Gelin dualarımızı yarım bırakmayalım. Hiç değilse dualarımızı reel politiğe kurban etmeyelim.
Ümmet olma vasfımızı yitireli yüzyıllar olsa da, şekilsel de olsa İslam’ın ve Müslümanların varlığını ayakta tutan ve kısmi / görece de olsa coğrafi birliği sağlayan Osmanlı devleti gibi siyasi otoriteler küffara karşı Müslümanların izzetini koruyordu.
29 Ekim 1923’te ilan edilen Batıcı-Kemalist cumhuriyetle birlikte, küffara karşı İslam’ın ve Müslümanların muhafızı olma iddiasındaki Osmanlı idaresi, yerini küffarın değer yargılarını ve toplumsal-siyasal yapısını birebir kopyalayıp taklit ederek, yani küffarlaşarak var olmayı kabullenen bir otoriteye bıraktı.
O gün bu gündür şekilsel ve coğrafi anlamda ve kısmi / görece bile olsa Müslüman toplumların iki yakası bir araya gelmedi. Son dönemler içinde İran’da, Sudan’da, Afganistan’da, Filistin’de, Lübnan’da İslami kaygılarla vücuda getirilen ve Batı hegemonyasını reddeden otoriteler söz konusu olsa da bunlar ne yazık ki ulus-devlet formunu ve sınırlarını veya yerelliği aşan bir işlev görmekten uzak kaldılar.
20. yy başına kadar en azından siyaseten varlığını sürdüren ümmet yapısı, dağılmış tesbih taneleri gibi paramparça olunca, Müslüman toplumlar küffarın insafına terk edilmiş ve tabir caizse şamar oğlanı muamelesi görür oldu.
Özellikle de küffarın kendi arasındaki kapitalizm-komünizm gibi keskin kamplaşmaların ve bu kamplaşmalardan doğan çatışmaların sona ermesi sonrası İslam coğrafyası daha doğrudan hedef alınmaya, işgaller, katliamlar birbirini takip etmeye başladı. Nitekim Doğu Bloku ve Varşova Paktı’nın çökmesi ardından NATO konseptinde yapılan değişiklikte yeni düşman kamp olarak doğrudan İslam ve Müslümanların belirlenmesi bu yeni kanlı sürecin habercisiydi.
Bizler orta yaş nesil olarak hep İslam coğrafyasının kanlı işgal ve katliamlara maruz bırakıldığı bir dönemi yaşadık, yaşıyoruz. Tabir yerindeyse gelen vuruyor, giden vuruyor. İslam coğrafyasında acılar ve gözyaşları hiç dinmiyor. Müslüman kanı oluk oluk akmaya devam ediyor.
Bu acı durum karşısında bir taraftan ümmeti yeniden inşa ve ihya çabası, diğer yandan küffara ve yerli acentalarına karşı İslami direniş hattının inşası mücâdelesi sürdürülürken, diğer yandan hiç ihmal etmediğimiz dualarımız vardı bizim, ümmet coğrafyasının her yanına uğrayan, bir karışını bile unutmamak için gayret gösterilerek mırıldanılan…
Filistin, Afganistan, Bosna, Çeçenya, Irak, Somali, Cezayir, Doğu Türkistan, Keşmir, Moro, Patani, Arakan… Nerede Müslümanlar fiili baskılara maruz kalıyor ve kıyıma uğratılıyorsa kalbimiz her orada oldu, dua sözcüklerimiz hep bu coğrafyalara uğradı. Yaşadığımız coğrafyada hâkim laik-ulusal paradigmanın tektipçi dayatmalarına maruz kalan, bu dayatmaların doğurduğu kirli çatışmalara çocuklarını kurban veren mazlum halkımız da dualarımızdan hiç çıkmadı.
Müslümanlar olarak belki de aramızda vahdeti sağlayabildiğimiz birkaç sınırlı alandan biriydi, parçalanmış coğrafyamızın kanayan bölgelerindeki mazlumlar ve İslami direniş erleri için yaptığımız dualar.
Namazlarımızın ayrılmaz parçası kıldığımız bu dualarımız da şimdilerde yarım kalmış durumda. Artık duamızda bile vahdetimiz yok ne yazık ki.
Milyonlarca Müslümanın, birbirinden irtibatsız olarak ve fakat buna rağmen adeta organize edilmiş bir eylemlilik şeklinde secdelerinde yapageldiği ortak dualar, şimdilerde farklılaşmış durumda. Suriye’deki laik dikta rejiminin yarım asırdır devam eden baskı ve zulümlerinin, halkın başkaldırısı karşısında topyekün imha siyasetine dönüştüğü ve kitlesel katliamların maalesef artık sıradanlaştığı bir vasatta, reel politiğe sığınıp kalp gözlerini olup-bitene kapatanlar ve bu sebeple dualarını yarım bırakanlar çıktı aramızdan…
Oysa hiçbir reel politik bakış açısı ve hesap dualarımızı elimizden almamalı, dualarımızı yarım bırakmamalı. Zulme karşı direnişi kendileri için farz kabul edip, başkaları için hak olarak bile görmeyenler, kendi reel politik değerlendirmeleriyle bir toplumun direniş hakkını sorgulayanlar, bu yaptıklarının doğrudan doğruya bir hak ihlali olduğunu anlamalıdırlar.
Dikta rejimine karşı direnmek, tıpkı biz Türkiyeli Müslümanlar veya gayri İslami otoritelere muhatap olan diğer coğrafyalardaki Müslümanlar gibi Suriyeli Müslümanların da, hakları olmasının ötesinde temel İslami yükümlülükleridir.
Direnişin mahiyeti, yöntem ve araçları tartışılıp sorgulanabilir, ancak bâtıl otoritelere karşı direniş olgusu sorgulanamaz, reel politik argümanlarla mahkûm edilemez.
Bunun da ötesinde, Suriye’deki başkaldırı sürecinde İslami bir direniş cephesinin varlığı da söz konusu olmasaydı bile, dikta rejimine muhatap olan bir halkın onuru için ayağa kalkma hakkını kim ve nasıl sorgulayabilir ki?
Son söz: Gelin dualarımızı yarım bırakmayalım. Hiç değilse dualarımızı reel politiğe kurban etmeyelim.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *