Kâfirûn suresinin tefsirine düştüğü şu notlar Kutub’un metodunu anlatmaktadır: “Hz. Muhammed’e de orta yol teklif edilmiş ve karşılıklı hoşnut edici tavizler önerilmiştir. Kur’an bu pazarlıklar ve beklentileri her seferinde alt üst eden keskin ve mutlak sabiteleri ayetlerle netleştirmiş, safları ve ayrılık çizgisini derinleştirmiştir.
Mehmed Durmuş
Sakarya Üniversitesi İlahiyat fakültesi öğretim üyesi Zehra Betül Güney’in ‘Seyyid Kutub’u Yeniden Okumak’ kitabı geçtiğimiz Mart ayında Motto yayınlarından çıkarak okuyucusu ile buluştu. Zehra Betül Güney yedi sene kadar önce de ‘Hasan el-Bennâ’yı Yeniden Okumak’ kitabını yazmıştı. Güney’in o kitabını da tanıtmıştım.
‘Seyyid Kutub’u Yeniden Okumak’ kitabı 288 sayfa. Doğrusunu söylemek gerekirse yayıncı kitabı adeta 288 sayfalık bir kalıba tıka-basa doldurmuş, zarf mazrufa iki numara küçük gelmiş. Kitabın dizgisini küçük puntoyla yapmış olan yayıncı, benim gibi, ancak yakın gözlüğü ile okuyabilenleri hesaba katmamış. Kitabın sonuna birkaç resim eklenmiş ama Kutub’a ait hiç resim yok. Yazar böyle uygun görmüş demek ki.
Z. B. Güney’in kaynakları sağlam görünmektedir. Türkçe ve Arapça ana dili olduğu için kaynaklardan iyi yararlanmış. Kitap üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, Kutub’un doğumundan yani 1906 yılından, 1950’ye kadar olan dönemde Mısır ve Seyyid Kutub tanıtılmakta, Amerika’ya gidişi daha doğrusu hükümet tarafından biraz törpülenmesi ve liberallikten payına düşeni alması kastıyla gönderilişi üzerinde durulmaktadır.
İkinci bölümde, İhvan’ın Hasan el-Bennâ’dan (ö.1949) sonraki mürşidi olan Hasan el-Hudeybî (ö.1973) dönemindeki Müslüman Kardeşler anlatılmakta, İhvan’ın özel teşkilatı, Kutub’un Hür Subaylar’la ilişkisi ve 1952 devrimi hakkında tahliller yapılmaktadır.
Üçüncü bölümde ise 1950’den 1966’daki şehadetine kadar olan dönemdeki Seyyid Kutub değerlendirilmektedir. Bu bölümde Kutub’un, içlerinde Cemal Abdünnasır’ın da bulunduğu Hür Subaylar teşkilatıyla bağlantısı, İhvan-Kutub ilişkisi, hapis dönemi ve idam edilmesi, Yoldaki İşaretler, cahiliye kavramı ve tekfircilik, el-velâ ve’l-berâ kavramı, ulûl emre itaat ve bilhassa Hasan el-Bennâ-Kutub mukayesesi gibi konular yer almaktadır.
Z. B. Güney “ezber bozuyorum” demektedir ve kitap gerçekten de neredeyse baştan sona çizmeden okunmamaktadır. Kitap Kutub hakkındaki üç ana fikre ve bu üç fikrin tahliline istinat etmektedir. Bunlardan birincisi, Kutub’un hayatının ilk döneminde seküler ya da laik olduğu, ancak hapis döneminde İslamcılığa yöneldiği görüşüdür. İkincisi, Kutub’un Hasan el-Bennâ’nın öğrencisi olduğu ve hayatı boyunca sistemle barışçıl bir yol izleyerek tebliğ verdiği, buna rağmen Nâsır tarafından idam edildiği görüşüdür. Üçüncüsü de Kutub’u köktendinci bir tekfirci kategorisine oturtmak isteyenlerin görüşüdür.
Z. B. Güney birinci görüşü bir şehir efsanesi olarak adlandırmakta, Kutub’un hayatının hiçbir döneminde laik-seküler olmadığını ileri sürerek bu iddiayı çürütmektedir. İkinci görüşün tutarsızlığını daha kolay ortaya koymakta, Kutub’un Hasan el-Bennâ çizgisinden ayrılığını müdellel hale getirmektedir. Güney diyor ki, el-Bennâ ve Müslüman Kardeşler Cemaatinin resmi duruşu her zaman statükocu bir çizgide olmuştur. Hasan el-Bennâ cemaatini kurduktan itibaren hiçbir hükümetle, hiçbir oluşumla düşman olmamaya gayret göstermiştir. Yazar şöyle diyor: “Bennâ’nın hayatı boyunca istediği tek şey İslam’ı ılımlı metotlarla yaymak, statükoyu gözetmek, hükümetlerle barışçıl ilişkiler kurmak, siyasilerle sıfır sorun yaşamak, güç, prestij ve nüfuzdur.” Kutub’la Hasan el-Bennâ aynı yaştaydılar ve aynı fakülteden mezun olmuşlardı ama hayatlarında bir defa bile bir araya gelmemişlerdi. Modernist tutumuyla klasik selefîlerden, radikal söylemleriyle de modernist İslamcılardan ayrışan Bennâ’nın söylem ve eylemlerindeki çelişkiler Kutub’un vahiy çizgisine çarpmış, bu durum cemaat içinde de huzursuzluklara sebebiyet vermiştir.
Üçüncü görüşü ileri sürenleri ise Kutub’un sistemi tamamen reddedici yanını törpüleyerek Hasan el-Bennâ’nın prototipi bir Kutub ortaya koymaya çalışanlar olarak değerlendirmektedir. Güney, Kutub’un Afganî (ö.1897), Abduh (ö.1905), Reşid Rıza (ö.1935) gibi modern selefîlerle ya da ‘sömürge selefîliğiyle karıştırılmaması gerektiğine dikkat çekiyor ve ekliyor: Kutup, batı karşısında eziklik duyarak savunma mekanizması geliştiren reformcu İslamcıların pasif tutumundan vahiy merkezli metoduyla ve aktif muhalefetiyle ayrışmıştır. Kutub’a göre İslam’ın değil, batı takipçiliği yapan Müslümanların reforma ihtiyacı vardır. “Kutup ne modernist söylemciler gibi vahye reformist bir yaklaşım getirerek aklı merkeze koyan ve Batı ile müzakere önerisi sunarak onun dayattığı sisteme entegre olmayı modernizm açılımının kaçınılmaz sonucu olarak görüp Dinî Demokrasi söylemine meyletmiştir, ne de aklın fonksiyonunu reddederek İslamiyeti terörist faaliyetlerle yürürlüğe sokmaya çalışan tekfirci grupların katı ve agresif metotlarına pirim vermiştir. Adil olan yegâne yönetimin İlahi vasıflara dayanan yönetim olduğunu savunması ve bunun insan hayatına tartışmasız ve tereddütsüz uygulanması gerektiğini dile getirmesi, Batı’nın empoze ettiği beşerî sistemle çatışmasına yol açmıştır.”
Kutub din-toplum ilişkisini ilk defa Kur’an referansıyla ele alan bir ilahiyatçı-sosyolog ve siyaset bilimcidir.
Güney, Kutub’un tekfirci olmadığı görüşünün altını tekrar tekrar çizmektedir. Batı diyor, Kur’an’a karşı direk savaş açamadığı için, kavgasını Kutub’un savunduğu cahiliye toplumu öğretisini yıpratarak, bu kavram üzerinden yürütmeye çalışmaktadır. Bu doktrini günümüzde ABD ve İsrail finanse etmekte, lojistik desteğin yanı sıra askeri olarak eğittikleri silahlı cihatçı gruplar üzerinden cahiliye kavramının tekfircilik olduğu tezini zinde tutarak idame ettirmekte ve Batı çıkarlarını Müslüman kanı dökerek ve İslam topraklarında bozgunculuk yaparak koruma altına almaktadırlar.
Zehra Betül Güney’in ‘yeniden okumaya’ tabi tuttuğu Seyyid Kutub’ta dikkat çeken özellik, tavizsiz duruşu, hayatını her şeyiyle Allah’a adamışlığı, davasını hiçbir pazarlığa tabi tutmaması ve aynı kararlılıkla şehadete yürümesidir. Kutub 1954 yılında hapse girer ve on beş yıla mahkûm edilir. Hapishanedeki günlerinin çoğunu hastanede geçirmiştir. Çok ağır işkencelere tabi tutulur. Ciğerleri iflas eder. Mahkumiyetinin onuncu yılında Irak Cumhurbaşkanı Abdüsselam, Mısır hükümeti nezdinde girişimde bulunarak, Kutub’u tahliye etmelerini ister. Onun bu girişimi neticesinde, hapis hayatının onuncu yılında (1964) sağlık sorunları gerekçesiyle Kutub tahliye edilir. Irak Cumhurbaşkanı Kutub’u Irak’a çağırırsa da, “Benim gerçek yerim Mısır’dır. Çünkü ben burada üzerime düşen görevi ifa ediyorum” diyerek teklifi nazikçe reddeder. (160). Kutub birkaç ay sonra (9 Ağustos 1965) yeniden tutuklanarak hapse atılır. Hapse bu girişi artık, bir yıl sonraki sonun başlangıcıydı. Z. B. Güney, bazı İhvan üyeleri Kutub’la aynı furyada silahlarıyla yakalandıkları halde idam edilmeyip de, sadece kitaplarıyla yakalanan Kutub’un idam edilmiş olmasındaki ince noktaya dikkat çekmektedir.
Kutub’u Bennâ’dan ve benzer tüm İslamî şahsiyetlerden ayırt eden faktör, İslam’ın tevhid akidesini ve bu akideden neşet etmiş olan metodunu tam anlamış, bunu da nefsine benimsetmiş olmasıdır. Kutub mesela siyasi egemenliği (namaz gibi) ibadetlerden daha önemli görmekte, bilakis bunu böyle görmeyenlerin İslam’ı anlamadıklarını ileri sürmektedir. Kutub diyor ki, insan gece gündüz Allah’a secde etse bile, hakimiyet ve kanunlarında O’na itaat etmediği sürece o ibadetinin bir önemi yoktur; gerçek kulluk ve ibadet Allah’ın kural, kanun ve emirlerini yerine getirmektir. Z. B. Güney Kutub’un metodunu şöyle anlatmaktadır: Kutub’un savunduğu vahiy İslam’ı, çözümü İslamî sistemler hariç, her türlü sistemlere entegre olarak ve onlarla hoşnut bir ortak paydada buluşmak isteyen diğer İslamcılardan tamamen ontolojik metot olan “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” ilkesiyle kendini arındırıcı bir soyutlamanın içine koymuştur.
Kâfirûn suresinin tefsirine düştüğü şu notlar Kutub’un metodunu anlatmaktadır: “Hz. Muhammed’e de orta yol teklif edilmiş ve karşılıklı hoşnut edici tavizler önerilmiştir. Kur’an bu pazarlıklar ve beklentileri her seferinde alt üst eden keskin ve mutlak sabiteleri ayetlerle netleştirmiş, safları ve ayrılık çizgisini derinleştirmiştir. Tevhid ve şirk çizgisi sonsuza kadar birleşmemeye mahkûm edilmiştir. Bu ikisinin uzandığı yolun orta bir noktasında hiçbir uzlaşma yoktur, çıkar paydası yoktur, anlaşma ihtimali yoktur, sistemi paylaşma ya da ucu açık bir serbestiyet bölgesi ve birbirine geçit veren sentezleyici tavizkar kaçamaklar yoktur. Kur’an’ın bizzat kendisi kafirleri, müşrikleri, münafıkları ve tahrif olmuş din mensuplarının hepsini ‘ötekileştirerek’ İslamî olandan ayırmıştır. Uluhiyet ve Rububiyet, ay ve güneş gibi diğer sistemlerin tamamından ayrıştırılan İslamî sistemde gece gündüz insan hayatının tek ışık kaynağı olmalıdır. Ancak bu sistemle Tevhid, Şirk’ten topyekûn bir hicrete koyulur. Bu ayrılış ve arınma hayatın en uç noktasına kadar uzanarak hiçbir yama ve ortak payda kabul etmeyen paradigmatik bir kopuş ortaya koyar. Böylelikle ya İslam’ınsındır ya da Cahiliye’sindir, ya tevhid üzeresindir ya da şirk.”
Kutub’un hayatının son demlerine doğru düşüncede daha da netleştiği gözlemlenmektedir. Fecr suresinin son ayetinden aldığı esinle, bir arkadaşına yazdığı mektupta yazdıkları bunun en bariz delilidir: “Ben iman ve akide olarak eskisinden daha iyiyim. Daha önceden olmadığı kadar içimdeki düşünceler netlik kazandı. Bu içimde yerleşen akidenin hedefi ve gayesi de hiç olmadığı kadar artık nettir. Ben Allah’a ulaşmanın metodunu ve yolunu öğrenmiş bulunuyorum. Benim artık başım diktir ve Allah’tan başkasına da onu bir daha eğmeyeceğim. Allah’ın kudretinin önüne kimse geçemez. Ancak bunu birçok kişi bilmemektedir.”
Bu satırları kaleme alan Kutub’un, artık emin ve mutmain adımlarla şehadete yürüdüğünü, bu yürüyüşü kendi aleminde nefsine, hem de Allah’ın büyük bir lütfu olarak kabul ettirdiğini Nâsır gibi bir şahsın anlaması mümkün olamazdı. Nihayet Nâsır’ın, bizdeki ‘istiklal mahkemelerini’ andıran mahkemesi 21 Ağustos 1966’da Kutub’un idam kararını onaylamıştır. Bu esnada Nâsır, dünyasına hiç giremediği anlaşılan Kutub’a aracılar vasıtasıyla, kendisinden özür dilemesi halinde affedilmesinin söz konusu olacağını bildiren haberler gönderir. En sonunda hapishane yönetimi, idam edileceği günün akşamında, kendisi de aynı hapishanede, Zeynep Gazali (ö.2005) ile birlikte aynı hücrede kalan Hamide Kutub’u (ö.2012) ağabeyinin yanına gönderir. Seyyid’in, kız kardeşinin teklifini kırmayacağını düşünmektedirler. Hareketinin dış kaynaklı olduğunu söyleyip, özür dilerse idam cezası hapse çevrilecekmiş… Kutub, kardeşi Hamide vasıtasıyla, kendi hayatı üzerinde oyunlar kurmaya devam edenlere, tarihe mal olmuş şu cevabı verir: “Eğer hak ettiğim için hapsolduysam ben hakka rıza göstermeliyim ve eğer haksız yere hapsolduysam haksızlığa yalvaracak kadar küçülmedim.” Bu cümlesine, “Allah’ın birliğine namazda işaret eden işaret parmağım bir tağutun yazdığı bir harfi teyid etmeyeceği gibi reddedecektir.” sözlerini de ekler. Son saatlerini yaşayan Kutub’un, Genel Mürşid Hasan el-Hudeybi’ye de bir çift sözü vardır. Hamide bu sözün de elçisi olur: “Hudeybi’ye benden selam söyle. Ona da ki: Seyyid senin en ufak şekilde zarar görmemen için bir insanın tahammül edemeyeceği şeylere katlanmıştır.”
Kutub 29 Ağustos 1966 günü, sabah saat dört civarında darağacında şehadet mertebesine ulaşır. Kutub’un düşünce ve hareketinin değersizleştirilmesi ve en son olarak da canına kastedilmesinde Mısır’ın bin yıllık dinî eğitim kurumu Ezher’in Nâsır’ın hizmetine amade olduğu gözlenmektedir. Her kritik olayda misyonunu yerine getiren Ezher, Kutub’un infazı esnasında bir kere daha sahnededir. Bir Ezher hocası, ayağının altındaki sehpa birazdan itilecek olan Kutub’un yanına sokularak, kelime-i şehadet getirmesini telkin etmek ‘görevini’ ifa etmeye kalkışır. Kutub ona, “Sen bu komediyi tamamlayan son figür müsün? Sen geçimini bu kelimeyi söyleyerek sağlıyorsun, maaşını bu sayede alıyorsun. Ancak ben bu kelime için ipe çekiliyorum” diyerek, hayatının son dakikalarında, telkin için gelen görevliye, hayatı boyunca unutamayacağı bir telkinde bulunur. Kutub mezara, Ezher hocası da aldığı ücretle işine dönmüştür.
Nâsır, devrimden birkaç hafta geçmesine rağmen umduğu değişiklikleri göremeyen Kutub’un öfkesini yatıştırmak ve onu bir süre daha devrimin içinde tutmak maksadıyla Kültür bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve RTÜK başkanlığı gibi görevler teklif eder. Kutub devrimin yedinci ayında (23 Şubat 1953) devrim hükümetiyle ilişkisini tamamen bitirir. Bu aynı zamanda Kutub’un İhvan’a katıldığı tarihtir. İhvan’ın İrşad Ofisinde dersler vermeye başlar, yurt içi ve yurt dışında genellikle tefsir temalı konferanslar verir. Kanaatimce Kutub’un Hür Subaylar örgütüyle bağlantısı, onun bilinen yapısıyla çelişmektedir fakat bir beşer olarak onun da hatadan beri olmadığını kabul etmemiz gerekir. Zaten 23 Şubat 1953 tarihinden itibaren hükümetle ilişkisini tamamen kesmiş olması, bu hatasını telafi mahiyetinde bir adımdır. Bu bağlamda mesela İmam Ebu Hanife’nin (ö.150), gerek Emevî gerekse Abbasî sultanlarının tekliflerini en başta hiç duraksamadan reddedip, sisteme hiç yanaşmamakla daha tutarlı davrandığını söyleyebiliriz. Ama sonuç itibariyle Ebu Hanife ile Seyyid Kutub’un aynı ortak paydada buluştuklarını teslim etmemiz gerekir.
Her şeye rağmen Kutub, faydacılıktan tamamen uzak, İslam’a aykırı yöntemlere tevessül etmemiş bir ilim ve hareket adamıdır. Hasan el-Bennâ’nın kardeşi -tıpkı Abdurrahman el-Bennâ gibi- İhvan’dan kopmuş ve Nâsır’ın yanında yer almış olan Abdülbasıt el-Bennâ’nın üst makamların elemanı olarak Kutub’a, kendisini hapisten kaçırmayı teklif etmesini kesin olarak reddetmiştir. Zehra Betül Güney, Kutub’un bu tavrıyla Bennâ’nın tutumundan keskin olarak ayrıştığını belirtmektedir. Kutub’un aksine el-Bennâ, cemaat kapatılıp, İhvan da hapse atıldığında defalarca hükümeti ziyaret ederek özür dilemiş, ısrarla cemaatin hükümet aleyhtarı bir çizgide olmadığının altını çizmiştir.
Kutub hapiste iken İhvan üyeleriyle ders halkaları oluşturmuş, çok güzel etkileşimler olmuşsa da içlerinden, Kutub’un tekfirci olduğu kanaatine vararak muhalefet edenler de çıkmıştır. Genel Mürşid Hasan el-Hudeybi de “Davetçiyiz, Yargılayıcı Değil” kitabını o günkü atmosferde yazmıştır.
Kutub deyince akla özellikle Fizılali’l-Kur’ân adındaki tefsiriyle, Yoldaki İşaretler kitabı gelmektedir. Küçük bir risale ebadındaki Yoldaki İşaretler kitabı sanki tefsirinin özeti, bütün dünyaya yönelik bir deklarasyon gibidir. Bir anlamda idam fermanı olan bu kitabı Kutub’un ne zaman yazdığı tam olarak bilinmemekle birlikte, 1964’te hapisten kısa süreliğine tahliye edilmesinden önceki bir tarihte yazmaya başladığı sanılmaktadır. Muhtemelen son kez içeri alındıktan sonra, ömrünün son yılında tamamlamıştır. Z. B. Güney’in, sistemle İslamcıların savaşını başlatan bir manifesto dediği Yoldaki İşaretler kitabı için Ezher’e bir kere daha iş düşmüştür. Ezher fetva birimi başkanı Abdüllatif Sebki’ye bir rapor hazırlatılmış, o da ‘Yoldaki İşaretler’in oldukça tehlikeli ve toplum içinde fitneye sebebiyet verecek bir kitap olduğuna hükmetmiştir. Ezher’in hocasına göre cahiliye, İslam’dan önceki o mahut dönemde kalmıştır; Kutub halkı İslamî devlete karşı kışkırtmaktadır! Halbuki Kutub hiç kimseyi hiçbir şeye kışkırtmamıştır. Kışkırtıcı olsaydı, kendisine gelerek, Nâsır’a suikast düzenlemek istediklerini söyleyen bir grup İhvan gencini, inancımız bu tür şiddet eylemlerinden uzaktır, asıl görevimiz Kur’an üzere yaşayan bir gençlik yetiştirmektir diyerek, uyarıp geri göndermez, ateşe benzinle giderdi.
Sözün kısası, şehadetinin yıl dönümünün yaklaştığı şu günlerde Zehra Betül Güney’in kitabında Seyyid Kutub’a dair okuyacak çok şey bulacağız. Kutub’un düşünceleri ufkumuzu açacaktır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *