Yakup Döğer: Asabiye bağını, Nesep Asabiyesi ve Sebep Asabiyesi olarak ikiye ayıran İbni Haldun, toplumların bu iki asabiye üzerinden dönüşebileceğine, bu iki asabiyeyle amaçlarına ulaşabileceğine işaret ediyor.
Asabiye bağı
Yakup Döğer
Cahiliye döneminde, aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa “asabe”, denirdi. Bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna da “asabiyet” denilmekteydi.
Mekke toplumunda fertleri birbirine bağlayan bağ, kavim asabiyesi olup, bu bağ insanların birbiriyle olan bağın en güçlü ve etkili şekliydi. Hatta bu bağ gözleri öylesine kör etmişti ki, aynı kavim ve aşiretten olmaları, yaptıkları zulümde olsa birbirlerini desteklemelerini sağlıyordu. Cahiliye şiirlerinde bile görülen bu asabiye bağı, ister mazlum olsun ister zalim kardeşine yardım et şeklinde yansımıştır. Kavim asabiyesi Mekke Devleti’nin birleştirici harcı konumunda olmuştur.
Resulullah’a (as) Mekkeli yöneticilerin en başta gelen tepkilerinden birisi, kavminin birlikteliğini parçaladığı ve kardeşler arasına fitne soktuğu şeklinde seyretmiştir. Gelen vahyin birleştirici harcı herhangi bir kavmi, aşireti, ırkı, soyu sopu, statüyü gözetmiyor, başka bir bağa, başka bir aidiyete işaret ediyordu. Vahyin işaret ettiği asabiye bağı, o zamana kadar Mekkelilerin tarihinde görmedikleri bir bağ, anlam veremedikleri bir asabiyeydi.
Mekke Devleti Yöneticileri egemenliğini, bağlı oldukları asabiye üzerinden sürdürürken, bu bağın kopmaması için sürekli strateji geliştiriyor, kavmiyetçi hassasiyetin güçlenmesi için büyük çaba sarf ediyordu. Kendi kavminden olup da fertlerine sahip çıkmayan kavmin liderleri hor görülüp aşağılanıyor, haklarında ileri geri konuşuluyordu. Bu etkinin gücünü, iman etmeseler bile, Resulullah’ı canları pahasına koruyan kendi kavminde de görebiliyoruz.
Mekkeli yöneticilerin Hz. Muhammed’i (as) öldürmek istediklerini öğrenen Ebu Talip, kendi kavminin bütün gençlerini silahlandırarak Mekke meydanında toplayıp, Mekke Devleti yöneticilerine meydan okuması, gerekirse kavminin bütün gençlerinin ölmeyi göze alabileceğini söylemesi, kavim asabiyesi hakkında bize yeterli bilgiyi vermektedir.
Mekke Devleti egemenliğini kavim asabiyesi üzerine kurmuş, egemenliğini ve iktidar-itaat ilişkisini de bu bağ üzerinden devam ettirmek istemektedir. Onlara göre ortaya çıkan yeni din, egemenliklerini tehdit eden en büyük tehlikedir. Sebebi, insanları birbirine bağlayan asabiyeti değiştirmek istemesi, iktidar itaat ilişkisini başka bir merkeze çekmesidir. Gelen vahiy, Mekkelilerin yüzyıllardır alışageldikleri birliktelik referansını ortadan kaldırıyor, bambaşka bir değerle topluma hitap ediyordu. Kavim kardeşliği üzerine kurulan egemenlik, iman kardeşliğinin sarsıcı etkisiyle temellerinden sallanmaya başlamıştı.
“Kardeşin zalim de olsa ona yardım et” diyen bir zihniyetin karşısına, “Hırsızlık yapan kızım Fatıma da olsa elini keserim” diyen tanımadıkları, anlam veremedikleri başka bir değer çıkmıştı. Haklı haksız demeden birbirine arka çıkan kavim asabiyesi, “Ancak iman edenler kardeştir” diyen yeni söylem karşısında bocalamaktaydı. Resulullah’ın (as) yanına gelen Ebu Süfyan, O’nu Bilal’le birlikte gördüğünde, “Ey Muhammed, Müslüman olursam bana ne var?” dediğinde, “Bilal’e ne varsa sana da o var” demiş, bu söz Ebu Süfyan’ın zihninde yüzyıllardır alışageldiği bütün değerleri alt üst etmişti. Toplumun birliktelik harcının değiştiğini anlayan Mekke’nin yöneticileri, ileriki dönemlerde bu yeni asabiyenin iktidarlarını tehlikeye sokacağını anlamıştı.
Asabiyenin nihai hedefi egemenliktir
İbni Haldun, Asabiye üzerinde uzunca duruyor ve devlete-egemenliğe giden yolda asabiye kavramına büyük önem veriyor. Asabiyeyi insanları birbirlerine bağlayan bir bağ olarak tanımladıktan sonra “asabiyenin nihai amacı devlet kurmaktır ve varmak istediği nihai hedef egemenliktir” diyor.
İbni Haldun, toplumların devlet haline gelebilmelerini asabiyetle mümkün görüyor. Hiçbir toplumun asabiyetini oluşturmadan devlet kuramayacağını, hatta yaşamını bile sürdüremeyeceğini ifade ediyor. Asabiyeti oluşmayan toplumlarınsa en ufak bir zorlama karşısında dağılmaya mahkûm olduklarını, asabiyetin devlet kurulduktan sonra da önemini yitirmediğini belirtiyor. İbni Haldun, devletin ve egemenliğin sürekliliğini de asabiyete bağlıyor. Asabiyetsiz hiçbir devletin kurulamayacağını, devletin kurulabilmesi için maddi ve manevi güç gerektiğini belirtiyor. Bu ise asabiyetin kendisidir diyerek önemli bir inceliğe işaret ediyor.
Asabiye bağını Nesep Asabiyesi ve Sebep Asabiyesi olarak ikiye ayıran İbni Haldun, toplumların bu iki asabiye üzerinden dönüşebileceğine, bu iki asabiyeyle amaçlarına ulaşabileceğine işaret ediyor.
Buradan Mekke Devleti ve devletin egemenliğini sağlayan asabiye bağının neseb asabiyesi olduğunu ve kuşatıcı algının etkisini buraya dayandırdığını, Resulullah’ın (as) asabiye bağının ise sebep asabiyesi üzerine kurulduğunu, bu sebebin de iman bağı olduğunu anlıyoruz.
Bugün modern devletlerin de ulusalcılık ve belli bir ırkın üstünlüğüne dayanan paradigmalar doğrultusunda kurmaya çalıştıkları egemenlik, nesep asabiyesine dayanmakta, günümüz tanımıyla ulusalcılığa işaret etmektedir. Ulus devletlerin ürettiği yeni kutsallar, bu kutsalların birer vahyi telakki gibi kabul görülmesini sağlamaları, vatan, bayrak, sınır, meclis, egemenliğin kaynağı, meşruiyetin çıkış referansının tanımı ve bunlar üzerinden toplumu birbirine bağlama çabaları, bu asabiye bağı üzerinden egemenliklerini sürdürme gayretleridir.
Devletlerin bu gayret ve çabaları kendi egemenliklerinin devamı için zaruretler kısmını teşkil eden olmazsa olmazlarıdır. Paradigmalarının kabul görmesi için çocukları ufacık yaşlarında ailelerinden koparan devletler, eğitim programlarını da, baştan sona bu kurgunun kuşaklar arası sürmesi üzerine programlıyorlar. Kendi eğitim müfredatlarında yetiştirdikleri nesiller, ürettikleri kutsalların tartışılamaz olduğuna, üretilen kutsalların vahyin bile üstünde olduklarına iman etmiş olarak hayata müdahil oluyorlar. Birileri eleştirip katılmadığında, dışlanarak ötekileştiriliyor, toplumdan soyutlanıyor.
Topumu zihniyet, yaşam tasavvuru, düşünüş şekli olarak tamamen seküler/dünyevi olarak şekillendiren günümüz egemenleri, gerektiği zamanda Allah’ın dinini, Allah’ın dininin kavramlarını, yeniden manalandırarak kendi çıkarları ve bekaları için hoyratça kullanabiliyor.
Hz. Muhammed’in (as) vahiy doğrultusunda oluşturmaya çalıştığı asabiye bağı, iman üzerine kurulmuş, peygamber devletine giden yolda, ırk, soy-sop, nesep, statü, makam-mevki yani dünyevi olan ne varsa hepsini bertaraf ederek kurucu etkisini göstermiştir. Yüzlerce yıla dayanan bütün bağlar, gelen yeni bağ ile bütün işlevini yitirerek yeni bir şekle girmiş, iman kardeşliği kendi dışındaki birlikteliklerin tamamını bertaraf etmiştir.
Yeni asabiye, toplumda kabul gören ve tasvip edilen bütün değerleri değiştiriyor, dönüştürüyor, ıslah olacakları ıslah etmeye, olmayacakları, batıl denilenleri ise tamamen ret ederek ortadan kaldırıyor. Bu değişim öyle kesin ve net bir dille gerçekleşiyor ki, en küçük bir tavizden söz etmek mümkün olmuyor. Değişimin ardından ortaya çıkan yeni topluluk, mevcut olanla ayrışıyor, kendi hayat tasavvuru doğrultusunda yeni bir cemaat oluşturup, kendi cemaatinin davranış şekillerini belirliyor.
Yeni asabiye, Mekke Şehir Devleti’nin 13 yıl boyunca akıl almaz zulümlerine, baskılarına, asimile çabalarına rağmen, kopması mümkün olmayan bir bağla müntesiplerini birbirine bağlıyor. Yeni asabiye, çürümüş toplum içerisinde yetişen tabilerini, yeniden şekillendirirken, Resulullah’ın (as) örnekliğinde bir rol modelle kendine ait insan tipini ortaya çıkarıyor.
Şurası bir gerçek ki, ister beşeri ideolojiler olsun ister ilahi dinler, ortaya çıktıklarında topluma müdahil olmak istedikleri andan itibaren kendi dünya tasavvuruna uygun bir rol model insan üretir ve şekillendirdiği insan tipini toplumun önüne sunar. Bu yeni tip, gelen inancın-ideolojinin tabi olacak insanlarına nasıl olmaları gerektiğini gösterdiği örnek tiptir. Rol-model olan örneklik, aynı zamanda önderlik yapacak donanıma da sahip oluyor.
Vahiy nazil olmaya başladığında da, Mekki ayetler İslam’ın nasıl bir insan tipi istediğini, Peygamberi (as) şekillendirerek sürekli göstermiş, tabilerin de peygambere benzemesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Peygamber devletini kuracak insanlar, vahyin dışında başka bir hassasiyet gerektirecek yol ve yöntemlerden sakındırılmıştır. Tabilerin birbirine bağlandıkları yeni asabiyenin, başka asabiyelerle kirlenmemesi için sürekli ikaz edilmiştir. Bilal-i Habeşi’ye kara kadının oğlu diye Ebu Zer, Peygamber tarafından şiddetle azarlanmış, kalbinde cahiliye kalıntısı olduğu hatırlatılmıştır.
Mekki ayetlerin muhtevası göz önüne alındığında, neredeyse tamamının insanın cahili pisliklerden arındırılmasına yönelik, yol yöntem ve emirlerden oluştuğunu görüyoruz. Özellikle şirk pisliğinin kalplerden ve amellerden temizlenmesi, Allah’ın birliği olan tevhid inancının kalplere yerleşmesi için bir dizi emirlerden teşekkül ettiği sarih olarak ortadadır. Kur’an’la hemhal olan bütün Müslümanlar bunun bilincindedir. Bugün Kur’an’dan akademik manada derinlemesine malumat sahibi olanların, lakin buna rağmen devletsiz bir din anlayışını ikame etmeye çalışanların bu bilgiden habersiz oldukları da düşünülemez. Şirk pisliğinin temizlenmesi, vela-bera ilişkisinin sürekli olarak hassasiyetle zikredilmesi, ilahi tasarrufun iman edecekler üzerinde ileriye dönük planladığı gelişmelerin gerçekleşmesini istemesindendir.
Kur’an, “cahiliye” ile “İslam” arasındaki farkı bütün detaylarıyla alabildiğine ortaya koymak ve ikisinin birbirine zıt dünya tasavvurlarının olduğunu ifade etmek için sürekli olarak gündemde tutar. Cahiliyenin insan fıtratına ters tasavvuru sürekli eleştirilirken, cahiliye egemenlere de boyun eğmeyin diye Müslümanlar uyarılır. Tevhid, vahdet ve adalet üzerine toplumsal bir dönüşümü hedefleyerek yeni bir düzen kurulmasını isteyen Allah, kurulacak düzenin birleştirici unsurunu da iman kardeşliği olarak belirlemiştir. Sevginin, nefretin, dostluğun, düşmanlığın, itaatin, her türlü toplumsal ve fert olarak sürecek ilişkilerin tamamının işlevini iman bağı üzerinden emretmiştir. Bu bağın dışındaki hiçbir bağ kabul edilebilir olmayıp, başka bağ üzerinden birliktelikte ısrar edenlere de itaat edilmemesini istemektedir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *