Yaşadığımız coğrafyada artan bir ivmeyle yaşanmakta olan Kur’an’a yöneliş süreciyle birlikte, Ramazan’ın bu asli anlamı konusunda da bir farkındalık oluşmaya başlandığını görmekteyiz.
Ramazan ayının taşıdığı anlamları ifade etmek ve onu tanımlamak üzere “Kur’an ayı”, “Rahmet ayı”, “Arınma ayı” gibi birçok terkip kullanıldığı bilinmektedir. Bu terkipler içinde “efradını câmi, ağyarını mâni” olarak bu ayı anlatanı kuşkusuz ki “Kur’an ayı” nitelemesidir. Hem Ramazan’ı Ramazan yapanın bu ayda Kur’an’ın inzal oluşu gerçeğine vurgu yapan, hem de diğer tüm terkipleri de kapsayan bir şümule sahip bir niteleme olarak bize Ramazan’ı tastamam anlatmaktadır, “Kur’an ayı” terkibi.
Ümmetin “vahiyden kültüre” geçiş süreciyle birlikte hemen her alanda olduğu gibi ibâdetlerle ilgili olarak da bir anlam erezyonu yaşandığını, kimi İslami kavram, şiar ve ibâdetlerin adeta ters yüz edilmiş olduğunu biliyoruz. Ramazan ayı ve iman edenlere bu ay için farz kılınan oruç ibâdetinin de bu şekilde bir anlam erezyonuna uğradığını, kitlesel algıda asli anlam ve işleviyle çelişen bir karşılığa sahip kılındığını görmekteyiz. İlk Kur’an neslinin, mükellef sahur ve iftar sofralarını değil açlığı ve açın halinden anlamayı hatırlatıp öğreten gerçek anlamda oruç ibâdetiyle, itikafla, nafile namazları artırıp Kur’an’la daha fazla hemhal olmakla bir arınma ve yeniden inşa süreci olarak ihya ettikleri Ramazan ayı, sonraki dönemlerde giderek bu asli anlam ve işlevinden farklı algılanmaya ve yaşanmaya başlanmıştır. Ramazanın formu muhafaza edilmekle birlikte anlam ve işlevi ne yazık ki önemli ölçüde unutulmaya terk edilmiş, bu zeminde zaman içinde oluşan “Ramazan kültürü”yle birlikte de ibâdetten âdete geçiş süreci tamamlanmıştır.
Günümüzde de Ramazan denince insanların aklına Kur’an ve Kur’an’ın bu aya ilişkin vurgularından çok, mükellef sahur ve iftar sofraları, “Ramazan eğlenceleri”, güllaç, sütlaç vs gelmektedir. Ramazan adına yaygın bir kültür olarak adeta bir ziyafet ve festival ayı algısı hâkim durumdadır.
Yaşadığımız coğrafyada artan bir ivmeyle yaşanmakta olan Kur’an’a yöneliş süreciyle birlikte, Ramazan’ın bu asli anlamı konusunda da bir farkındalık oluşmaya başlandığını görmekteyiz. Kur’an’a yöneliş sürecine oranla hem çok daha geniş imkânlara sahip, hem de mevcut kültürün temsilcisi olma avantajıyla kitlelere ulaşma gücü kat kat fazla olan muhafazakârlık trendiyle iyice yaygınlaşan “Ramazan festivali” algısıyla henüz boy ölçüşecek bir düzeyde olmasa da bu farkındalığın var olması tabii ki önemlidir.
Bizler, yıllardır Ramazan konusundaki mevcut yanlış algıları dile getirmeye ve insanlarımızı Kur’an’ın mesajı doğrultusunda Ramazan’ın asli anlamıyla buluşturmaya çalışıyoruz. “Kur’an ayı” Ramazan’ı, toplumsal algıda asli anlamıyla eşitlemek adına şu birkaç onyıldır nice eserler verilmiş, nice yazılar yazılmış, nice konferanslar düzenlenmiştir. Ne var ki tüm bu çabaların toplum nezdinde ciddi bir karşılık bulmadığı ortadadır. Toplumsal algıyı değiştirememenin de ötesinde, mesajın toplumsallaşamamasından, olumlu ya da olumsuz bir ses getirilememiş olmasından söz ettiğimiz anlaşılmış olsa gerektir.
Unutmamak gerekiyor ki, bâtıl ancak hakk ortaya konulduğu ve hâkim kılındığı takdirde zâil olur. Rabbimizin hidayet rehberimiz Kur’an’ı inzal buyurduğu ve oruç ibâdetiyle taçlandırdığı Ramazan’a dair hâkim kültürün taşıdığı bâtıl algı ve anlayışların izale edilmesi de ancak, hak olanın, toplumsal bir şahitlik düzleminde güçlü şekilde meydana getirilmesiyle mümkün olacaktır.
Bâtıl olanı, yanlış olanı dile getirmek, teşhir etmek, eleştirmek tabii ki gereklidir. Zira hak olanı, doğru olanı ifade etmenin öncelikli şartı, hak olanla bâtıl olanı, doğru olanla yanlış olanı kesin hatlarla birbirinden ayrıştırmaktır. Teorik olarak hakkın ortaya konulacağı zeminin temizlenmesi, bâtıldan, şirkten, ruczdan arındıırlması olmazsa olmazdır. Lakin pratikte bâtılın ortadan kalkması ancak hakkın hâkimiyetiyle mümkündür. Tıpkı güneş doğmadan karanlığın ortadan kalkmasının mümkün olmayışı gibi.
Onyıllardır yaşadığımız coğrafyada dillendirilmekte olan Kur’ani / tevhidi mesajların toplumsal bir akis meydana getirememiş olması, kanaatimce bu mesajların toplumsal bir şahitliğe dönüşmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Rabbimizin, elçilerini, dönemin egemenlik / hâkimiyet ilişkilerinin yaşandığı merkezlere göndermesi ve daha ilk günlerden itibaren gündemin elçiler tarafından, onların tevhidi mesajları ile belirlenmiş olması, “toplumsal şahitlik”ten kastımızı ifade etmek için hatırlatabileceğimiz önemli bir husustur.
Rabbimiz, biz iman edenlere “insanlar için şahitler olmak” misyonunu yüklemektedir. (Bkz. Bakara 2/143; Hacc 22/78) Burada kastedilenin ferdi dâvet çalışmalarının ötesinde, toplumsal alana hitap edecek şekilde kolektif ve pratik bir dâvet ve örneklik olduğu açıktır. Nitekim peygamberlerin dâvetlerinde bu hususu net olarak görmekteyiz. Onlar (Salat ve selam olsun onlara) toplumlarda yer etmiş bâtıl algı ve anlayışları eleştirip bunların yanlışlığını ortaya koymanın yanısıra, hak olanı da pratik örnekliğiyle toplumsal alana taşımayı ihmal etmiyorlar, tek başına bâtılı izale etme çabasının yeterli ve sonuç alıcı olmadığının bilinciyle hakkı hâkkı ikame etmenin mücâdelesini de toplumsal alandan hiç kopmadan ortaya koyuyorlardı.
Bunun içindir ki peygamberler muhatap oldukları toplumlarda / toplumsal düzenlerde gündemin ardından giden, gündeme cevap yetiştirmeye çalışan kişiler olmak yerine gündemi oluşturan kişilerdi. Hem de öyle ki, kimse onların gündemine bigane kalmıyordu, kalamıyordu. Onlar hep eleştiren, hep yanlışların arkasından doğruyu söylemeye çalışan kimseler değildi. Kendi gündemini vahiyle belirleyen ve bu gündemi tüm toplumun gündemi kılacak bir şahitliği pratize eden oyun kurucu şahsiyetler idiler.
Bugün bizlerin ne yazık ki daha ziyade mevcut yanlışları eleştiren ve mevcut gündemlerin ardından onlara cevap yetiştirmek durumunda kalmamız, toplumsal şahitlik misyonunundan uzak oluşumuzla ilgilidir diye düşünüyorum. Rabbimizin bize yüklediği örnek olan ve örneklik sergileyen topluluk olmak hep meçhul zamanlara ertelemekte, rahatımızı bozmaktan ve taşın altına elimizi sokmaktan ne yazık ki imtina etmekteyiz. İslam’ın hayatın ortasından konuşan ve hayat alanlarına hitap eden bir amel ve eylem dini olduğunu, tevhid akidesinin bir teori olmaktan çok öte, salih amele, eyleme, mücâdeleye vurgu yapan, bunlarla tamamlanan bir temel sözleşme olduğunu bilmekteyiz.
Kur’ani / tevhidi bilinç sahibi Müslümanlar olarak asli sorunumuzun teori üretememek değil, pratik mücadele alanında bulunmayışımız, şahitlik misyonunu erteledikçe erteleyişimiz olduğunu düşünüyorum. Tabii ki Kur’an’ı bu çağın idrakine bizler okuyacağız, bunun için de Kur’an’ın söylediklerini bu çağın insanına taşıyacak fikri üretimlerimiz, sosyal, siyasal ve ekonomik alanda teori ve projelerimiz olacaktır. Fakat Rabbimizin üzerimize yüklediği pratik sorumlulukları ihmal etmeden ve ertelemeden… İslam’ın bir felsefe veya ideoloji değil, insanlara her an sorumluluklar yükleyen, yaşayan ve yaşanan bir din olduğunu unutmadan… Atasoy abinin “İslami düşünce, biriktirilen bir düşünce değildir” sözleriyle ifade etmeye çalıştığı gibi, iman ve amel, teori ve pratik, iddia ve eylem bütünlüğünün bizim için temel şiarlardan olduğunu her an hatırımızda tutmak kaydıyla…
Şahitlik misyonu, düşünce ve eylem eşgüdümünü ve bu çerçevede oluşturulacak kolektif pratiklerle toplumsal alanda var olmayı gerekli kılmaktadır. Pratiğe dönüşmeyen ve toplumsal alanda temsil edilmeyen farkındalıklar, “bizim bize propagandamız” çerçevesini aşamayacaktır.
İşte genelde hayatın tüm alanalrında, özelde ise yazımızın da konusu olan Ramazan ayına dair toplumsal algının tashih edilmesi konusunda, hak olanı ifade eden düşünce üretimleri ve yanlış olanların tesbit ve eleştirilmesi aşamalarının ötesine geçecek, toplumsal şahitlik niteliğine ulaşacak eylemliliklere ihtiyaç bulunmaktadır. Aksi halde toplumsal algıda hak ile bâtılın arasının net olarak ayrıştırılması mümkün olmayacaktır.
Bizler hak olanı o kadar açık ve güçlü şekilde ortaya koymalıyız ki, hakkı tercih eden de, bâtılı tercih eden de neyi tercih ettiğini bilerek etmiş olsunlar.
Allah Rasulü (s) ve ilk Kur’an nesli bugün yaşıyor ve İslami kavram, şiar ve ibâdetlerin uğratıldıkları anlam erozyonuna tanıklık ediyor olsalardı bu konularda toplumsal alana çok fazla etki etmeyen cılız eleştirilerde bulunmakla yetinirler miydi? Yetinmeyecek olmalarına, yaşadıkları dönemde ortaya koydukları ve bâtılın gündemini yerle bir eden ve vahyin öngördüğü kendi gündemlerini kısa süre içinde tüm toplumun gündemi haline getiren mücâdeleleri tanıklık etmektedir.
Ramazan ayı özelinde ifade etmeye çalışırsak, onu asli anlamına uygun biçimde öylesine ihya ederler, Kur’an ve arınma ayı olarak öylesine görünür kılarlardı ki, bu aya dair ziyafet ve festival odaklı bâtıl algı ve pratikler ayakta kalamayacak şekilde açığa düşmüş olurdu.
Bugün bizler, Kur’ani uyanış sürecinde İslami şiar ve ibâdetlere dair kazadığımız farkındalıkları toplumsal şahitliğe dönüştürmek yükümlülüğüyle karşı karşıya bulunmaktayız. İşte Rabbimizin lütfuyla bir Razaman ayına daha ulaşmış bulunuyoruz. Ziyafet ve festival algısıyla anlamı önemli ölçüde örtülmüş ve ters yüz edilmiş bu ayda mutlaka ki her birimiz çevremizde, Kur’an’ın anlattığı ve Allah Rasulü’nün yaşadığı Ramazan’ı anlatmaya ve insanların algısını tashih etmeye çalışacağız. Fakat unutmayalım ki, anlamı tahrif çabaları merkezi ve yerel iktidarlar eliyle ve medya marifetiyle, tüm toplumu kuşatacak güçte sürdürülmektedir. Toplumsal alandaki ifsada bireysel çabalarla direnmek mümkün değildir.
Müslümanlar olarak çelik-çomak oynamakla geçirecek daha fazla zamana sahip olmadığımızı bilmek ve toplumsal zeminde hak olanın temsiliyetini üstlenmeye yönelik pratikler üretmeye yönelmemiz gerekir. Neler yapılırsa İslam’ın doğru algılanıp doğru anlaşılması konusunda bir insiyatif elde etme ve gündem oluşturma imkânı bulunur şeklinde, Ramazan ayından başlanarak bir toplumsal şahitlik fıkhı üretme çabası içine girilmelidir düşüncesindeyim.
(Not: Bu yazı İktibas dergisinin Temmuz sayısında yayınlanmıştır.)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *