Mihne, tarihte olup bitmiş teolojik bir mesele, kelami bir tartışma konusu değildir: Bir dünya görüşü temelinde oluşan “siyaset-devlet-yönetim” meselesidir, “meşruiyet” ifadesidir…
Hüseyin Alan
Mihnecilik, özetle bir siyasi iktidarın, yahut siyaset kuramının kurumsallaşmış hali/pratiği olan devletin, dini de tekeline alması, siyasi iktidarda olduğu gibi dinde de tek otorite yapılmasıdır, iktidarın dinden de meşruiyet bulmasıdır.
İnsanlık tarihinde bunu ilk icat eden Mutezile değildir ama bizim tarihte bu işi iktidar zoruyla ilk meşrulaştıran Muteziledir: “Kur’an/vahiy yaratılmıştır” teziyle…
Geçerken demeli ki konunun anlaşılması, devlet denen varlığın siyasi literatürde neden “tanrı” olarak nitelendiğinin anlaşılmasıyla mümkündür.
Devlet, “kendi başına bir amaç, kendi başına özerk ve otonom bir varlık”; temsilinin kabile şefi, şehir meclisi, parlamento, prens, kral, imparator, cumhurbaşkanı.. tarafından yapılıyor olması; bunların “soydan, atama, seçimle” geliyor olması; şahsen veya kurumsal olarak şekillenmesi, işin özünde bir şeyi değiştirmiyor; ezeli ve ebedi olan devlet bunların şahsında mündemiç “kutsallığını-tanrılığını” sürdürüyor.
Dolayısıyla herkesi ilgilendiren karar alma yetkisiyle devletlü sınıf sorgulanmıyor, yargılanmıyor, sınırlandırılmıyor: Çünkü devlet toplumun üstünde ve ötesinde örgütlü bir iktidar.
İnsanlığın bula bula bulduğu çare “sosyal sözleşme, iktidarın yasama-yürütme-yargı olarak üçe ayrılması, güçler ayrılığı prensibi” oldu: Bununla devleti ne kadar sınırlayabildiyse o kadarla yetiniliyor!…
Mihneciliğin meşrulaştırılmasının ön şartı, itikadi olarak “dünya-ahiret; din-devlet” ikiliğinin veya ayırımının kabulüdür.
Bunun neticesinde “dünyevi iktidar-dini iktidar; imparator-kilise; sultan-şeyh’ül islam” ayrımına dayalı bir dini telakki, buna dayalı “bir dünya görüşü” oluşur…
İslami tarihte raşit halifelerden sonra başa geçen, soya ve askeri güce dayalı hüküm süren halifeler, İslam’ı, İslam hukukunu, İslami yönetim tarzını bilmiyordu: Dolayısıyla siyasi iktidar cahili örf ve hukuka, toplumsal düzen şeri hukuka ve örfe dayalı olarak yürütülüyordu.
Burada doğal olarak ikili bir iktidar sistemi oluştu. Bu da siyasi iktidarın meşruiyetine, itaat ilişkisine veya yönetim krizine sebep oldu.
Sorun basit değildi: İslami dünya görüşüne uygun temel siyasi kurallardan “devletin var oluş sebebi, yöneticinin seçimi, iktidarın nasıl değişeceği, kimin yöneteceği, yöneticide aranan vasıflar, şeri hukukun devleti de belirleyip sınırlaması..” gibi prensipler ve bunun ihmali söz konusuydu.
Bu bağlam ve sosyo-politik şartlar dahilinde sultan halifelerin siyasi meşruiyete ihtiyacı vardı. Bu ihtiyacı karşılamak için zor gücünün tek başına yetmeyeceği bilindiğinden, devlet desteğini ve gücünü arkasına alan mihneciler ortaya çıktı: Buldukları çözüm “İran-Roma toplumsal ve siyasal sistemi”nin karışımı bir şeydi…
Abbasi imparatorluğu 1250’de fiilen yıkılıp parçalanıncaya kadar halifeler dinden bağımsız, dinden özerk ve kendi başlarına otonom bir devlet olmadı: Meşruiyet için dini otoriteyi de temsille cedelleştiler.
Bu arada İslam alimlerinin medreseler/üniversiteler açmasına, İslam’ı öğretip yaymasına büyük destek oldular: Adliye teşkilatı ve adaletin tesisi için İslam hukuku alimlerine değer verdiler, yetkilendirdiler, İslam’ın muhafızlığını ve müdafaasını da yaptılar…
Abbasilerden sonra siyasi tarafta başka bir şey oldu: Devletle din tümüyle ayrıştı. Devlet fiziki güce sahip sultanlara, din sembolikleşen halifelere kaldı. Siyaset, meşruiyetini dinden değil örften alır oldu. Doğal olarak ikili bir iktidar oluştu.
Buna rağmen dini eğitim ve dinin yayılması için medreselere, alimlere, adliye teşkilatına ve adaletin tesisine verilen teşvik ve destekler sürdü; İslam’ın muhafızlığı ve müdafaasından vazgeçilmedi.
Süreç antikitedeki Yunan, Roma, Feodalizme evrildi, bidayetteki Cumhuriyet ve nihayetteki Demokrasiyle neticelendi…
Günümüzde Müslüman milletleri yönetenlerin ve bunların siyasi teşkilatlarının meşruiyet sorunu bitmedi: Batılılar gibi ne dini meşruiyeti tümüyle terk edebildiler, ne de raşit halifeler dönemindeki gibi İslami şeri hukuk temelli siyasete dönebildiler.
Gelinen yere bakıldığında siyasetin ve devletin ne Emevi-Abbasi halifelik tarzına ne de ondan sonraki tarza benzediği görülür: Vaziyet hiçbir şeye benzemeyen, mantık olarak birbiriyle çelişen ve pratik olarak tamamen zıt iki durumu ifade eden “oksimoron” bir haldir!
Dolayısıyla “devlet esas, din dahil gerisi teferruat” prensibiyle kutsal devlete dönüldü! İslam’ın muhafazası ve Müslümanların müdafaası devletin menfaatine uyduğu kadarıyla sürdürülüyor!..
Müslümanları yönetenlerin son 200 yıllık süreçte, kurumsal olarak emperyalist batıyı taklit ettikleri biliniyor: Avrupa merkezli bir dünya görüşüne, bu temelde bir eğitime, toplumsal örgütlenmeye ve manevi tatmin için içi boş bir medeniyet tartışmasına hapsolundu.
Buna rağmen tarihsel miras ve toplumsal zihinsel hafıza Müslümanları terk etmiyor, siyasi otorite ve meşruiyet meselesi kritik her eşikte kendini hatırlatıyor! Çünkü bu iş fertlerin çok üstünde, fertleri de kuşatan bir düzeyde oluyor.
Emperyalist batı karşısında alınan yenilgilerden kaynaklı eziklik ve kompleks duygusu, her krizde Müslümanları uyarıyor: Kendine, tarihine, özüne dön…
Dönülecek yer neresi? Şimdilik ortada görüneni Abbasi sonrası dönem. Bazen Abbasilere kadar ki dönem…
“Su akar kendi yolunu bulur” denmiş! Batılıların açtığı suni kanallar ya taşkın yapıp çevreye zarar veriyor, yahut sular boşu boşuna akıyor denizde birleşmiyor!
Bunu görenlerin peygambersiz bir toplumda peygamberî anlayışı ve uygulayışı örnekleyen raşit halifelerin yol haritasına ulaşmaları beklenir.
Ben-ü Sakife, halifelerin farklı yöntemlerle seçimi, Ridde savaşları, doğal siyasi ihtilaflar, ihtilafların ve sosyal sorunların icma yoluyla çözümü, ümmetin vahdeti, Müslümanlar aleyhine kafirler lehine taraf olmama…
Gibi tarihin doğru yerinde duruş sürekli olumsuzlanarak kafalar karıştırılıyorsa, doğruya ulaşmanın son engeli aşılmaktadır!
Müslümanlıkla tarih içinde acizlik, bilgisizlik, modelsizlik, yol haritasızlık, zavallılık yan yana gelmez!
Ağıt yakmak yok! Sığıntılık yok! “Devle, güç, zafer insanlar arasında devran eder!”













Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *