Demokrasiyi din olarak adlandırmak, pek çok dindar çevrenin hoşuna gitmemektedir. Çünkü aksi taktirde, “İslam mı, demokrasi mi?” tercihi ile karşı karşıya kalmaktan korkulmaktadır. Bu korku beyhude değildir, herkes dininin ne olduğuna iyi bakmalıdır…
DEMOKRASİ BİR DİNDİR
Mehmed Durmuş
Din Nedir?
Din’in yüzlerce tanımı yapılmıştır. Din genel olarak ceza, mükâfat, hüküm, hesap, itaat, teslimiyet, hizmet, ibadet, üstün gelme, hâkimiyet, zelil kılma, zorlama, âdet, yol, kanun, şeriat, millet, mezhep gibi kelimelerle tarif edilmiştir.[1]
Arapça din kelimesi, birini kahredip egemenliği altına almak, itaat ettirmek anlamına gelir.[2]‘borç’ anlamındaki kökten türediği zannedilmektedir. Din, taat ve ceza anlamına gelir. Deyyân, boyun eğdiren demektir. Bunun dışında din, borç, ceza ve mükâfat, hesap, taat, âdet gibi anlamlara gelmektedir.[3]
Dinler tarihçilerinin tanımı biraz daha farklıdır. Onlardan kimileri dini, “kutsalın tecrübesi”;[4] “insanın kutsal saydığı şeylerle olan ilişkisi” ve “ruhî varlıklara inanç”[5] olarak tanımlamışlar; kimileri de, “mutlak itaat duygusu” (Schleiermacher); “melekelerimizin serbest olarak kullanılmasını engelleyen yasaklar bütünü” (Salmon Reinach); “inançlar, davranışlar ve sosyal hayatın muayyen şartlarına göre oluşturulmuş kurumlar sistemi” (Witold Tyloch)[6] diye tanımlamışlardır.
Abdurrahman Küçük ve Günay Tümer ‘genel olarak din’i şöyle tanımlamaktadırlar: “İnanış ve davranış şekilleriyle, insanlararası ilişkileri düzenleyen ve insanların iyi işler yapmasını, barış ve huzur içinde, bir arada yaşamasını sağlayan genel kurallar bütünüdür.”[7]
Muhammed İkbal’e göre din, tefekkür (sırf düşünce) ile amelin birlikteliği, insan-ı kâmil’in ifadesidir.[8]
Bu tanımlarda din’in iki özelliği öne çıkmaktadır: kutsalla ilişki ve hayatın düzenlenmesi. Fakat eğer dini, kutsalın tecrübesi (hüküm ve ceza ya da mükâfat için insana gösterilen iki yol) gibi ele alırsak, Budizm gibi, tapılacak ‘üstün bir varlık’ı olmayan, sadece insanın benliğini feda etmeyi öngören dinleri ‘din’ sayamayız.[9] Buradan, Amiran K. Bilgiseven’in işaret ettiği gibi, dinin her bir tanımının diğerinden belki daha da sorunlu olduğu gerçeğine ulaşıyoruz. Fakat en azından, dinin ‘dünya kurmak’ özelliğini[10] göz ardı etmemek gerekmektedir.
Din şu şekilde de tanımlanmıştır:
1.“Geniş anlamda, yaşam biçimi; hayatın nasıl yönlendirilmesi gerektiği konusunda benimsenen düşünce, inanç, ilke ve değerler bütünü.” 2. “Dar anlamda evrendeki düzeni ve hayatı ancak yaratıcı bir tanrının varlığı ile anlamlandırarak insanlığı kurtuluşa davet eden çağrılardan her biri. İnsanlar tarafından konulan ilkeler çerçevesinde oluşturulan dine beşerî din; ilkeleri vahiy yoluyla peygamberler tarafından insanlara iletilen dine de semavî din denir. Bu çerçevede Mecusilik beşerî dinlere, İslam ise semavi dinlere birer örnek olarak verilebilir.”[11]
Bu tanımdaki “yaşam biçimi” ifadesine bilhassa rikkat edilmelidir. Bir de, demek ki din sadece ilahi olmamakta, beşeri dinlerden de bahsedilmektedir. Çünkü her ikisi de bir yaşam biçimi sunmakta, insanı mutlu etmeyi hedeflemektedir.
İlah-Din İlişkisi
Din’in sadece kutsal bir varlık karşısında duyulan acziyet ve tapınma biçimi olmadığını anlamak için, ilah kelimesine bakmakta yarar vardır. İlah demek, ihtiyaçları gideren, amelin karşılığını veren, sükûnet bahşeden, yüceliği ve hükmü altına alıp koruyan; kendisinden hem korkulan, hem de iştiyak ve sevgi duyulan, sırlı bir varlık demektir.[12] Birisini ilah edinmek, ona ibadet (itaat ve kulluk) etmek demektir.[13] Ulûhiyetin aslı otoritedir. Bu otoritenin bu âlemde tabiat kanunlarına teşmil edilmesiyle, dünya hayatına teşmil edilmesi, (emrinin itaati ve boyun eğmeyi gerektirdiğinin kabulü) arasında fark yoktur.[14]
“Lâ ilahe illallah” sözü, Allah’tan başka sair ilahları yadsımakta fakat aslında bu söz, Allah’ın dışında çok fazla (belki de yığınlarca) ilah olduğunu, daha doğrusu insanların tasavvurlarının böyle olduğunu teslim etmektedir. Elbette sonuç itibariyle o ilah statüsüne konulanlar, gerçek ilah değildirler. Gerçek ilah sadece Allah’tır. Bu durumda şu soru akla gelmektedir: O halde Kur’an, ilah kelimesini neden sadece Allah’a tahsis etmedi de, başka varlıklar için de kullandı? Çünkü bir realite olarak insanlar Allah’tan başkalarını, itaat edilmeye layık otoriteler ediniyorlar da ondan.
Din kavramını da ilah kavramına benzetebiliriz. İslam’ın dışında birçok din vardır ama bunların hiçbiri Allah katında makbul değildir. Çünkü Allah katında makbul Din yalnızca İslam’dır. (3/Âl-i İmran, 19). Bunun anlamı şudur: Allah’a göre bir tek doğru sistem, insan için bir tek doğru hayat tarzı vardır.[15] Bir tek İslam, insan şeref ve haysiyetine uygun, insanı felaha erdirecek bir Din’dir. Allah katında geçerli Din’in sadece İslam olduğu, İslam dışındaki dinlerin hükümsüz olduğu ve İslam dışında din arayanların bu arayışlarının (öyle bir ‘din’ bulsalar da, bulmasalar da) kabul edilmeyeceği (3/Âl-i İmran, 85) beyanı, İslam dışında, -tıpkı ilah gibi- birtakım ‘din’lerin var olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Kısacası, İslam’dan başka hayat tarzlarına da Kur’an ‘din’ tesmiye etmektedir. Zaten ‘din’, hâkim otoriteye itaati simgeleyen ‘hayat tarzı’ ve ‘yaşam biçimi’ anlamına da gelmektedir.[16]
Mevdudi din terimini, “bir insanın başkaları üzerinde kendisine otorite ve yetki vehmederek, onların hayatlarını tanzim etmeye kalkışmak istemesi” olarak açıklamaktadır.[17] Demokrasinin egemen olduğu toplumlarda da böyle bir ‘tanzim’ söz konusudur.
Bazı bilim insanları, kültürel sistemleri din kabul ettiğimiz takdirde putperestlikle İslam’ı aynı kefeye koymuş olmaktan endişe etmektedirler.[18] Bu endişe yersizdir çünkü Allah’tan başka ilah yoktur derken, nasıl ki Allah diğer ilahlarla aynı kefeye konmamaktaysa, kültürel/siyasî bir sistemi din kabul ettiğimizde de İslam’ı onunla aynı kefeye koymuş olmayız. İslam’la diğer ideolojileri karşılaştırmalı olarak inceleyen ve İslam’ın yüceliğini ortaya koymak isteyen bir müellif, İslam’ı ideolojiler seviyesine indirmiş kabul edilemez. İslam’dan başka Din olmadığını ifade edebilmemiz için de, diğer dinlerin ‘var’lığına işaret etmemiz gerekmektedir.
‘Hak Din’ ve Batıl Dinler
Kur’an nazarında genel olarak iki din vardır: hak din ve batıl dinler. ‘Hak din’ (Dînu’l-Hak)’ın, Allah’ın bütün nebilere irsal buyurduğu İslam[19] olduğunda (9/Tevbe, 29, 33; 48/Fetih, 28; 61/Saf, 9) hiç kuşku yoktur. Allah, Rasulü’nü, diğer bütün dinlerden üstün kılmak için hidayetle ve hak din ile görevlendirmiştir. (48/Fetih, 28). Bu ayette hem ‘hak din’ (‘hak din’ ya da ‘Hak’kın dini’[20]) tanımı, batıl dinler ayrımını akla getirmekte, İslam’ın dışındaki dinlerin batıl olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır; hem de, “İslam’ı bütün öteki dinlere galebe ettirmek üzere” (li-yuzhirahû alâ ed-dîn) ifadesiyle, İslam’ın dışındaki bütün yaşam tarzlarını ‘din’ sınıfına koymuş olmaktadır. Bununla, müşrik Arapların dinleri ve ehli kitabın inkârcılarının dinleri gibi, din cinsinden olan -ve İslam’a muhalif[21]- her şeyi kastetmektedir.[22] Arabistan’ın ümmî (kitapsız/müşrik) Araplarının şirk esasına dayalı inanç ve fikirleri buna göre ‘din’ sayılmaktadır. Zaten Fetih suresi Hudeybiye antlaşmasını konu edinen ve Mekke’nin fethini müjdeleyen bir suredir. Dolayısıyla bu ayetteki ‘diğer bütün dinler’le kastedilen yaşam biçimlerinin ilk başında, müşrik Arapların dinlerinin olması evladır. “Her çeşit türden dinlerden kasıt din hüviyeti taşıyan bütün dünya nizam ve düzenleridir.”[23]
İslam’ın bulunduğu yerde, diğer dinlerin geçerliliğinin olmaması icap eder. “Diğer bir deyişle, Peygamber bu dini, batıl bir din hayata hükmetsin ve onun hâkimiyeti altında, sıkıntı içinde, yaşamasına müsaade ettiği ölçüde yaşasın diye değil, tam tersine bu hak din hayatın tek ve hâkim dini olsun, diğer dinlerin devam edip yaşamaları da onun müsaade sınırlarında olsun diye getirdi.”[24]
Saf suresinde de benzer şekilde buyrulmaktadır: “Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü’nü hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.” (61/Saf, 9). Bu ayette İslam’ın, müşriklerin arzuları hilafına da olsa, bütün dinlere galebe çalacağı müjdelenmek suretiyle, müşriklerin dinleri İslam’dan gayrı (batıl) dinler kategorisine dâhil edilmektedir. Müşriklerin dininin belli başlı özelliği, hem Allah’a hem de başka ilahlara ibadet etmeleridir.[25] Bir başka anlatımla ‘şirk dini’, yine İslam’ın itikad esasları üzerinden ayrı bir ‘din’ hüviyeti kazanmaktadır.
Tevbe suresinin 29. ayetinde Hak dini din edinmeyenlerle savaşmaları müminlere emredilmiştir. (9/Tevbe, 29). Bu ayetten birkaç ayet sonra, Fetih suresi, 28. ayetteki ilahi müjde yinelenmekte ve bir kere daha, İslam’ın bütün dinlere üstün kılınacağı müjdelenmektedir. (9/Tevbe, 33). Peygamber’in misyonu, Allah katından getirmiş olduğu İslam’ı, diğer hayat tarzı ve sistemler üzerine hâkim kılmaktır.
Bunun dışında, “ed-Dînu’l-Halis” (39/Zümer, 3) ve “ed-Dînu’l-Kayyım” (9/Tevbe, 36) gibi terkipler, halis olmayan ve kayyım olmayan din’lerin varlığına delalet etmektedir. Bunlar da, ehli kitabın muharref dinî inanışları ve şirk dinleri gibi inanç ve yaşam biçimleridir.
Kur’an’da, “Allah’ın dini’nden başkasını mı istiyorlar?” (3/Âl-i İmran, 83) sorusu zımnen, İslam’ın dışındaki yaşam biçimlerinin din olarak adlandırıldığını gösterir. Bu soru da nihayetinde, cahiliye Araplarının, kendi hayat tarzlarını İslam’a tercih ettiklerini doğrular. Onların hayat tarzları (bâtıl din) ise “yalan bir İslam” yani yalan bir teslimiyetten[26] başkası değildi.
Kafirûn Suresi ve Din
Bilindiği üzere İslam ile küfür, Müslüman’la kâfir, Allah’a ibadetle diğer ilahlara ibadetin arasını en keskin ve en fasih bir biçimde tefrik eden Kur’an pasajı Kafirûn suresidir. Surenin sonunda bir ültimatom niteliğinde kafirlere şöyle denmektedir: “Sizin dininiz size, benim dinim banadır!” (Lekum dînukum ve liye-dîn). Bu ayette Peygamber’in ağzından söyletilen “dîn” (dînî=dinim)in İslam olduğunda hiç kuşku yoktur. Fakat acaba “lekum dînukum”deki din hangi dindir? Kafirun suresi Mekke’de nazil olduğuna,[27] hitabın Mekke kâfirlerine yönelik olduğuna göre, kastedilen din de onların dini olmalıdır; yani müşriklerin şirk dini.
Muhammed Esed, bu suredeki ‘din’ teriminden hareketle din’in öncelikli anlamının itaat olduğunu belirtmekte ve özellikle de “bir kanuna veya manevi/ahlaki otorite ile donatılmış müesses-bundan dolayı da bağlayıcı- olarak algılanan kurallarsistemine, yani terimin en geniş anlamıyla ‘din’, ‘itikat’ ya da ‘dinî hukuk’a ya da sadece, 42:21, 95:7, 98:5, 107:1’de ve yukarıdaki örnekte de olduğu üzere ‘ahlakî değerler sistemi’ne itaat.”[28] anlamına geldiğini belirtmektedir.[29] Anlaşılacağı üzere Esed, “ahlakî değerler sistemine itaat”i de ‘din’ terimi kapsamına dâhil etmektedir.
Bütün bu izahlardan ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır. Bir sistemin din sayılması için illa ki vahiy dini (İslam) gibi Allah ve gayb telakkisi, ahiret inancı, hukuk sistemi, ibadet ve ahlaki değerler sistemi; cami veya kilise benzeri mabedleri olmak zorunda değildir. Daha doğrusu bütün bunlar, biçim değiştirmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Şu kadarını söyleyebiliriz ki, demokraside tanrı artık, insandır. Her şey insan adına, insanın adıyla başlamaktadır. Para, eğlence, moda, defile ve alış-veriş merkezleri gibi mekânlar, demokrasinin mabedleridir. Bununla beraber, Mekke müşriklerinin Kâbe’ye sahiplenmesi misali, çağın şirk dini de mescidleri sahiplenebilmektedir.
Burada şöyle önemli bir itiraz ileri sürülebilir: Ama Arap müşriklerin kutsal telakkileri hiç yoktu denemez! Dolayısıyla dini, “kutsalın tecrübesi” olarak tanımlayan sosyolog ve dinler tarihçilerinin bu görüşleri yanlış değildir!
Bu itiraz yerindedir, müşrik Araplar ateist değildiler. Yaratıcı bir Allah inançları vardı. Fakat aslında Arapların tanrı inanışları tamamen kendi ‘din’lerine özgü, orijinal olmayıp, İbrahim Peygamber’in tebliğinden izler taşıyordu. Bugün demokrasiyi siyasal bir yönetim biçimi ve kültürel bir yaşam tarzı olarak benimseyen toplumların da hemen hiçbiri ateist olmayıp, bir Tanrı fikrine sahiptirler. Hem de ‘yaratıcı Allah’ inancını pek sevmektedirler(!) En azından demokrasi, böyle bir tanrı fikrine karşıt değildir. Bir Tanrı fikrini benimsememek, demokratik düşüncenin şartlarından değildir. Hatta tanrı fikri demokratik siyasal düzenlerde işlevseldir; toplumların yönetimini kolaylaştırmaktadır…
Demokrasi Bir Hayat Tarzıdır
Demokrasi salt bir yönetim biçimi olmayıp, aynı zamanda bir zihniyet, bir dünya görüşü ve hayat tarzıdır.[30] Çünkü demokrasi, iyi ile kötü, güzelle çirkin, ahlakî ile ahlak dışının tayinini insana vermiştir. İnsan hayatına hükmedecek bütün değer yargılarının kaynağı demokrasilerde insandır. Bununla beraber, vahye müstenit Din(ler)den birtakım inançlar almak, hâkimiyeti “göklerde ve yeryüzünde” diye ikiye ayırmak veya daha genel bir ifadeyle, demokratik ve İslamî yaşam tarzını telif etmek, demokrasiye aykırı değildir. Çünkü demokrasi pragmatizmle barışıktır.
Demokraside değerlerin ve zihniyetin temelinde beşer aklı bulunduğu için, her türlü değer yargısı sonuçta insan aklına, daha doğru bir ifadeyle insanın heva ve hevesine yaslanacaktır. Bir ideoloji, -hele de bilinçli bir şekilde- vahiyden kaçırıldığı sürece, heva ve hevesin ta kendisidir. Kur’an işte bunu, “hevayı ilah edinmek” olarak adlandırmaktadır. (25/Furkan, 43; 45/Casiye, 23). İnsan durup dururken sırf öyle olsun diye hevasını ilah edinmez. Heva, insanın ham hayalleridir, terbiye edilmemiş zevkleridir, ıslah edilmemiş arzularıdır. Bu arzuları, zevkleri, hevesleri Allah’ın rızasına göre terbiye etmek İslam; insanın tamamen keyfine (hayvani ihtiyaçlarına göre) tatmin etmek ise hevayı ilah edinmek (küfür) olacaktır. Hevasına uyanı da Kur’an ‘en sapık’ olarak tanımlamaktadır. (28/Kasas, 50).
İnsanın hevasını ilah edinmesi, arzuların belirleyiciliğine işarettir. İnsan vahyi, hayatının sınırlarını belirleyen temel ölçü olarak kabul etmezse, işte o andan itibaren asıl insani konumunu yitirmiş, kendisini İblisçe tehlikelerin kucağına terk etmiş demektir. Allah’ın buyrukları gibi temel sınırlayıcıları olmayan insanın arzularının nerede başlayıp nerede biteceğini kendisi de kestiremez. Arzulara gem vurulamaz. Arzulara ancak Allah’a iman ve vahye teslimiyet gem vurur.
Demokraside ferde ve topluma hükmedecek yasaları toplum, elbette uzun tartışmalar, detaylı araştırmalar, tedkikler neticesinde vaz etmektedir. Ama unutmamalı ki sonuçta bu yasa vâzı’ı insandır. Toplum, önceden devraldığı, süregelen bir demokratik kültüre istinaden yeni yasalar yapacaktır. Yasaların / hukuk düzeninin referansı yine ‘beşerî tecrübe’ olacaktır. Yasa yapan kurulların üyeleri ne kadar yüksek tahsilli, alanının uzmanı, mesleğinde en kariyerli kimseler olursa olsunlar, sonuçta beşerdirler ve yaptıkları yasaların İslamî olmasının hiçbir garantisi, kendilerinin de öyle bir iddiaları yoktur. Öyle bir iddiayı taşıdıkları anda, demokratik toplumun nazarında derhal gözden düşeceklerdir.
Bütün bunlara rağmen, demokratik hayat tarzından yana tavır takınmak, İslam’ı terk edilmiş tutmak (25/Furkan, 30) demektir.
Demokrasi, ‘çoğunluğun istibdadı’na dönüşmemek adına, azınlığın, hatta bir tek ferdin bile haklarını korumak iddiasındadır. Bu kaygı, görünüşte hakkaniyetli olmakla birlikte, asıl olarak, ‘birey’in özgür tercihlerini korumaya yöneliktir. Bu da, Allah’ın ‘münker’ ve ‘fahşâ’ adını verdiği pek çok tutum ve davranışın ‘bireysel tercih’ sayılması, özgürlük adına korunması, tervic edilmesi, serbestlik kazandırılması anlamına gelecektir.
Demokrasinin bir ayrı din olduğunu şuradan da anlayabiliriz: Demokratik hayat tarzı, etkin bir İslam’ı hayattan tamamen tard etmek ister. Din’in (İslam) akidevî ve kulluğa yönelik hangi temel ilkesi var ki, demokrasi onun karşısına alternatif bir ilke getirmiş olmasın? Doğrusu demokrasi, İslam’ın inanç esaslarına yönelik doğrudan bir saldırı yöneltmez. Fakat bilhassa siyasi, ekonomik ve ahlakî alanda İslam’ın, emir ve yasaklarını özgürlük, insan hakları, bireyin gibi kavramlarla sulandırır, değersizleştirir, izafileştirir ve değer erozyonuna uğratır.
Son yıllarda demokrasinin, en kalabalık ‘dindar’ cemaatlerce, geri dönüşü mümkün olmayan, bütün insanlığın son kurtuluş adasıymış gibi, adeta ilahi bir din ayarında kutsanması, sadece ve sadece İslam’ın önünü kesmek içindir. Burada, “yükselen İslam’ın” demeyi gereksiz buluyorum, çünkü İslam, -müntesibi bir tek kişi de olsa- zaten yüksektir! İslam, hiçbir siyasî talebi olmayan bireysel bir ‘ibadet’ dini olarak varlığını sürdürmeli, hatta böyle bir İslam yoksa da var etmeli; onu bütün ‘köktenci’ unsurların da şerrinden korumalı, toplum hayatını yönlendirmesine asla izin verilmemelidir! “Demokrasi in, İslam out” şeklinde özetleyebileceğimiz bu politika, İslam’ı mütemadiyen küçültürken demokrasiyi aynı oranda büyütmektedir. İşin münafıkça yanı şu ki, aslında İslam görüntüde büyü(tül)mektedir. Kutlu doğum etkinliklerinde stadyumlarda ya da kent meydanlarında yüz binler toplanabilmektedir. Ama aynı etkinliklerde İslam peygamberi, ‘gül’ metaforu ile tamamen, çağın putperest zihniyetine uyumlu bir Peygamber motifine, boynu bükük bir minyatür resmine büründürülmektedir. Her şeyi hoş gören, herkesi seven, çağın egemen ideolojisi neyse, onun sırtını sıvazlayan, neredeyse hiçbir ayırıcı vasfı olmayan bir Peygamber… Bütün bu işler yine Peygamber’in ümmeti(!) eliyle kotarılmaktadır.
İşte siyasetten, ahlakî alandan ve gerçek tevhidî kulluk toplumundan bilinçli bir şekilde tard edilen İslam’ın yerine demokrasi tam bir ‘din’ edasında ikame edilmektedir. İslam’ın kovulmasından elde edilen boşluk, demokrasiye doldurulmaktadır.
Sonuç
Hâsılı, demokrasi bir zihniyet, bir dünya görüşü, bir yaşam tarzıdır. Yani demokrasi bir dindir. Yazının baş tarafında yer verdiğimiz, Sosyal Bilimler Sözlüğü’nün tanımına yeniden dönecek olursak, din bir “yaşam biçimi” olarak tanımlanıyor ve “hayatın nasıl yönlendirilmesi gerektiği konusunda benimsenen düşünce, inanç, ilke ve değerler bütünü” diye açıklanıyordu. Demokrasinin bu tanıma uymayan hangi özelliği var? Demokrasi de bir yaşam biçimi değil midir? Demokrasinin hayatı yönlendiren düşünce, inanç, ilke ve değerleri yok mudur? Hem öyle var ki, demokratlar, İslam’ın hayatı yönlendiren düşünce, inanç, ilke ve değerlerini (akide ve amelini) çağdışı bulmakta, bazen açıktan, bazen de zımnen bunların tarihte kaldığını söylemektedirler.
Aynı sözlükte, “İnsanlar tarafından konulan ilkeler çerçevesinde oluşturulan” din “beşerî din” olarak tanımlanmaktadır ki demokrasi işte bu tanıma tam denk düşmektedir.
Demokrasiyi din olarak adlandırmak, pek çok dindar çevrenin hoşuna gitmemektedir. Çünkü aksi taktirde, “İslam mı, demokrasi mi?” tercihi ile karşı karşıya kalmaktan korkulmaktadır. Bu korku beyhude değildir, herkes dininin ne olduğuna iyi bakmalıdır…
Demokrasi İslam’a tanktan, tüfekten önce fikirle savaş açmaktır. İslam’ın ‘gülen yüzlü’ hasmıdır. Hem de hasımların en yamanıdır. (2/Bakara, 204). Demokrasi, patırtı-gürültü çıkartmadan sessizce ve derinden İslam’ı tuş etme girişimidir. Demokratik kültürün İslamî değerlere saygılı olduğu, sadece bir taktiktir. İslam güçlü olmadıkça bu ‘saygı’ devam edecektir.
[1]-Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, 4. Bsk. Ank-2002, s. 2-3.
[2]-İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, ilgili md.
[3]-İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, ilgili md; Rağıb el-İsfehani, el-Mufredat, İst-tarihsiz.
[4]-Joachim Wach, Din Sosyolojisi, Terc. Ünver Günay, İst-1995, s. 37.
[5]-Tümer-Küçük, Dinler Tarihi, 6.
[6]-Tümer-Küçük, Dinler Tarihi, 6.
[7]-Tümer-Küçük, Dinler Tarihi, 7.
[8]-Amiran Kurtkan Bilgiseven, Din Sosyolojisi, İst-1985, s. 3.
[9]-Amiran Kurtkan, Din Sosyolojisi, 3.
[10]-Peter L. Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, Terc. Ali Coşkun, İst-1993.
[11]-Ömer Demir-Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, İst-1992, s. 95.
[12]-Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Terc. Osman Cilacı-İsmail Kaya, İst-1991, s. 17.
[13]-Rağıb el-İsfehani, el-Mufredat.
[14]-Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, 24.
[15]-Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, Terc. Bir Heyet, İst-1997, I/245.
[16]-Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, II/223.
[17]-Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, V/93-94.
[18]-Amiran Kurtkan, Din Sosyolojisi, 9.
[19]-Zemahşeri, Keşşaf, Beyrut-1947, IV/346.
[20]-Fahruddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, Terc. Heyet, Ank-1995, XX/183.
[21]-Zemahşeri, Keşşaf, IV/526.
[22]-Zemahşeri, Keşşaf, IV/346.
[23]-Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, V/426.
[24]-Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, V/426.
[25]-Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, VI/289.
[26]-Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst-Tarih?, II/1063.
[27]-Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, VII/275.
[28]-Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, III/1316.
[29]-Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, III/1316.
[30]-Bu konuyu İktibas dergisinin Şubat 2011 sayısında yeterince işlediğimiz için tekrar etmek istemiyoruz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *