İnsan icadı sosyal sözleşme de karşılıklı bir sözleşmeyse, büyük çoğunluğun kararıyla iradi bir kabule dayanıyor ve şartlara uyulacağı taahhüt ediliyorsa; bu sözleşmedede buyruk veren ve buyruk tutan varsa; buradaki ilişkinin de bir “rab-kul” ilişkisi olmadığını kim söyleyebilir? Öte yandan, Müslüman milletler de toplumsal hayat ve düzen için, ilahi sözleşmeye uygun bir sosyal sözleşme yapmasın mı?
Hüseyin Alan
Türkçe lisanda bir devlete ve millete “tâbiyeti-mensubiyeti” ifade eden, sözleşme-anayasa- temelli hakları ve yükümlülükleri içeren “yurttaşlık-vatandaşlık” kelimesi;
Arapça lisanda “abd” kelime kökünden üretilmiş “ibadet-kulluk-kölelik” olarak ifade edilip isimlendirilir: Kimin sözünü yüceltiyorsan, neye bağlıysan “onun kulusun-kölesisin” manası içerir.
Buradaki kölelik, hakkı hukuku olmayan, güvencesi ve geleceği sadece efendisine bağlı olarak bilinen köleliğe değil, bir sözleşmeye dayalı taraf olmaya işaret eder…
Kur’ani ifade olarak kullanılan “abd-kul” kelimesi de, “efendi-köle” benzetmesiyle resmedilir: Allah ile yarattığı insan arasındaki “özel” bir ilişkiye gönderme yapar. Bu ilişkiyse özünde “ibadet” olarak nitelenir.
Türkçe lisandaki kullanımıyla olumsuz çağrışım yapan ve değersizliği ifade eden “kulluk-kölelik-ibadet” ifadeleri, İslamda “aslı” ve “faslı”yla hukuka, anlaşmaya, iradi kabule dayalı bambaşka bir şeydir…
Allah kullarıyla “ahidleşti”: Adem’in zürriyetinden gelecek, dünyaya insan olarak gönderilecek tüm ruhları topladı ve “ben sizi böyle yaratan, bundan sonrasını haber verecek olan Rabbinizim kabul ediyor musunuz” diye sordu; “cümlesi evet” dediler. Bu, ahdin sözlü kısmıydı.
Ardından dünyaya insan olarak gönderilenlere yazılı bildirimler yollandı. İşaretlerle uyarıldı. O sözleşme hatırlatıldı: İyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış söylendi, akıbetten haberdar edildi.
Adı öyle konmasa da “vicdan”, “içgörü”, “insanlık” gibi ifadelerle herkesin bunu bildiği tescillendi.
Dolayısıyla “ilk sözleşme”ye uyanlar ve uymayanlar bu dünyada belli olacak: İbadetin-kulluğun Allah’a mı, Allah’tan başkasına mı yapıldığı açığa çıkacak: Herkes bizzat kendisine şahitlik edecek…
İlk sözleşmede her şey açık, saklı gizli bir durum yok, sürpriz yok. Dünyadaysa zorlama yok. Çünkü belli sınırlarda özerklik tanındı. Cebren değil rıza ile itaat istendi. Uyanların da uymayanların da akıbeti baştan biliniyor.
Buna rağmen sözleşmeye uyanlar da, ihlal edenler de anında karşılığını bulmuyor, kendilerine tanınan süre bekleniyor: Tevbe, af, rahmet gibi uyarı, duyuru, işaret hep var. Dileyene hidayet dileyene butlan kapısı açık…
İnsan bir toplum içinde yaratılıyor ve yaşıyor. Toplumsal hayat bir düzen dahilinde devam ediyor. Düzen bir şekilde bir otoriteyle sağlanıyor. Otorite herkesin uyacağı kurallar koyuyor, sınırlar çiziyor. Ve rıza veya cebre dayalı olarak itaat istiyor.
İşte bu ilişki Kur’ani lisanda “Rablik-kulluk ilişkisi” oluyor. Din’se tümünü içeriyor.
Bu ilişkide “uluhiyetin ve rububiyetin Allah’a, ubudiyetin/kulluğun insana has” olduğu ilk baştan yapılan sözleşme şartı, sadıklarla bozguncuları ayırıcı özellik olarak ortaya çıkıyor. Nasıl?…
Toplumsal hayat ve düzen muhakkak bir otoriteye tâbidir. Kurallar otoritenin ya kendi yanından yahut başka dayanaklardan konmuştur. Buradaki mutlak veya sınırlı itaat ilişkisi, rıza veya cebirde özü itibarıyla rablik-kulluk ilişkisidir.
Otoritenin şahsi veya kurumsallığı fark etmez, itaat talebinin karşılık bulması, “meşruiyet” denen haklı bir sebeble irtibatlı. Bu meşruiyet İlahi sözleşmeye dayalıysa rab Allah, başka şeylere dayalıysa şirk oluyor. İbadet veya kulluk ilişkisi böylece oluşuyor…
Otorite genelde mutlak itaate alışıktır. Buysa rızadan çok yasal cebirle mümkündür. İnsanlar, daha modern çağa geçişte ancak ilahi sözleşmeden hareketle mutlak itaat isteyenleri bir “sosyal sözleşme” ile sınırlandırmak istedi: Özgürlüğünü korumak, haklarını ve geleceğini garanti altına almak için. Ne kadar başarılı olduğu hala tartışılıyor!
İlahi olana dayalı bir sosyal sözleşmeyle, rasyonaliteye dayalı bir sosyal sözleşme kıyaslandığında, ilkinin mükemmelliği hususunda mutabık olunan ama kurumsal bir garanti üretilemediği için diktatörlük üretmeye müsait olduğu için eleştirilirken; mükemmel olmadığı halde ikincinin kuvvetler ayrılığıyla daha iyi bulunduğu hep söylenir!
Bir detay olarak denmeli ki, Allah’ın yaptığı sözleşmede insan dünya hayatında serbest bırakılmışken, diğerinde cebir önde ve reddetme “hakkı” tanınmaz!…
İnsan icadı sosyal sözleşme de karşılıklı bir sözleşmeyse, evveline göre ileri düzeyde bir gelişmeyse; bu büyük çoğunluğun kararıyla iradi bir kabule dayanıyor ve şartlara uyulacağı taahhüt ediliyorsa; bu sözleşmede de buyruk veren ve buyruk tutan varsa; buradaki ilişkinin de “rab-kul” ilişkisi olmadığını kim söyleyebilir?…
Müslüman milletler toplumsal hayat ve düzen için bir sosyal sözleşme yapmasın mı? Kötü olduğu zannıyla dünyadan uzaklaşıp, siyasetten kopup dağda, mağarada, okyanusta mı yaşasın? Yahut her ‘Allah böyle buyurdu’ diyene kapılsın mı?… Hayır.
Müslümanlar da bir toplumsal hayat içindeler. Dünyaya sırt dönemezler ama içinde kaybolamazlar. Dolayısıyla ve doğal olarak bunlar da bir düzen kurar ve otorite tesis ederler.
Farklı olarak, Allah ile yaptıkları ilk ana sözleşmeye dayalı, onunla çelişmeyen bir sosyal sözleşme yaparlar. Toplumsal hayatlarını düzenlemekte istişare ve icmaya öncelik tanırlar. Cebre veya dayatmaya karşı rızayı ve iknayı ararlar. Haksızlık karşısında isyanı meşru ve mahfuz tutarlar.. Başından beri de böyle yaptılar.
Dünyada daha bir sosyal sözleşme bilinmiyorken, başka bir deyişle otorite ve itaat ilişkisinde bir “hukuk sistemi” kurulmamışken, müminler toplumu her daim bir hukuk sistemi dahilinde sosyal sözleşme yaptılar. Toplumsal işleri “emanet” bilip ehil olanları başa getirdiler. Denetlemeyi ve azli ellerinde tuttular.
Otorite bozulduğunda cebre boyun eğmek yerine muhalif durmayı, değiştirmeye gücü yetmediyse otoriteyle ilişkisinde ahlaki mesafe koymayı sürdürdüler.
Ayrıca demeli ki, sözleşmede, müslüman olmayanlarla birlikte nasıl yaşayacaklarını, onlara tanınan hakları ve özerklikleri açık açık gösterdiler.
Çünkü müminler toplumu biliyordu ki devlet-güç-olunca diğerlerini zorla dinlerine sokmak, insanları müslüman yapmakla yükümlü değillerdi, böyle bir vazifeleri de yoktu.
Buna karşılık hakikatin şahitleri olmak, yeryüzünü imar etmek, adaletle hükmetmek, aleyhlerine de olsa herkese hak ettiğini vermekle vazifeliydiler: İşte ilk sözleşmeye uyan kulluk, ibadet ilişkisi…
Sosyal sözleşme siyasi tarihe girmeden önce de, girdikten sonra da genel manzara, insanların tanrısal otoriteden çok rasyonel otoriteye itaati makbul, filozofu, bilgini, ruhbanı ve seçilmişleri yönetici yapmak erdemlilikti…
Görüleceği üzere “ibadet-kulluk-kölelik” modern Türkçe lisanda ifade edildiği gibi olumsuz çağrışım veya aşağılayıcı bir duruma işaret etmiyor, tersine iradi sadakat ve tercihe dönüşüyor.













Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *