Müslümanlara yakışan, hangi mesele söz konusu olursa olsun yaşanan süreçlerin ardından sürüklenmek değil, süreçlere İslami perspektif ve duruşla müdahil olabilmeyi başarmaktır.
2010 yılı sonlarında Tunus’ta Muhammed Bouazizi adlı gencin protesto amaçlı olarak kendini yakmasıyla başlayan ve dalga dalga yayılarak Libya, Mısır, Yemen, Bahreyn, Suriye gibi ülkelerde halk ayaklanmalarına dönüşen “Arap Baharı” süreci, Türkiyeli Müslümanlar arasında farklı değerlendirmelere yol açtı ve giderek bu süreç üzerinde ciddi bir kutuplaşma yaşandı.
Tunus, Mısır, Libya sürecinde halk ayaklanmaları ve devrimlerin niteliği üzerinde temelde iki farklı değerlendirme yapılmış ve bu değerlendirmelere göre iki farklı pozisyon alınmışken, Suriye’deki ayaklanma sürecinde İran’ın müttefik refleksiyle Suriye rejiminden yana tavır takınması ve rejimin sert müdahaleleri neticesinde silahlı muhalefet faktörünün ortaya çıkması gibi iki faktör sebebiyle, Türkiyeli Müslümanlar arasında sürece yönelik yaklaşım farklılıkları daha da çeşitlendi.
Suriye’deki süreçle birlikte çeşitlenen yaklaşım farklılıklarını değerlendirmeyi yazının ilerleyen paragraflarına bırakırsak, “Arap Baharı” sürecinde ilk başlarda ortaya çıkan iki farklı yaklaşımı kısaca şöyle ifade etmek mümkün:
1- Bizzat sürecin aktörlerince iktidar modeli olarak sıkça “Türkiye’deki AKP modeli” vurgusu yapıldığı halde, olup-biteni “hakiki anlamda İslam toplumu olabilme yönünde bir geçiş süreci olarak” algılayan ve yaklaşımlarını bu algı üzerine bina edip sürecin tamamıyla arkasında duran yaklaşım…
2- Halkların dikta rejimlerinden kurtulması anlamında bir olumluluğun söz konusu olduğunu ve fakat bununla birlikte söz konusu ayaklanma süreçlerinin temelde İslami bir çıkış noktası, perspektif ve hedefe sahip olmadığının altını çizen ve dolayısıyla sürecin ardından sürüklenmek yerine sürece yön verecek bir tutuma sahip olunması gerektiğini savunan yaklaşım…
Tabi bu iki yaklaşımın yanında, başından itibaren süreci emperyalist senaryolar bağlamında yorumlayan, bölge halklarının emperyalist merkezlerde çizilen bir senaryonun gereğini yapmakta olduğu yaklaşımını savunanlar da oldu.
Biz başından beri, “Arap Baharı” şeklinde ifade olunan söz konusu süreçle ilgili ikinci maddede özetlemeye çalıştığımız yaklaşımı savunduk. Çeşitli vesilelerle, süreci emperyalizmin güdümünde görmek ne kadar yanlışsa, İslami direniş süreci, ıstılahi anlamıyla “intifada” olarak algılamanın da en az o kadar yanlış olduğunu, bu sürecin bölge halklarının dikta rejimlerine karşı birikmiş öfkesinin sonucu olduğunu, fakat kimliksel bir netliğe, modern cahiliyeden kimliksel kopuşu / ayrışmayı gerekli gören bir İslami perspektif ve hedefe sahip bulunmadığını ifade etmeye çalıştık. İslami argümanların yanında demokrasi, liberalizm, kapitalist sisteme uyum, NATO, IMF, uluslararası sisteme saygı gibi angajmanları olan bu eklektik süreci emperyalizmin güdümünde algılamanın da, İslami direniş olarak algılamanın da yersizliğini ifade etmeye çalıştık.
Bu eklektik kimliksel yapısına ve tam anlamıyla müdahaneye dayalı bir “cahiliyeyle bütünleşme” anlayışını temsil eden “AKP modeli” perspektifine rağmen, söz konusu süreci İslami bir intifada süreci olarak algılayan Türkiye’deki kimi İslami çevrelerin, bu yaklaşımlarıyla sürece İslami bir perspektif aşılamak gibi bir inisiyatife yönelmek yerine ne yazık ki sürecin rüzgarına kapıldıklarını ve sürecin ardı sıra gittiklerini görmekteyiz. Başından beri bu çevrelerdeki bazı kardeşlerimizin konuyla ilgili yazılarında süreçte rol alan En-Nahda ve İhvan gibi aktörlerin yaklaşımlarının ufuk açıcı ve öğretici olduğunu dillendirdiklerini okumaktayız.
Burada ortaya çıkan paradoksa dikkat çekmek isterim. Söz konusu aktörler kendileri için “AKP modeli”ni işaret ederken, Türkiye’de yaşayıp “AKP modeli”nin ne olduğunu çok iyi bilen / bilmesi gereken tevhidi uyanış süreci bakiyesi kimi çevrelerin de bizler için “Ortadoğu intifadası modeli”ni öneriyor olması düşündürücü olsa gerektir!
“Arap Baharı” sürecinde Türkiyeli Müslümanlar arasında bu önemli yaklaşım farklılıkları ortaya çıkmışken, yukarıda da belirttiğimiz gibi Suriye’deki halk ayaklanması sürecinde yaklaşım farklılıkları daha da çeşitlendi. Özellikle de İran faktörünün devreye girmesi, Türkiye’de İran’ın yaklaşımlarını paylaşan çevrelerin Tunus, Libya ve Mısır’daki ayaklanma süreçlerine yönelik yaklaşımlarını, Suriye’deki ayaklanmadan esirgemelerine yol açtı. Tıpkı Tunus’ta, Libya’da ve Mısır’da diktatörlerin devrilmesi sebebiyle bölge halklarını tebrik eden İran’ın söz konusu olan müttefiki Suriye diktatörlüğü olunca farklı tutum takınmaya yönelmesi gibi…
Daha önce farklı vesilelerle ifade etmeye çalıştığımız gibi, kimi çevreler de, Suriye’deki ayaklanma sürecinde İslami olan ile olmayanı ayırt etmek ve sürece yön verecek bir İslami perspektif ortaya koymak yerine, tıpkı Tunus, Mısır ve Libya sürecinde olduğu gibi sürecin ardından sürüklenen yaklaşımlarıyla ne yazık ki Türkiye’nin resmi politikasına paralel denilebilecek bir pozisyonda kaldılar.
Oysa Müslümanlara yakışan, hangi mesele söz konusu olursa olsun yaşanan süreçlerin ardından sürüklenmek değil, süreçlere İslami perspektif ve duruşla müdahil olabilmeyi başarmaktır. Bu çerçevede Türkiyeli Müslümanlara çağrımız odur ki, İslam coğrafyasında yaşanmakta olan bu değişim sürecini dar çevrelerimiz içinde değerlendirip birbirinden çok uzak ve telif edilmesi imkânsız yaklaşımlar üreteceğimiz yerde, gelin dar çevre paslaşmasını aşan gerçek anlamda istişari zeminlerde hep birlikte Müslümanca bakışı ve tutumu üretelim ve yaşanan süreçlere İslami kimliğimiz ve yaklaşımımızla topluca müdahil olalım.
Aksi halde hep olan bitenlerin ardından sürüklemeye devam edeceğiz. İman ettiği değerlerle inşa eden değil, oldu-bittilerle inşa olunan nesneler olmaya, istikrar ve istikamet imtihanını hep kaybetmeye devam edeceğiz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *