göstermiştim çalışma mahallerini ve işçilerin hangi koşullarda emek sarf ettiklerini ve anlatmaya çalıştığım o leziz yemeklerin olduğu sofralarda kömür gözlü insanlarla da tanıştırmıştım..
Soğanın, helvanın, haşlanmış yumurtanın, bir dilim köy ekmeğinin ne kadar leziz olduğunu oralarda fark etmiştik biz, sonra onlar da..
Akabinde dedikleri şey şuydu o arkadaşların: “Biz yürürken, gözlem yaparken dahi yorulduk ve yer yer endişeye kapıldık, korktuk. Gerçekten zor imiş bu işler. Doğrusu maden işçilerinin emeğinin hakkının verilmesi ve onların aldığı ücret hakkında hiç laf edilmemesi gerekir ve biz gereken dersi aldık..
O arkadaşlar aldı da kurumun üzerindeki hâkim irade yani siyaseti yönlendirenler, şekilde görüldüğü üzre bir türlü ders almak istemiyorlar.
Ki dünyayı ben yarattım havalarında, önceden haber verilip gezinti güzergâhları teftişe hazırlanılarak girdikleri vakidir ocaklara ama öyle anlaşılıyor ki ders almak niyeti taşımamışlar hiç.
Hâkim iradeden kastım sadece kurumun idari pozisyonunda görev alanlar değil elbette; ki bunu idarecilerin, işletme için gerekli olan projeleri çizdiklerini ve ilgili birimlere rapor ettiklerini varsayarak söylüyorum. İktidarlar, ta Özal’dan beri, bu tür sektörler için özelleştirme politikası uygulamaktadırlar ve buna bağlı olarak geçmişte Özal’a veryansın edenler, şimdi tasarruf bahanesiyle projelere, raporlara göz gezdirmeden insanı harcamaya devam etmektedirler.
Kendi tükettiklerinden, aldıkları maaş ve primlerden, mutlu azınlıklar fotoğrafı veren yaşam koşullarından tasarruf etmeyi göze alamayan iktidar sahipleri; aslında kendilerine o imkanları veren insanlar için gerekli iş güvenliğine ve üretime yönelik teçhizat sağlamıyorsalar ve destek kabilinden gerekli istihdamı oluşturmuyorsalar, kurumun başındaki sorumlu kişinin tek başına yapacağı hiç bir şey yoktur; onların işi ancak günü kurtarmaktır, bu tür kazalar karşısında da acze düşmektir ve zaten siyaseten o makamlara gelmelerinden dolayı da aciz olmaya elleri mahkumdur..
Şunun altını çizelim ki kamu kurum ve kuruluşlarının güya rantabl kabul edilmeyen kısımlarının özelleştirilme politikaları ahlaksız bir zeminde yürütülmektedir. Verilen ücretlerden ve yok yere insanların ölümüne sebep olan çalışma koşullarından da anlaşılacağı üzere, insan kimsenin umurunda değildir, sadece para ve kâr amacı güdülmektedir..
Gerekli kanun ve müeyyidelerle taşeronu sorumlu tutmayan özelleştirme politikaları nedeniyle, bu tür işletmeler her zaman kazalara ve çoklu ölümlere gebedir. Bu son olaydan çıkarılması gereken derse göre, taşeron şirketlerin az ücretle, yetersiz ekipmanla kendi sahalarında çalışma gayretlerinin sorgulanması ve takibe alınması gerekmektedir. Bu sebeple, iktidar pozisyonunda olanlar ağlamaktan, kaza sebebiyle ölümleri işin tabiatına bağlama fırsatçılığından vazgeçip özelleştirme politikalarını yeniden gözden geçirmelidirler ve taşeronları, özel işletme sahiplerini ahlaki zeminlere zorlayacak kanun ve müeyyideler için çaba göstermelidirler.
Unutmasınlar ki idarecilerin, idare ettikleri insanlar üzerinde sorumlulukları çoktur. O sorumlulukların hakkını vermeyenlerin hesabı da ağırdır. Ve bilsinler ki bu tür kazalarla babaları, kocaları, evlatları, kardeşleri ölmüş insanların gözyaşları hesap gününde onları boğacaktır.
İşsizliğe çözüm üretmeden, denildiği şekliyle rantabl olmadığı bahanesiyle yer altı kaynaklarını ve işletmeciliğini gözü para hırsı bürümüş insanlara koşulsuz teslim edenler, işsiz insanların bu tür sektörlerde, ağır ve güvensiz ortamlarda, az paraya çok işe mahkum edildiklerini bilmiyor olamazlar. İnsanların, madencilikten emekli oldukları halde, hala taşeron şirketlerin maden işçisi olarak çalışmalarının nedenlerini devleti idare edenler sorgulamalıdırlar. Özellikle vurgulayalım ki bu söylem karşı çıkılan anlamda devletçi bir söylem değildir; insanın, insan olduğunu, insan olmaktan kaynaklanan hakları olduğunu inancımız gereği devleti yönetenlere hatırlatmaktır.
Evet, son kazada maalesef 30 işçi, 30 sürmeli gözlü insan daha “iş kazası” istatistiğine kurban gitmiştir ve onlar da artık sadece istatistiki verilerden bir rakamın karşılığı olmuşlardır.
Bu işler madencilikte, acı ama gerçek rutin işlerdendir; kanıksanmış, sıradanlaşmıştır.
Ne yazık ki önceki kazalar gibi bu da unutulacak, aynı tas aynı hamam kabilinden aynı koşullarda çalışma, çalıştırma devam edecektir.
Ve kaza mahallinde tespit yapacak bilirkişi raporlarında yazılacakları şimdiden söyleyiverelim: “Önlenemez iş kazası..”..
Ne demişti Başbakan; “Bu tür kazalar bu mesleğin fıtratında var”
Başka söze ne hacet!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *