Ara sıra kendimize bir iğne batırmayalım mı?

Tebük savaşını okumamış bir Müslüman tasavvur edilemez. Tebük savaşında ‘yürüyenler’, ‘koşanlar’ ve ‘dökülenler’in hikâyesi her müslümanı duygulandırır; kimine hayranlık duyar, gıbta ederiz; kimine ise taaccüp ederiz. Hâlbuki her birimiz için Tebük savaşları yeniden yeniden vuku bulmaktadır.

ARA SIRA KENDİMİZE BİR İĞNE BATIRMAYALIM MI?

Mehmed Durmuş

Allah, malımızla ve canımızla, yani her şeyimizle O’nun yoluna kendimizi adamamızı istiyor. Cennetin bedelinin can ve mal olduğunu bildiriyor. Hem de cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldığını bildirerek. (9/Tevbe, 111).

Cennet lafla kazanılmıyor demek ki. Can istiyor, mal istiyor.

Fakat bizim çok kötü zihin konforlarımız var. Mal deyince hemen aklımıza ‘zengin’ler geliyor. Allah’ın infak çağrısı üzerimizde hiç eğleşmiyor. Can deyince aklımıza, kendi katımızdan uydurduğumuz ‘büyük’ler geliyor! Neymiş, ‘büyüklerimiz’ varmış, onlar önce canlarını vermelilermiş… Neymiş, ancak zenginler hayır hasenat yapabilirmiş…

Bu, sadece bir kaçıştır, topu taca atmadır, avamicesiyle, zorlu bir işten sıvışmadır.

Önce ‘can’üzerinde duralım.

Allah’ın bizden canımızı (nefsimizi) istemesi, illa hemencecik çıkın sokağa ve bir şekilde kendinizi öldürtün anlamına gelmemektedir. Allah bizden, bedenimizi O’nun yolunda feda etmemizi istemektedir. Allah için yaşamayan bir bedenin, leşten ne farkı olabilir ki? “İnna lillah ve inna ileyhi raciûn” ayeti sadece bir ölüm haberi işitince dilimizden dökülüveren bir söz olmayıp, bizzat benliğimize yerleşirse, bedenimizi Allah yolunda feda etmemizin ne anlama geldiğini daha iyi kavrayabiliriz. Değil mi ki ibadetlerimiz, hayatımız ve ölümümüz alemlerin Rabbi Allah içindir, işte bedenimizi, aklımızı, duyularımızı Allah rızasına tahsis edeceğiz. Allah’ı razı etmekten başka bir amacımız olmayacak. Dünyanın basit bir süsü olan bütün süflî şeyler hayatımızın nihai gayesi olmaktan çıkıp, hayatımızın gayesi Allah rızası olacak. Allah için çalışıp, Allah için üretecek, Allah için tüketecek, Allah için tutumlu ya da Allah için harcayıcı olacağız.

Şayet bu uğurda bize öldürülmek isabet ederse, şehid sayılmaktayız ve şehadetin en büyük şeref olduğunu bileceğiz. Yok eğer öldürülmez de, ölürsek, yine Allah için yaşamış biri olarak, Allahın vaat ettiği cennetle sevinebiliriz.

Malımızagelince…

Ne yazık ki hayatımızın en çetin sınavını malımızla vermekteyiz. Mal vermek, can vermekten daha zor gelmektedir.

Ne çok hesap yapmaktayız… Ne çok kar-zarar hesabı bilmekteyiz… Ne çok gelecek kaygısı taşımaktayız… Malı ne kadar da çok seviyoruz… Üç kuruşluk şu dünya metaı ne de tatlıymış… Ne de basit bir yaratıkmışız, ‘mal’ tarafından tutsak edilecek kadar…

Kur’an’ı okurken Şuayb Peygamber’e, onun namazının, malları üzerinde diledikleri gibi tasarruf yetkisine sahip olmalarına mani olamayacağını söyleyerek çıkışan kavmini çok kafirce buluyoruz… Ama acaba kendimizin Şuayb kavminden ne kadar farkı olduğunu hiç kritik ediyor muyuz? Sonuçta bizler de özgürce yaşıyor, müstağni bir şekilde hiç kimseyi hiçbir hesabımıza müdahale ettirmiyoruz. Paramızı kredi kartlarına emanet ettiğimiz kadar davamıza emanet edemiyoruz. Tekasür toplumunu, malının kendini ebedileştireceğini sanan, durmadan para-pul hesabı yapan (malını sayan) müşrikleri zihnimizde yerden yere vuruyoruz… Koltuğumuza yaslanıp, insanın şehvetlere, altına ve gümüşe, besili atlara [lüks arabalara], ekinlere/ürünlere, yani basit dünya metaına düşkün yaratıldığını büyük bir zevkle okuyoruz… Hele ‘bahçe meseli’nin kahramanı üç kardeşin hikâyesini okumaya doyum olmuyor…

Lakin sıra kendi ‘bahçe’mize geldiğinde, üç kardeşi üç kere solluyoruz.

Ne zaman bizden, bir yere üç kuruş bir hayır-hasenat yapmamız istense, derhal aklımıza ‘zengin’ kimseleri getiriyoruz. Ne kötü bir akıl bu… Sanki bizim hesabımız zenginlerin sırtında tutuluyor. Halbuki Allah Teala, infakı, zekatı, sadakayı zenginden değil, herkesten istemektedir. Kitap, zengin-fakir diye bir ayrıma gitmemektedir. Herkesin yapacağı bir infak mutlaka vardır. Bir yere infak söz konusu olduğu zaman bir Müslüman’ın geriye dönüp, ‘zengin’ araması büyük bir zillettir. O insan cebinde ‘mal’ değil, kokuşmuş bir atık taşımaktadır. Öyle bir Müslüman hiç olmamalıdır.

Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar eğer sadece hahamlar ve rahipler olursa mı takbih edilmelidir? Sadece hahamlar ve rahiplerin mi, Allah yolunda harcamayıp istif ettikleri o altın ve gümüşlerle (cehennem ateşinde kızdırıldıktan sonra) sırtları ve böğürleri dağlanacaktır? (9/Tevbe, 34-35).

Kim bilir belki de nice ‘müslüman’da altın ve gümüş [para], hahamlardan ve rahiplerden daha fazla bulunmaktadır. Fakat Müslümanlar zenginleştikçe fakirleşmektedirler; paraları arttıkça ağıtları da artmakta, elleri büsbütün boyunlarına asılmaktadır. Türkiye’nin kişi başına düşen milli gelir rakamları büyüdükçe, Müslümanların da yaşam standartları daha bir acınası(!) olmaktadır. Ve sözün bu noktasında bir parantez: para biriktirip de Allah yolunda infak etmeyen Müslümanlar demek ki en az haham ve rahipler zümresine layıktırlar.

Tebük savaşını okumamış bir Müslüman tasavvur edilemez. Tebük savaşında ‘yürüyenler’, ‘koşanlar’ ve ‘dökülenler’in hikâyesi her müslümanı duygulandırır; kimine hayranlık duyar, gıbta ederiz; kimine ise taaccüp ederiz. Hâlbuki her birimiz için Tebük savaşları yeniden yeniden vuku bulmaktadır. Allah rızası için Allah yolunda bir kuruşluk olsun katkıda bulunmak istemeyen kimseler için mazeretler o kadar çok ki. Ama bu mazeretler sadece kendimizi aldatmak içindir.

Kur’an’ın bize öğrettiğine göre sadakaların verileceği yer sadece fakirler değildir. Kur’an, ‘Allah yolunda’ diye bir zekat mahallinden de bahsetmektedir.

Allah yolunda (fî-sebîlillah) canını ve malını seferber edemeyen bir kimsenin, yapılan ya da yapılamayan ‘hizmetleri’ eleştirmesine hiç hakkı olmamak gerekir. Ama maalesef bizim mahallede en fazla görülen bir garabet de budur. Katında, eşinin hatırı kadar davasının hatırı olmayan bir ‘müslüman’ bari eleştirmeye gelince biraz hız ksse ya…

Öyleyse ey mü’minler! Haydin, ellerimiz ceplerimize… Cenneti kazanmaya… Sarp yokuşu aşmaya… Birlikte, eksiklerini saymakla bitiremediğimiz davamıza omuz vermeye… Hiç değilse İbrahim’e gagasıyla su taşıyan, İbrahim’den yana dostluğunu belli eden serçe kuşu kadar bir vazife şuuruna… Ümmet olarak Muhammed’e layık olmaya…

Kısacası cenneti hak etmeye…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *