“Bu millet dinin aslına dönmedikçe, referans, usul ve amaç birliği yapmadıkça kimseye kurtuluş yoktur. Bu felaha gidecek yolu da insanlara anlatacak olan bugünün mütefekkirleridir.”
Din Yükselmedikçe Bizim İçin Felah Yoktur
Yakup Döğer
“Her gün biraz daha dinimizin gösterdiği yoldan, ananemizden, gelenek ve göreneklerimizden uzaklaştığımızı, değerlerimizin horlanmaya maruz kaldığını gördükçe titriyorum… Bir millet hiçbir zaman zeval bulmaz, elbette onun sukutuna, yıkılışına mutlaka bir sebep vardır.”
Hafız Baki Efendi, İtisam Mecmuasında neşredilen bir makalesinde, yaşanan dinden uzaklaşma ve dinsizleşme hastalığının elim sonuçlarını yüz yıl önceden bugünlere hitaben dile getirmekte. Müslüman toplumun Avrupalı olmak merakını, kendisini ve kimliğini Batı üzerinden tanımlamak yanılgısının vahim sonuçlarının nasıl tezahür ettiğini yana yakıla haykırmaktadır. Dinden uzaklaşmanın ve dini bir değer olarak görmekten öte, Müslüman olmayı bir sıfat olarak görmenin devleti ve toplumu nerelere getirdiğini ifade etmektedir.
İtisam Mecmuası 1918-1920 tarihleri arasında Ahmed Şirani (1879–1942) tarafından haftalık olarak yayınlanmış, 73 sayı çıkmıştır. Dönemin can alıcı konularına dikkat çekmeye çalışan mecmua, özellikle kadın meselesi, ahlaki yozlaşma, İslam Alemi, Din-i İslam konularında makaleler neşretmiş, hastalıkların tedavisini de dine bağlanmak olduğu anlatmaya çalışmıştır. Daha önceki bir makalesinde de (Din, Yine Din, Daima Din) belirttiğimiz gibi, Makale müellifi Hafız Baki’nin kim olduğu hakkında ise bir malumata ulaşamadık.
Baki Efendi geçen süre içinde iktidarın neler yaptığına dikkat çekmekte, sıkıntılarını dile getirmektedir: “On seneden beri ağır fakat sağlam adımlarla dinin aleyhinde öyle fena gelişmeler olmuştur ki; Biz bunların telafisi için birkaç on sene çalışsak dini o eski yerine getirmeye muvaffak olamayız. Şuurumuz pek zehirli ilaçlarla uyuşturulmuştur.”
Hafız Baki Efendi, 1919 yılında neşrettiği bu makalesinde de geçen on senenin muhasebesini yapmakta, bu on senede neler yaşandığına dikkat çekmektedir. Bahsettiği on sene, 1909-1919 arası, İttihatçı tayfanın işbaşında olduğu dönemdir. Askeri ve ekonomik gücü eline geçiren bu laik-seküler yapı, alabildiğine verili değerleri yozlaştırmaya çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Bugün yaşadığımız ahlaki yozlaşma ve kimlik bunalımı, insanların Müslümanlığı bir aksesuar gibi görme düşüncesi ve buna binaen yaşamasının tarihi uzantılarını Baki Efendinin bahsettiği dönemlerde kök saldığını görmekteyiz.
20. yüzyılın başlarında yaşanan bu olumsuzluklar, 21. yüzyılın başlarında etkisini artırarak devam etmekte, bugün gelinen noktada neredeyse geri dönülmez eşiğin aşıldığı görülmektedir. Baki Efendinin yeniden eski yere gelebilmek için “birkaç on sene” diyerek bahsettiği çaba, artık bugün bir yüzyıl olarak telaffuz edilse bile, yeniden eski yerine gelmesinin imkânından bahsetmek ütopya gibi görülmekte.
Baki Efendi dönemin ulemasının da bu işte olan taşınmaz vebalini de çok ağır bir dille ifade etmektedir.
“On senedir ulemanın bu zavallı millete ne faydası dokundu? Zaten çoğu o devrin adamlarının yanında, o melun cemiyetin meddahları ve propagandacıları değil miydi? Onlardan ne hayır bekleyebilirdik? Biçare İslam Alemi baskı altında birkaç muhterem zatın dini hissiyatına ve yardımına muhtaç kalmıştı. Heyhat… O muhterem insanları da zulümle tehdit ettiler. Sürgünlere gönderdiler. Baskıları, zulümleri altında inlettiler. Bizden zorla uzaklaştırdılar… Ve sonra da istedikleri gibi oynadılar.”
Laik-seküler-dünyevi iktidarın doğasında olan uygulamayı, muhalefetsizliği dönemin iktidarı da sonuna kadar uygulamış ve kendisine muhalif hiçbir sesin çıkmasına müsaade etmemiştir. Ve her dönem olduğu gibi entelektüel kesimin iktidardan taraf oluşu, egemen gücün hem toplum nazarında meşrulaşmasına hem de yapıp edeceklerinin önünde bir engel kalmamasına yaramıştır. Yüz yıl öncesi, yüz yıl sonrasına ne kadar benziyor! Bugün de Müslüman entelektüeller egemen siyasi iktidardan taraf olmuşlar, muhalif hiçbir sesin çıkmasına müsaade etmemekteler. İktidarla el ele verip, alenen işlenin bütün kötülüklerin alabildiğine önünün açılmasına yardımcı olmaktalar.
Yanıldıkları yeri görmeyen ya da görmek istemeyen bu dönemin Müslüman entelektüelleri (ulama ya da alim diyemiyorum) her türlü haramın iktidar eliyle işlendiğini ve bütün hızıyla işlenmeye devam ettiğini görmelerine rağmen pasif muhalefetle işi geçiştirmeye çalışmakta, lakin aktif destek vermekten geri durmamaktadır. Yanıldıkları yer aslında çok basit tespit edilecek bir husustur; entelektüel camia aleni itirafların ve aşikâre yapılanların sorgulamayı bırakmış, gizli niyetlerin peşine takılmıştır. Haram, helal sınırlarını dahi biat ettikleri siyasi iktidarın tercihine bırakabilenlerin elbette bu zavallı millete hiçbir faydası dokunmayacak, aksine şimdi olduğu gibi uçuruma doğru sürükleyecektir.
Oysa Müslüman entelektüel bir bilince sahip olandır ve Edward Said’in dediği gibi “iktidara hakikati söyleyebilendir.” Entelektüellerin siyasi iktidarın kamuoyuna yönelik hoparlör vazifesini görmesi, sahip olduğu bilincin kıymet-i harbiyesinin farkında olmamasından kaynaklanmaktadır denebilir.
Hafız Baki Efendi dönemin iktidar yardakçısı ulemasına eleştirilerinin dozunu artırarak devam eder:
“Ulema kisvesi altında onlara yardakçılık, yağcılık yapanlar yüksek makamlara çıktılar. Dinden imandan habersiz adamlar, dini şeriatı ellerine aldılar. O zalimlerin her dediğini yerine getirdiler. Allah’ın Peygamberin gösterdiği sıratı müstakimi insanlara açıklamakla görevli olan bu gafil zümre, nihayet o zalimlerin emrine muti ve sadık birer kul köle oldular. İşte nihayet bu felaketlere yuvarlandık.”
İktidar ve güce boyun eğenler, Allah’ın hudutlarını çiğnemelerine, haram ve helalleri değiştirmelerine, sıratı müstakimden sapmalarına rağmen, iktidar sahiplerini “bizden”miş gibi görmeleri sonucunda, elde ne din, ne ahlak, ne adalet, ne mahremiyet, ne merhamet, ne gelenek, ne örf ve adet ne de Müslümanca bir hayatın tezahürü kaldı. Yaşanan münker devri, egemen gücün politik hesaplarıyla ve bu hesapları sürekli tevil ederek aleni olanı göremeyen, görmek istemeyen bir kısım Müslüman camia tarafının gayreti sonucu, bütün pervasızlığıyla hüküm sürmeye başladı. Öyle bir yere de gelindi ki, artık ne eleştiriliyor ne de vazgeçilebiliyor. Bunun aksine alabildiğince münkerin hüküm sürmesine destek devam ediyor. Hatta dinde kardeşlerini bile laik-dünyevi zihniyete değişebiliyorlar.
Bütün programı laik-seküler paradigmada oluşturulmuş iktidarlara sevgi ve yakınlık duyanlar sonra ahlaksızlıktan, fuhşiyattan, uyuşturucudan, serserilikten, sadakatsizlikten, adaletsizlikten, merhametsizlikten, kadından, erkekten, gençten yaşlıdan, eğitimden hukuktan, ekonomiden, gelir adaletsizliğinden şikâyet ediliyor. Dünyevi iktidarların ne iş var ki bunları yapmaktan başka? Hem safını dinde kardeşlerini tahkir etme pahasına dünyevi iktidarlardan yana tut, onlarla beraber hareket et, yaptıkları zulümleri görmezden gel, sonra da neden bunlar böyle oluyor diyerek muhalefet et! Bu tarz-ı siyasette davrananlar öncelikle şunu bilmelidir ki; bu haklarını en baştan kaybettiler. Muhalefetleri ve eleştirileri egemen güç tarafından zaten kale alınmadığı gibi, dinde kardeşleri tarafından da samimi bulunmamaktadır.
“Felaketlerimizi başka sebeplerde araştıranlar aldanıyorlar. Dinsiz hiçbir millet yaşayamaz.”
Böyle haklı bir tespitte bulunuyor Hafız Baki Efendi: Yaşadıklarımızın sebebi dine olan sadakatsizliğimizdir, zira din olmadan bir milletin yaşaması mümkün değildir. Hele ki Müslüman bir toplumun kendi dininden uzaklaşmasını Allah en şiddetli şekilde cezalandıracaktır. Bugün dinin varlığından söz edilebilir mi? Dinin vicdani bir mesele olmasından öte, hakkı olan hangi meselede dine hakkını teslim ediliyor?
Hafız Baki Efendi kendi dönemindeki tesettür meselesine de değinmektedir. Dönemin Batı kodlarında yetiştirilen yeni nesil gençliği, tesettüre karşı saldırı girişimi içerisindedir.
“Sorarım… Birçok gençler her gün, her dakika, tesettürü kaldıralım diye bağrışıyorlar. Tepiniyorlar. Bunları daire-i İslamiyete getirecek, din diyanet, İslamlık gibi meziyet-i ulviyeyi telkin edecek ulema değil midir?”
Tabi bizler yaşadığımız dönem itibarıyla bu sorunun başka bir boyutunu yaşıyoruz. “Tesettürü kaldıralım” diyenler yok denebilecek kadar azdır, lakin tesettürün ne demek olduğunu ve ne anlam ifade ettiğini saptıracak kadar tesettürlü Müslümanız mevcuttur. Müslümanlar tarafından tesettürün bir modaya dönüştürüldüğü, hicabın hayanın ortadan kaldırıldığı, en güzel örtünmenin, en şık giyinmeye tekabül ettiği zamanlardan geçmekteyiz. Artık tesettür defilelerini ahlaksız mankenler yapmakta, podyumda başörtüsü, pardösüyle arz-ı endam etmektedir. Tesettür defilelerinin sonucunda güçle parayla tanışmış sonradan görmeler, mağazalara akın etmekte, “farklı dünyaların eşarplarından” fiyatlarına bile bakmadan dolaplarını dolduracak kadar almaktadır. Kapitalist ekonomi hem düşman olduğu dine açıkça saldırmakta, hem de Müslümanların cebinden kendi dinlerini yıkacak finansmanı sağlamaktadır.
Hafız Baki Efendi istibdad döneminin sona erdiğini ve hürriyete kavuşulduğunu ama bu hürriyet ortamında ulemanın silkinip kendine gelemediğini de ifade eder.
“Çok şükür, esaret zincirinden kurtulduk. Fakat ulemamız bir türlü silkinip varlığını gösteremedi. Buna sebep nedir ki? Biraz ötekilere bakalım, kendi fikirlerini düşüncelerini doğru göstermek için her türlü çabayı sarf ediyor. Milletin inancını, itikadını, kalbi sekinetini altüst etmek için çeşitli mahirane planlar yapıyorlar. Akla hayale gelmeyecek hileler tuzaklar kuruyorlar.”
Baki Efendinin bu satırları günümüzde siyasi iktidarların meşruiyetine atıf yapmak için ileri sürülen “Müslümanlara alan açıldı” söylemini akla getiriyor ister istemez. Tabi arkasından da yine ister istemez “açılan alanda Müslümanlar ne yaptı?” sualini dayatıyor. Referandum tartışmalarıyla yaşanan kırılmanın ardından, demokratik temelli bireysel özgürlüklerin genişlemesini hararetle savunan ve sahiplenen Müslüman mütefekkirler, açılan bu alanlarda dine, dinin muradına, Resulün (as) yoluna dair ne gibi sahih temelli girişimlerde bulundu? Ne gibi organizasyonlarda beraber hareket etti? Savrulup giden insanlığa nasıl bir yol gösterdi? Elbette bunlar şapkamızı önümüze koyup konuşmamız gereken yerlerdir.
Müslümanların bu özgürlük (!) ortamında, Müslümanlıklarıyla övünebileceğine dair neler yaptığını hangi cesur adam çıkıp sayıp, dökebilir? Baki Efendinin dediği gibi, bir türlü silkinip ayağa kalkamayan Müslüman muhalefet, dinin farizalarından olanları, dinin tanıdığı meşruiyetin dışında, demokratik temelli talep edince, Allah-u Teala da hasıl olması gereken bereketi Müslümanlara nasip etmedi. Zira yönelen taraf gerek referans gerek usul ve gerekse amaç olarak esasa aykırılık teşkil etmekteydi. Aklı başında denebilecek Müslüman entelektüel, aydın akademisyen kısım, din temelli çözümleri tevil ederek, yeni bir yorumla, sürekli dünyevi cennetlere çıkan kapıları araladılar.
Müslümanların bu tavrıyla zamanı, sürekli düşmanını memnun etmek üzerine strateji belirlemekle geçerken, Müslümanların düşmanları türlü plan projelerle ifsada giden yolda alabildiğine mesafe kaydetti. İktidar kaynaklı hiçbir ifsada, eğitime, ekonomiye, uluslararası ilişkilere, aileye, gençlere yaşlılara dair, dinin önerdiği çözümleri göstermediler. Eleştirileri çoğu zaman pasif düzeyde kalırken, destekleri sürekli olarak aktif düzeyde sürdü, sürmekte.
Bütün millet şu itikadı bir düstur ittihaz etmelidir: “Din yükselmedikçe bizim için felah yoktur.” İşte bunu tefhim edecek ve Müslümanlara rehberlik vazifesini ifa edecek ancak ulemadır.”
Hafız Baki Efendi böyle bitiriyor makalesini. Dönemin ulemasına Baki Efendinin seslendiği gibi, bizde dönemimizin Müslüman muhalefetine böyle seslenerek:
“Bu millet dinin aslına dönmedikçe, referans, usul ve amaç birliği yapmadıkça kimseye kurtuluş yoktur. Bu felaha gidecek yolu da insanlara anlatacak olan bugünün mütefekkirleridir.” Unutulmasın, din yükselmedikçe bizim için felah yoktur.
Makale Kaynağı: İtisam Mecmuası, sayı 12, sayfa 8, Tarih 17 Şubat 1919
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *