Temel inanç ve esaslardan vazgeçmemiz ve bu şekilde diğer düşüncelerle uzlaşmamız halinde Müslümanlığımız mı kalır bizim?
Kur’an’a göre…
İslama Göre…
İşte Kur’an…
Kur’an mesajı…
Yaşayan Kur’an…
Kur’an dışı oluşumlar…vs.vs.
Bunlar Türkiye koşullarında İslam/Kur’an merkezli çalışmalara verilen başlıkların en bilinenlerden birkaç tanesi, daha onlarcası var çünkü…
Genel kabuldür ki; insan aklı, alınan eğitimden de önce fıtrata, yaşadığı coğrafyaya, iklim koşullarına, aileye, sosyal çevre ve var olan kültüre göre değişkenlik arz edebilecek bir yapıya sahiptir ve tabii ki bu sebeplerle de zaaflarla maluldür. Kestirmeden gidip söylersek, hal böyleyken kime ve neye göre âlim, aydın olduğu tartışılan insanlar, indi mülahazalarını örneklerini verdiğimiz başlıklarla ve benzerleriyle isimlendirerek hangi hakla adeta mutlaklık izafe edilen söyleme dönüştürürler ve yazıya dökerek kitaplaştırırlar üzerinde düşünülmesi gerekmektedir…
Oysa söylediklerini Hakk’a dayandırma ve bu anlamda mutlaklaştırma hakkı olan, devr-i zamanında “Bu söylediklerin senden mi yoksa Allah’tan mı?”sorusuna verilen cevaptan da anlaşılacağı gibi sadece peygamber-ler-dir. Kimilerine göre tartışmalı olabilecek bu tespitten hareketle dile getirirsek, “Kur’an’a göre şöyle, İslam Dinine göre böyle vb.” iddiasını ileri sürenlerin, iddialarını fiili anlamda tasdik edici inzal/vahiy, peygamber gerçekliği de artık olmadığına göre, elde olan mevsuk metinden ve kadim gelenekten, başta sıraladığımız etkenler doğrultusunda gerçekleşen çıkarımların “Kur’an” gibi bağlayıcı olup olmadıkları hususu üzerinde de kafa yormak olmazsa olmazdır.
Sakın ola ki hiç kimse önyargısını üzerimize boca etmesin; amacım asla işi sulandırmak veya bulandırmak değildir. 1400 yıllık vakıadan cesaret alarak, bilgi birikimleri ve akılla ilintili melekelerini kullanma becerisi, masumiyet karinesi gereğince göreceli olan insanların kavillerinin Kur’an’a göre neliğini sadece tartışmaya açmaktır.
Bu çaba tehlikeli sularda yüzmek veya suyu bulandırmak gibi addedilecek olsa da aslında demeye çalıştığımız şey bellidir: İnsanlar kabullerini, düşüncelerini, bilgilerini paylaşsınlar, istenilen de zaten budur ama kesinlikle mutlaklaştırmadan, dayatmadan ve söylemlere itiraz edenleri bilhassa Kur’an’ı merkeze aldıkları sanısıyla ötekileştirmeden; yani kadim geçmişten miras kalan veya nevzuhur kavramlarla yaftalamadan, ıstampa mühür damgalamadan olmak koşuluyla…
Aslında, Kur’an/Din merkezli çalışma ortaya koyanlar, çalışmalarının başına veya sonuna bütün bunlar benim anladıklarım, benim çıkarımlarım, benim kanaatlerim, benim tercihlerim diye şerh düşüverseler zaten sorun filan çıkmayacaktır. Çoğumuzun bildiği gibi kadim ulema geleneğinin özgün örneklerinde bu tarz bir tevazuyu, hassasiyeti görmek de pekâlâ mümkündür.
Ama ne yazık ki bugün ısrarla bu hassasiyet göz ardı edilmektedir ve cemaat vb. oluşumlar açısından keyfiyet değil, aksine kemiyet hesabı yapılarak bireyleri kaçırma, var olan kurumu koruma endişesi; kişisel bazda ilmi kariyer edinme, âlim, aydın vasfını kazanma arzusu, başkalarının yanlışlarını güya Kur’an adına ortaya koyarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır ki bunun tam karşılığı özellikle “öteki” kılınan insanları merdiven basamağı olarak kullanmaktan; daha ilginci de cennetin tapusu elimizdeymişçesine kendimiz için endişe duymayı bırakıp, başkaları adına düşünüp karar vermekten başka bir şey değildir. Acizane beni bu bapta benzer şeyler söylemeye ve yazmaya teşvik eden de biteviye eleştirip durduğumuz problemlerin ortadan kalkmaması veya azalmamasıdır.
İslam düşüncesi geleneğinde bu tarz yaklaşımlar nedeniyle, kırılmalara, ayrışmalara, fırkalaşmaya sebep olunduğu herkesin malumudur. Şimdi de geçmişten ders alınmamışçasına benzer ameliyelerin sergilendiği bir vakıadır. Bu çerçevede rasyonalist, neo-mutezile, pozitivist, reformist, modernist, kaderci, akılcı, harici, mezhepsiz, selefi, Bâtıni, şucu, bucu vb. kavramlar, muhatapların irad ettiği düşünce biçimine göre ötekileştirmek yani bir anlamda cehennemde parsel adını belirlemek üzere alesta bekletilmektedirler ki hiç kimsenin bir başkasının uhrevi yaşam alanını belirleme, hatta ima etme hakkı olmadığı halde…
Sormak gerek: Akıbetleri hakkında garantisi olmayan, sadece hafv ve reca yani korku ve ümit arasında inanmak ve yaşamak durumunda olanların, başkalarının hakkında uhrevi yargı yürütmeleri tutarlı bir iş midir? Müslümanlığımızı deklare etmenin hemen akabinde bize böyle bir görev mi verilmiştir?
Kendi adımıza söylersek bu vb. kavramlar kullanılmadan sahip olunan bilgi ve ona bağlı düşünceyi ortaya koymak pekâlâ mümkündür. Yine kendi adımıza ilave edersek, böyle yapılması halinde saflaşmaların, ayrışmaların, kamplaşmaların önü alınması veya ortadan kalkması kuvvetle muhtemeldir. Kaldı ki her vasatta dile getirilen istişare, danışma, meşveret, şura gibi kavramların işlevsel boyutu tahakküm etmeyi, icbar etmeyi, ben ne diyorsam o demeyi ve dayatmayı değil; bilakis paylaşmayı, farklı inanç ve düşünceler açısından ortak bir dil/söylemde birleşmeyi, bir bilenden başka bir bilenin olduğu gerçeğinin kabul edilmesini, insanın her zaman hata yapma riski taşıdığını, o yüzden tebliğ müessesinin hakkının verilmesini öngörür…
Daha da açarsak, yaşanılan zamana göre kendini modern çağın bireyi olarak tanımlayan akıl sahipleri, başkalarının da hesap verme bilinci dahilinde hata yapma, yanılma pahasına da olsa aynen kendi bilgilenme, anlama ve inanmaya dair yaşadıkları süreç gibi Dini, Kuran’ı anlama ve yorumlama hakkı olduğu gerçeğini kabul etmelidirler ki bu hak teslim edildiğinde ortak zeminde buluşmak, anlaşmak ve ortak bir dile hayat vermek ancak mümkün olabilecektir…
Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçekliğin yeniden altını çizelim, Kur’an’ı ilk elden Allah’tan geldiği biçimde insanlara anlatan sadece Hz. Muhammed’dir…
Sonraki nesil tartışmalar incelendiğinde görülen odur ki; hermeneutik/anlam bilim merkezli tek anlama vurgu yapılsa da ilk elde istenilen bir durum olmamasına rağmen çok anlamlılık fiilen meşruiyet kazanmıştır. Bunun İslam düşünce tarihi verilerine göre çok farklı sebepleri vardır..
Vahyin doğrudan müdahalesinin son bulması, Hz. Muhammed’in vefatının hemen akabinde ırki, asabi, siyasi kavgaların çıkarılması ve devamında tefrikanın iktidar kılınması, dilin anlam dünyasına bütün bunların etkisinin inşa edilmesine paralel olarak zaman içerisinde yıpranması; başka kültürlerin İslam düşüncesine eklemlenmesi, siyasal baskılar ve en temelde insanın kendi tabiatında mündemiç olan hırs, zaafları meşrulaştırma güdüsü vb’leri çok anlamlılığı tetikleyen sebeplerdir…
Bu bağlamda karşımıza çıkarılacak Kur’an’ın mevsukiyeti meselesi metne yönelik bir kabul, bir vurgudur ve kast-ı mütekellim boyutunda gelişen tartışmaların nelerle nitelendirildiği de erbabının malumudur. Ta ilk nesilden bu yana samimi insanların, Müslüman bilirkişilerin süreci tek anlama yönlendirme gayreti günümüz düşünce farklılıklarından da anlaşılacağı gibi yeterli olmamış, itikadi ve ameli ve dahi siyasi yüzlerce mezhep, fırkanın ortaya çıkmasının önü alınamamıştır. Bu farklılıklar Dinin gereğidir, tali meselelerdendir diyenler, ta Hz. Muhammed’in rıhletinden bu yana gelişen siyasi ve itikadi itiş kakışların, kanlı savaşların, katliamların sebeplerini de izah etmeliler
Bu çerçevede kendi adıma tespit sadedinde söyleyeyim ki bugün dünden farklı değildir, üstelik geçmişi günah keçisi yapanlar tarafından her geçen gün eskilerine yenileri bina edilmektedir…
Bugün saymaya kalksak altından kalkamayacağımız ve kendilerini şu veya bu ameli itikadi, felsefi, siyasi disiplinlere yaslayan yüzlerce cemaat, tarikat gibi oluşumlar ve bunların resmi görüntüleri olan vakıf, dernek, gazete, dergi, yayınevleri, sanal ortamlar bağlamında ortaya çıkan düşünce farklılıkları hangimize yabancıdır ki? Müteaddit defalar ifade ettiğim gibi, neredeyse her gün bir yenisi piyasaya sürülen onlarca meal, onlarca tefsir, onlarca anlam bilime dair metodoloji kitapları, ilmihaller ve yine İslam düşüncesini tarihi, sosyal, siyasal, psikolojik ve ekonomik bazda irdeleyen ve farklı adreslere hizmet eden dünya dolusu eserler ne içindir?
Aslında temennimiz şudur; İnsanlar kendi kabullerini elbette ki Kur’an’dan ve ondan mülhem geliştiği söylenen sahih gelenekten yola çıkarak şekillendirmelidirler. Lakin o kabuller, ihsas ettirmeye çalıştığımız gibi son tahlilde kendi çıkarımları, indi mülahazalarıdır. Yani sahih bilgi ve sahih anlamın yanında zaaf içeren verilerin olması da kuvvetle muhtemeldir. Öyle ya da böyle, sahip olunan bilginin ve o bilgiye bağlı gelişen düşüncenin paylaşılması ve yaygınlaştırılması da zaten istenilen bir şeydir. Fakat bu, baştan beri işaret etmeye çalıştığım Kur’an’ın emir buyurduğu istişare, danışma, bir başka bilenler gibi hakikati keşif, ortak sözde buluşmayı sağlayıcı araçlara işlerlik kazandırarak; asla dayatmadan, tahakküm edici bir söylem kullanmadan, karşı tarafı mahkûm etmeden, onun iradesini yok saymadan, aşağılamadan, tahkir, tehcir ve tenkile tabi tutmadan olmalıdır.
Ayrıca bir şey daha vardır ki kendi varlığını ispat ve tahkim için, sırtını gücü temsil eden cemaatlere ve çoğunluğun düşünsel yapısına yaslayarak “öteki”leri kariyer ve iktidar basamağı olarak kullanmak müslüman ahlakiyle bağdaşır bir tutum da değildir..
Aksi halde bundan sonraki zamana ve nesle çok da hayırlı bir miras bırakılamayacağı ortadadır ki bu olumsuzluğa hayat veren de ne yazık ki kendisini modern zamanların modern bireyi olarak takdim eden ve akıllı uslu olmakla geçinen insanlardır…
Tekrar kabilinden söylersek, bu tarz konuları gündeme getirmek tehlikeli sularda yüzmek gibidir…
Ve “Ne yani Kur’an çok anlamlı mıdır, İslam düşüncesinin çok sesli olması vahiy kaynaklı mıdır? Bu şekil düşünerek herkese göre Kur’an ve herkese göre anlam kabulünü meşrulaştırmış olmuyor muyuz? vs.” şeklinde tepki içeren sorularla karşı karşıya kalma riskini ihtiva etmektedir…
Meseleyi illa böyle anlama ve yorumlama niyetinde olanlara da diyebileceğim şey, önyargılarını bir tarafa koymalarını, yargılamaya değil anlamaya çalışmalarını acizane tavsiye etmektir. Bugün tüm unsurlarıyla devam eden 1400 yıllık geleneğin sebebi biz değiliz çünkü…
Şimdi…
Hallac’ı Mansur’u, İbn-i Arabî’yi, B.Bestami’yi, Mevlana’yı yani meşayıh-ı kiram denilen bir dolu tarihsel şahsiyeti; dahası Gazali’yi, S. Nursi’yi, elan yaşayıp da bu isimlerden mülhem geleneğe hayat vermeye çalışanları niye eleştirip durduk biz, düşünelim beraberce. Okuyanlar bilir; kimisi uydurma bir kişilik olan Hızır’ı, kimisi Hz. Muhammed’i, ama birebir ama rüyasında gördüğünü; kimisi de bizatihi Allah’tan ilham aldığını iddia ederek yazı ve söylemlerini mutlaklaştırmamışlar mıydı?
Özgün İslam düşüncesine zarar vermeleri hasebiyle her vasatta yerden yere vurmuyor muyduk bu tarz inançları? Bu bağlamda aracılığa, şirke, insanların Allah gibi otorite, bilgi kaynağı görülmesine itiraz geliştirmemiş miydik? Peygamberlik müessesinin son bulduğu gerçeğinden hareketle, Cebrail gibi bir aracıya ihtiyaç duymadan doğrudan Allah’tan ilham aldıklarını söyleyenlere, böylelikle yazdıklarını kutsallaştıranlara tepki göstermemiş miydik?
Hal böyleyken sorayım: Bizim de kendi bilgi ve düşüncelerimizi, eleştirdiklerimize benzer bir şekilde mutlaklaştırmamız, bireysel ve sosyal münasebetlerimizi bu çerçevede geliştirmemiz; gettolar, polütbürolar, sınırları güya Kur’an’dan ilkelerle ama sürekli ayrılığı tetiklediği için aslında zanni mülahazalarla belirlenmiş arka mahalleler oluşturmamız; sadece kendimiz söyleyip, kendimiz dinlememiz, ilişkilerimizi “körler sağırlar birbirini ağırlar” derekesine indirgememiz ve nitelik değil niceliği esas almamız ne kadar doğru bir ameliyedir?
Ben diyorum ki; bütün bu sıkıntılar, varlığını inkâr edemeyeceğimiz düşünsel farklılıklar, aynen Hz. Muhammed’in aile bireyleriyle, en yakın arkadaşlarıyla, vahye teslim olmayan amcasıyla, amca çocuklarıyla ve diğer insanlarla olan ilişki biçimlerinden mülhem rol modelliğinden; bizim gibi inanmayan anne ve babamıza göstermemiz gereken tavır ekseninde Kur’an’da tavsiye edilenlerden; emir ve komutları geçici dünya menfaati için terk edenlere karşı yine bizatihi Kur’an’ın tarif ettiği ilişki biçimlerinden ve daha bir dolu örneklerden de anlaşılacağı gibi birbirimize insanca, müslümanca davranmamız halinde ancak üstesinden gelinebilecek şeylerdendir…
Son olarak; hiç kimseye sahih varsaydıkları düşüncelerinden vazgeçmelerini, vahye rağmen olan inanç ve ideolojilerle hâşâ uzlaşmalarının lazım geldiğini söylemiyor, telkin etmeye çalışmıyoruz… İnsanları sömüren, baskı ve işkenceye tabi tutan, yeryüzünde Allah’a rağmen hüküm va’z etmenin yani Allah’a rağmen otorite kurmanın karşılığı olan iktidar ve yandaşlarına, geçici dünya menfaatlerini de gözeterek, aman ha cemaatimiz dağılmasın, aman ha kurumlarımıza el konulmasın, aman ha otoritemiz sarsılmasın, aman ha kazandığımız imkânlar elimizden uçup gitmesin endişesine binaen geliştirilen reel politik fetvası ve fehvası gereğince ram olmalarını istemiyoruz…
Temel inanç ve esaslardan vazgeçmemiz ve bu şekilde diğer düşüncelerle uzlaşmamız halinde Müslümanlığımız mı kalır bizim?
Üzerinde durmaya çalıştığımız şey kendimize ve inancımıza güven ekseninde her insanla, bir şekilde kurumlaşmış her sosyal yapıyla geliştirmemiz gereken beşeri münasebetlerdir. Bu işin hakkını vermemiz yani olanca gerçekliğiyle örneklik sergilememiz halinde de sahih düşünce ve eylemlerin makes bulması kuvvetle muhtemeldir…
Farklı bölgelerde, farklı fıtrat ve farklı cinsiyete sahip bireylerden müteşekkil kavim ve kabileler olarak yaratılmamızın sebeplerinden biri tanışmamız, kaynaşmamız değil miydi bizim? Üstünlüğün karşılığı da Allah katında derin bir sorumluluk bilincine sahip olmaktır denildiği göre buyurun bilinçlenme konusunda yardım edelim birbirimize ama daha sözün başında, asla cehenneme postalamadan; ama asla aşağı derekelere mahkûm etmeden…
Unutmayalım ki Allah’ın azabı olduğu kadar, bitmek tükenmek bilmeyen rahmet ve şefkati de var; bazıları cehenneme giden yollar, iyi niyet taşları ile örülüdür deseler de!
Kabul ediyorsak bu sözü, ne anlamı kalır o zaman vahyi istikamette oluştuğuna inandığımız basiret ve ferasetten bahsetmenin?
Bazı dostların “Çözüm odaklı değil, hep eleştiri odaklı yazılar!” dediğini duyar gibiyim..
Sahi eleştiri ne içindi?
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *