Olduğun yerde durabilmenin adamakıllı zorlaştığı dönemlerdeyiz. Artık aynı yerde durmanın zaman aralığıyla ilgisi kalmadı. Eskiden uzun seneler geçerdi de, insanları fikri ve fiziki olarak hep aynı yerinde görebilirdik. Fiziki olarak yerlerini değiştirmeleri çok daha uzun zaman sonrasına denk gelirdi.
Fikri olarak değişmeleri ise mümkünsüzlüğe yakındı.
Olduğun yerde durabilmenin ya da olduğun yeri bırakıp gitmenin her türlüsünü yaşıyoruz. Ekonomik olarak, sosyolojik olarak, siyasi olarak, aileler olarak, arkadaş eş-dost olarak, fikri düşünsel olarak akla gelebilecek ne türlüsü varsa, olduğun yerde durmanın imkânsızlığını en deruni şekilde hissediyoruz.
“Hep aynı yerdeyim,” “bıraktığın gibiyim,” “nerede tanıştıysak oradayım,” “nitelik olarak hiç değişmedim,” gibi kısa cümleler akamete uğradı. Aynı yerde olmak, aynı düzende istikrarı korumak bir zamanlar matah bir şeydi, şimdi kerih görülemeye başlandı. “Hâlâ sen orada mısın?” Olduğun yerde duramamanın en can yakıcı olanı, tarifinde yeterli ifadelerin bulunmadığı ideal meftunlarının, sürece uyarlanması, mevcut olanın kuşatıcı atmosferini derinlemesine teneffüs etmesidir. Hiçbir şeyin değişmediği yalan dünyada, her şeyin değiştiğine dair kanaatin kanıksanmış olması.
Bir zamanların ideal sahibi Muslihunları olarak yaşarken, ertelenmiş isteklerimizin peşinde koşan dünyevileşmiş hissizlere dönüştük. İhtiyaçlarımız her zaman ve mekânda karşılanıyordu bir şekilde, ertelediklerimiz ise isteklerimizdi. İhtiyaç denenin, zarurete karşılık gelen olduğunun farkındaydık, isteklerin ise bitip tükenmeyen dünyevileştiriciler olduğunu biliyorduk. Kim ne vaat etti ki ahirete karşılık gelebilecek, böyle cevazıyla birlikte meşrulaştırdık bu dünyayı? Zarifoğu’nun “dünya bir tarla idi, ekip biçip gidecektik, lakin çok kıymetlendirdik” dediği gibi, neden bu kadar kıymetlendirdik? Sakın yanlış anlaşılmasın, bu ifadeler “bir hırka bir lokma” tercihine karşılık gelmez.
Yan yana durmaktan hicap ettiği kişilerle, önünden geçmeyi bile kerih gördüğü kurum ve kuruluşlarla haşır-neşir olması, daha da ilerisine bile cevaz bulması, bu günlerin de gelip geçici olduğunu unutması, bir insana dert olup da yetmez mi? Siyasi entrikalara sessiz kalması, saman altından su yürütmesi, hile-i şeriyye diyerek her türlü haltı yemesi neyle izah edilebilir, kim bilir? Artık ben anladım ki; daha iyi olmaktan önce, cesaretini kaybetmeden olduğun yerde sabitkadem durabilmek başlı başına bir başarı. Neyimiz vardı ki kaybettik de, geri almak için her şeyimizle, caiz olmayan usullerle seferber oluyoruz? Müslümanlığımızla bir hak ediş elde edemeyenler olarak, başımıza kakılarak verilmiş olanların kaybedilmesi gibi sıkıntı olabilir mi? Kazanılmışları (!) kaybetmeme (!), açılan alanları (!) daraltmama gibi temeli vesveseye dayanan önermeler, aslında neye tekabül ediyor düşünmüyoruz hiç.
“Allah nimetini kulunun üstünde görmek ister” ifadesini, dünyevi hayatı meşrulaştırıcı bir argüman olarak alabildiğine kullanışlı hale getirdik. Allah’ın nimetinin ne olduğunu bile derinlemesine düşünebilme melekemizi yitirdik. Ya da yitirmedik de işimize öyle geldi. Nimet olarak sadece bu dünyayı ve içindekileri görür olduk. Müslümanlar olarak bundan sadece, Allah’ın kendilerine verdiği özellikle maddi nimetleri en iyi şekilde taşımalarının mutlak emir olduğuna inanır olduk. Oysa Allah’ın kuluna lütfettiği en büyük nimet iman nimetiydi. Allah öncelikle kulunun üzerinde iman nimetinin şahitliğini görmek istiyordu. Esas görülmek istenen “Hakikatin şahitleri olmaktı.”
Lakin bu esas ıskalanınca, son dönemde nur topu gibi bir burjuvazi sınıfı türedi. Burjuvazi sınıfının geniş anlamlısını düşünün. Sadece maddi anlamda şekilsel olarak değil, düşünsel olarak da burjuvazinin temsil ettiklerini taşır olduk. “Ben kazanıyorum, istediğim gibi harcarım” moduna girerken, “senin gibi düşünmüyorum”lar, kestirmeden ihtilaflarımızı körükleyen kişisel tercihlerimiz haline geldi. Eskimeden bir başka pantolon gömlek almayı, evimizin eşyalarını değiştirmeyi idealist tasavvurumuzda ahlaki bulmazken, gardıroplarımız giyemeyeceğimiz kadar çaputla, eskitemeyeceğimiz kadar ayakkabıyla, marka tutkumuzu alenen ifşa eden etiketli tüketim ürünleriyle doldu. Başörtüsü reklamı vardı bir zamanlar; lüks arabadan inen çağdaş tesettürlü kadın, eşarbın reklamını “farlı dünyaların başörtüsü” diye yapıyordu.
Bu yönümüz böyle olduğu gibi, savunmacı refleksimiz amellerimizin yanlışlığını meşrulaştırmak için durmadan bizi ayartarak, dünyanın değiştiğinin, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığının vesvesesi ile ilkeye sadakatten uzaklaştırdı. Kimimiz demokrat Müslüman, kimimiz, kemalist Müslüman, kimimiz milliyetçi Müslümanlar haline dönüştük. Hatta sosyal demokrat Müslümanlar bile ortaya çıkmaya başladı. Süreç biraz daha böyle giderse korkulur ki, ateist Müslümanlar bile çıkacak gibi görünüyor.
Olduğun yerde durmak artık her babayiğidin harcı değil ne yazık ki. Kalem ve söz erbaplarında bunu görebiliyoruz. Cahili statükoya akıl veriyorlar, maslahatı getirip getirip bir meşrulaştırıcı argüman olarak insanların önüne koyuyorlar. Cahili düzen bizim (!) oldu. Yasirler, Sümeyyeler, Ebu Zerler, Ebu Hanifeler, Hasan Basriler, Bilaller tarihsel. Hz. Resulullah (as) Ebu Cehil’le neden savaşmıştı? Hz. Ömer devasa bir devleti yönetirken, neden hep aynı mintanı giymişti? İkinci Ömer neden bütün varlığını terk etmişti? Onlar hep oldukları yerde durabilmeyi, her şey değişse de, ideallerinde asla değişmemeyi başarabilmişti.
Müslümanın kendisinden başlayarak, şimdiki zihin yapımıza ütopya gibi gelen “dünyayı değiştirmek” gibi hedefleri vardı. Bu hedefe kendisini kilitleyen beslendiği kaynakları vardı. Uleması, fakihleri, münevverleri, bir cemaati, birbirine sıkı sıkıya bağlı hukuku vardı. Bahçesi geniş evlere, geniş aile yapılarına, nine-dede-evlat-torun birlikteliğine, mahrem olan çıkmaz sokaklara, çocukların oynadığı geniş ovalara sahipti. Artık aydın-entelektüel öngörüleriyle hayatın manasına yeni bir yorum getirildi. Mütevazi evlerimizin yerine devasa apartmanlarla beton medeniyeti kurulurken, mahremiyetimizin saklandığı çıkmaz sokaklarımız bulvarlara bağlandı. Çocuklarımız için kreşler, yaşlılarımız için terk edilmişliğin yeri olan huzurevleri kuruldu.
İnsan hayatında İslam’ın yokluğu; tevhidin, insanlığın, ahlakın, adaletin, merhametin, sadakatin, sevginin, kadir bilmezliğin yokluğuyla eşdeğerdir. İslam yoksa insan olmak nasıl mümkün? “Önce insan olacaksın sonra Müslüman” nasıl bir çarpık yaklaşımdır? İnsanı insan yapan İslam değil midir? Adaleti asli hüviyetine kavuşturan İslam değil midir? İslam’dan bağımsız adalet, İslam’dan bağımsız merhamet, İslam’dan bağımsız iktidar, İslam’dan bağımsız siyaset, İslam’dan bağımsız herhangi bir düşünce ve eylem neye tekabül eder? İslam, herhangi bir isimle ya da kavramla yan yana kullanıldığında, kendisinden sonra gelene anlam verir. Müslüman İslam’a teslim olandır. İslam’ın adaleti, adalete rengini İslam’ın verdiği adalettir. İslam ahlakı, ahlakın ne olduğunun tanımını İslam’ın yaptığı ahlaktır. Belirleyici olan, dönüştüren, yeniden tanımlayan, ıslah eden, ıslah olmayacaksa ret ederek yenisini inşa eden İslam’dır.
Hayatının geçmiş dönemlerinde Laik seküler taguti düzenlere sürekli eleştiri getirip, Müslümanın asıl muradını zikredenlerin, son dönemde sürekli adalet talepleri, insan ve ahlak tanımları, merhamet anlayışları nasıl da dönüştü? Oysa İslam Ulemasının üzerinde ittifak ettiği külli kaidelerden biri, “adaletten maksat İslam’ın hakim olmasıdır.” İnsan elbette değişir, dönüşür. Lakin değişmeyen dönüşmeyen özünü koruyarak bunu gerçekleştirir. Hakikatin dönüşmeyen, şekil değiştirmeyen yüzü vardır ve hakikat kaybedildiğinde yeniden aranacaksa, kendi geleneği içinde aranır. Değişimin meşru zemini bulunamazsa, değişmekten öte ifsadın yolu açılır. Değişim arayışımız ve çağrımız, kabullerimizi kullanışlı hale getirdiğinde, insanlığa karşı rahmetin elçisi olmak idealimiz ikna ediciliğini yitireceği gibi bizi de basitleştirecektir. Olduğun yerde durmak bu sebepten değişmeyen yönünü muhafazayı önceler.
Olduğun yerde durmak, donuk sahife fıkhının tutuculuğu olmadığı gibi, mağaralara saklanmak da değildir. Her şeye rağmen inandığın dünyanın inşasında ısrarcı olmak, sürekli önüne sürülen öğretilmiş çaresizliklere itirazdır. Olduğu yerde duranlara sürekli değişmenin gerekliliğini fısıldayanların, modern öğretinin “birlikte yaşayalım ama herkesle birlikte yaşayalım, birbirimize saygı duyalım” gibi ayartıcı ve hilekâr teklifini ya göremedikleri ya da mevcuda razı oldukları gibi bir sonucu kabullendikleri ortaya çıkmaktadır. Bu kabul kahredici ve telafisi mümkün olmayan, gelecek nesilleri bile yoldan saptıracak kabuldür.
Olduğun yerde durmak, “Bir elime güneşi, bir elime ayı verseler de bu yoldan dönmem” diyen Resullah’ın (as) tavrına sadık kalmaktır. Olduğun yerde durmak, idealistlerin pazara çıkaramayacak değerlerinin varlığına delalet eder. Bizim kahramanlarımız olduğu yerde duran ve şeytanı hep öteki olarak görenlerdir. Her şeyin değiştiği doğrudur, lakin değişen niceliktir, nitelik olarak esasa dair değişen yoktur. İslam’ın değişmezleri olduğu gibi, dünün bugünün ve yarının cahiliyesinin de değişmezleri vardır. İşte olduğun yerde durmak, İslam’ın değişmezlerine sahiplenmek olmakla birlikte aynı zamanda cahiliyenin değişmeyen yüzüne de tavır almaktır.
Herhangi bir hayat tarzını düşüncesini, yaşam biçimini, düşünce dünyasını ve ameli boyutunu terk etmek başka bir şeydir. Kabul etmez hayatınıza devam edersiniz. Lakin vazgeçtiğiniz değerlerin eskimiş olduğunu cümle aleme beyanatınız başka bir şeydir. Mahiyeti değişmeyen hiçbir şey teville, yorumla meşrulaştırılamaz. Olduğunuz yeri terk etmenize cevaz sağlamaz.
Şimdi söyle ey Müslüman; olduğun yerde misin? Her şeye rağmen olduğu yerde durabilenlere selam olsun.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *