Bu işleri organize eden ya da organize edilmiş olaylara tepki verenlerin temel düşünceleri istikrar, huzur ve refah değil daha çok güttükleri menfaatleridir.
Toplumsal olaylar ortaya çıktığında güncelin arkasına takılmak ve doğru-yanlış ayrımı yapmadan ortada gezen ifadelerden konu hakkında yorumlar yapmak, en basit anlamıyla sığ ve yetersiz bir bakış açısı ortaya koymaktır. Bu tip durumlarda taraftar konumundan sıyrılıp yaşanan olayların arka planında neler olduğu ve kime yaradığı analiz edilmeli; bu analiz sonucunda elde edilen fikirlerle olaylara yönelik anlamlı ve tarafgir olmayan açıklamalar yapılmalıdır.
Birkaç gün önce Türkiye’de bir operasyon başlamış ve basit bir başlık altından büyük ve geniş çaplı bir eylem ortaya çıkmıştır. Olaylar esnasında yaşanan üzücü ve olumsuz durumlar, bu ve benzeri tür olumsuz olaylarda olduğu gibi, genelde gündemi belirlemiş ve olayların perde akasından hemen hemen hiç söz edilmemiştir. Temel olarak çok az soru sorulmuş, genel olarak medyatik olaylarla provakatif/tahrik edici konulara yer verilmiştir. Bu olayların sahibi kimdir; kim tarafından organize edilmiş; kim tarafından ülkenin her yanında genel bir harekete dönüştürülmüş; kimin yararı olmuş, kim/kimler ve/veya hangi ekip sistem dışı bırakılmış; saf dışı edilmek istemiştir; bu olayların iç siyasetten daha geniş bir provoke alanı var mıdır gibi sorular çok yetersiz bir şekilde sorulmuş ve zayıf cevaplar verilmiştir. Bazı satır aralarında bu ve benzeri konulara değerlendirmeler yapılmakla beraber gerçek anlamdan uzaklaşılarak analizler yapılmıştır.
Bu anlamda herhangi birilerinin menfaat peşinde koşmalarının anlamını açıklayabilecek derinlikli yazılardan ise kesin olarak mahrum bırakıldık. Çünkü sadece taraftar mantığıyla hatalardan bahseden kuru kalabalıklar çıktı karşımıza, hem meydanlarda hem medyada. Burada kuru kalabalık ifadem sadece meydanları dolduranlar değil karşı gruptan toplulukları da içermektedir. Şimdi bu konuyu iki farklı başlık altında kısaca inceleyelim:
İç Siyaset Boyutu
Taksim olayı sistematik, planlı ve önceden hazırlanmış bir programın parçasıdır. Bu programı çeşitli dönemlerde MİT krizi, Roboski(Uludere) olayı ve Reyhanlı bombalama eylemlerinde gördük ve son olarak Taksim bu olay zincirinin şimdilik son ve en büyük halkasını oluşturdu. Toplumun kutuplaştırılması ve yine eskisi gibi kin ve nefretin gündemde kalabilmesi için uzun zamandır oynanan birçok oyunun ardından zafere ulaşıldı. Nitekim şu anda toplumda yeni bir nefret sarmalına gidiş var ve birilerinin iğrenç menfaatleri birlikte yaşayan insanları karşı karşıya getirmeye başladı. Kürt sorunun tam da çözüldüğü bir vasatta kin ve nefret halkalarının toplumu yeniden kuşatmaya başlaması, konunun farklı alanlarını tekrar gözden geçirmeyi gerekli kılmaktadır.
Kitlelerin hareketleri bir ortak akıldan ziyade duygusal, tepkisel sonuçlardır. Bu işleri organize eden ya da organize edilmiş olaylara tepki verenlerin temel düşünceleri istikrar, huzur ve refah değil daha çok güttükleri menfaatleridir. Mevcut iktidarın gücü kullanma biçiminden ne kadar küstah ne kadar kibirli ve ne kadar müstağni olduğu aşikârdır. Kibirleri o kadar gözlerini kör etmiştir ki konunun farklı bir mecrada seyrettiğini ancak olayların üçüncü gününden sonra anlayabilmişlerdir. Konunun buraya geleceği, yukarıda bahsettiğimiz olaylardan gün gibi belli iken herhangi bir tedbir almaya ihtiyaç duymamış, diğer olaylarda yaşadıkları sendelemelerden düşmedikleri için bu olayda da sadece sendeleyeceklerini düşünecek kadar kendilerini gereğinden fazla bir öz güvenle kuşatmışlardır. Karşılarında gürültücü, azınlık ama kararlı bir kitleye karşı ne yapacakları konusunda kafa karışıklığı yaşmaları ise bu minvalde baktığımızda doğaldır.
Eylemleri örgütleyenler ise daha sistematik ve akıllıca hareket ederek iktidarı zor durumda bırakırken ülkeyi daimi yöneteceklerine inançları tam bir “beyaz türk”lük ile bedeli ne olursa olsun bu eylemleri hazırlamış ve ürettikleri senaryoyu devreye sokmuşlardır. Taksim’i korumaktan iktidara olan öfkeye kadar devam eden bu durum camiyi kirletmeye ve dindar insanları tahrik etmeye kadar götürülmüştür ve bu tahrik durumu hala devam etmektedir. Vandalizme kayan bu şiddet sarmalından eğlenen bu kitleler, karşılarında korkak ve ürkek bir yapının olduğuna o kadar inandırılmıştır ki bundan sonra kendileri ne isterse ülkede onun yapılacağı kanaati hâkim olmuştur.
Bu iki grubun anlamsız tavır alışları ise ülke insanını yavaş yavaş çatışmalara ve ayrılıklara doğru itmektedir. Böyle bir durumda aklıselim davranmanın imkânı kalmaz, çünkü öfkeli bir kalabalığın istekleri ve bu kalabalığa öfkelenen diğer kalabalığın çatışmaya hazırlanması sözün ve aklın kar etmediği bir ortama doğru gidişi körükler.
Yukarıda kısaca değindiğimiz konular cihetinde iki grupta uluslar arası şartlara uygun davranış sergileyememektedir. Kurgulanan bir “çatışma” ne kadar problemliyse aynı şekilde kurgulanan bir “denge” de aynı derecede problemlidir. Çatışma, işin görünen yüzü ve aşikâr alanı iken denge kurgulamak işin ikiyüzlü, sinsi halidir. Denge haline geçişte birilerinin menfaatlerini tamamlayarak alanlardan yavaş yavaş çekilmeleri ya da iktidarın farklı bir tavra bürünmesi en kaba haliyle büyük kitlelerin kandırılmışlıklarının ifadesidir.
Son günlerdeki olaylara gelmeden Reyhanlı’da patlayan bombalar üzerinden bu türden bütün ülke çapında bir hareket kurgulanmış ancak istenilen karşılık alınamamıştı. Daha öncesinde Roboski katliamında da benzer senaryo üretilmiş ve özellikle liberal gazeteciler üzeriden protesto çığlıkları yükselmiş ama bu olayda da istenilen tepkiye ulaşılamamıştır. Son olaylar ise iktidarın egemenlik körlüğünden de yararlanarak istenilen noktaya ulaşılmasını sağlamıştır.
Taksim’de başlatılan bu hareket bir halk ayaklanması olarak tanımlansa da tıpkı 1789 ihtilali gibi bir halk ayaklanmasından ziyade bir burjuva hareketidir. Ancak ustaca bu tavrın üstü örtülmekte, bu fikre ulaşmak isteyenlere karşı delil karartma uygulanmaktadır. Protestocuları destekleyenlerin ülkenin en zenginleri içinden çıkması da bu anlamda şaşırılacak bir şey olmayacaktır. Özellikle olaylar sonucu faiz lobisinin bir günde elde ettiği ekstra kazanç düşünülünce de bu hareketi burjuva hareketi olarak tanımlamanın ne kadar doğru olduğu görülecektir. Bu arada protestoculara yine darbecilerin, darbe sevdalılarının ve bizzat 28 Şubat sürecini organize edenlerin de katkı vermesinin Ankara’ya bir tokat ve Silivri’nin intikamı adı altında anılması ilginçtir. Nitekim bu kişilerde bizzat ülkenin “beyaz”larından olup ülke içinde daima imtiyazlı bir sınıf olarak Anadolu insanını aşağılayan burjuva sınıfına dâhil oldukları düşünüldüğünde de halk hareketi tanımlamasının ne anlama geldiği görülebilir.
Dış Siyaset – Ekonomi Boyutu
Konunun dış siyaset boyutu iç siyasete boyutuna göre daha karmaşık ve daha çok parametrelidir. Ayrıca bu boyut iç siyaset boyutunu da belirleyici konumdadır.
Finans krizinin dünya üzerindeki etkisi düşünüldüğünde özellikle Avrupa’nın hem ekonomik hem de siyasi olarak çökmüş olması ve hasta adam tanımlamasının artık Avrupa ülkeleri için kullanılıyor olması[1], enerji güvenliğinin özellikle Avrupa açısından çok önemli olması, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’da hissedilir derecenin ötesinde bizzat olaylara müdahale eden güçlü(!) bir Türkiye’nin var olması, model ülke olmanın kazandırdığı özelliklerin çoğalması, istikrar ortamı arttıkça dünya üzerinde ekonomik bir güç haline gelinmesi, ekonomik krizden etkilenmeden istihdamı artırması gibi bir çok konu Avrupa’nın elinden kaçırmaya başladığı hâkimiyet ortamını Türkiye’ye kaptırmak istememesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Avrupa açısından bu ve benzeri karışıklıkların çok önemli olduğu ve dolayısıyla bu operasyonlarda bizzat bulunduklarını düşünmek abartı olmasa gerek. Ancak ne kadar problem olsun istenirse istensin finans krizinin oluşturduğu çaresizlik Türkiye’de istikrarı mecburi kılmaktadır. Siyasette olduğu gibi ekonomide de istikrarın sürmesi, Türkiye’nin bir finans cenneti olabilmesi, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Orta Asya ve hatta Uzak Doğu Asya’ya kadar uzanan bölgelerde neoliberal politikaların yaygınlaşarak düşünmeden tüketen insanların çoğalabilmesi için güvenilir bir liman olarak Türkiye’nin seçilmesi bu tip hareketlerin devamlı olamayacağını göstermektedir. Elbette bu operasyonları hazırlayan derin aklı da hafife almamak gerekir, çünkü bunlar, çok köklü ve çok güçlü bir örgütlenmeye sahip olmakla beraber başta Avrupa olmak üzer hala dış bağlantıları güçlü bir ekiptir.
Avrupa ve ABD’nin bir kısmının çok iyi bildiği gibi Suriye olayları sonlandığında –ki hızla bu sona doğru gidilmektedir-, Türkiye’nin hem siyasi hem ekonomik olarak öncelikle bölgede daha sonra ise daha geniş alanlarda gücünü geometrik olarak artıracağında hiç şüphe yok. Bu güç temerküzü doğal olarak Avrupa’nın uykularını kaçıracak düzeydedir ve ekonomik-siyasi olarak güçlü bir Türkiye’den hiç haz etmeyecekleri açıktır. Ayrıca İran ile petrol alışverişi konusunda kota uygulayarak kendini enerji temininde sıkıntıya sokan Avrupa’nın sorunlarına, yakın dönemde Rusya’nın Ukrayna vanalarını kapatmasından çektikleri sorunlarda eklenince yeni rotalı, güvenilir enerji nakil hatlarına ihtiyacı hatrı sayılır derecede artmıştır. Bu enerji nakil hatlarının en kısa yoldan ve güvenilir olarak Avrupa’ya uzanabileceği en doğru rota ise Türkiye toprakları ve Türkiye’nin karasularıdır. Avrupalı bazı güçler bu karışıklığa sevinirken aynı zamanda kendi ayaklarına sıkmış olmanın da acısını yaşadıklarından hızlı bir şekilde konunun düzelmesi için gerekenlerin yapılmasını alttan alta istemektedirler. Çünkü güvensiz ve istikrarsız bir Türkiye, Avrupa’nın enerji temini ve güvenliği açından yeni rotalar bulmasını zorlamaktadır ama bu kolay bir iş değildir ve hemen hemen Türkiye dışında hiçbir çıkış noktaları da yoktur.
Suriye olayları sona erdiğinde bu bölgedeki tüm oluşumlara Türkiye’nin fiili bir katılım durumu olacağından İsrail’e dolaylı yoldan sınırdaş olacaktır. İsrail’in tam güvenliği için de hem Suriye olaylarının istenilen şekilde sonlanıp yeni devletin yine bu algıya uygun olarak düzenlenmesinin de en önemli ayağı Türkiye’de istikrarın yükselmesidir. Aksi takdirde bölgede oluşabilecek radikal unsurlar, gücünü daha da artıran bir Hizbullah ve etkinliğini kaybetmek üzere olan İran’ın tekrar alana dâhil olmasının İsrail’in güvenliği açısından önemli olduğu da düşünülürse Türkiye’nin istikrar üzere olmasının büyük önemi vardır.
Türkiye’de oluşan yeni siyasi denge sadece bir iç siyasi manevra ve bir beklentinin ötesindedir. Küresel sermaye düzenine eklemlenen bir Türkiye’den bahsediyorsak siyaset ve ekonominin birbirini etkileme şekillerini ve alanlarını da iyi bilmemiz, ekonomik hayatın sosyal hayatını nasıl ve ne derecede etkilediğini görmemiz gerekir. Uzun yıllar sonra tarihinin en önemli değişimlerini yaşayan Türkiye’nin iç ve dış siyasette karşılaşacağı sorunları duygusal tepkilerle çözmeye çalışmak anlamsızdır. O halde yaşanan her tür toplumsal olayı mercek altına almak gerekmektedir. Bu tip olayların iç bağlantılarından daha da önemlisi dış bağlantılar ve ekonomik algılardır.
kuremedya.com
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *