Milletin Mazisi, Hali ve Hastalıklarının Çaresi

Milletin Mazisi, Hali ve Hastalıklarının Çaresi

Abduh’a göre, müminlerin birbirilerinden kopması ve uzaklaşması, kardeşliği, dayanışmayı unutması, birçok önemli değerlerin yitirilmesi anlamına gelmektedir. Abduh burada sorar, “Acaba ölmüş olan bu değerleri tekrar diriltmek nasıl mümkün olacaktır?

Yakup Döğer

Müslümanların son yüz elli yıllık tarihi büyük sıkıntıların, kaosların tarihi olduğu gibi, aynı zamanda yaşanılan buhrandan çıkmak için çözüm arayışlarının da tarihi olmuştur. İslam coğrafyalarının hemen tamamında, Müslüman münevverler, bir kurtuluş düşüncesi üretmek için çaba sarf etmiş, siyasi, iktisadi, hukuki ve içtimai sorunların nasıl bertaraf edileceğine dair çareler aramıştır.

Mısır’da yaşayan Muhammed Abduh da (1849–1905) İslam alemindeki hastalıklara çare arayan Müslüman aydınlardan biridir. Abduh’un Mısır’da kaleme aldığı makaleler, risaleler, İstanbul’da Mehmed Akif tarafından tercüme edilerek, Sırat-ı Müstakim / Sebilü’r-Reşad dergisinde neşredilirken fikirleri de Osmanlıya taşınmıştır. Sebilü’r-Reşad dergisinde yer alan uzunca makalede, milletin hastalıklarına çare aranmıştır.

Muhammed Abduh makalesinin başında İslam Ümmetinin, mevcudiyetinden kimsenin haberi yokken nasıl birdenbire zuhur ettiğini, üzerindeki kara bulutlardan sıyrılarak, meydana bütün dünyanın hayran kaldığı bir cemiyet olarak nasıl çıktığına değinir. Ortaya çıkan bu cemiyet, fertlerinin gayretiyle siyasetçileri dirayetli, bir esas metin üzerine muazzam bir bina kurmuş, zırh yerine sağlam bir irade sahibi olmuş, en şiddetli saldırılar karşısında direnmiştir. En büyük müşküller ehil kimseler tarafından halledilmiş, sorunlar çözülmüş, gücü ve kuvveti uzakta ve yakındakilere nüfuz etmiştir. İşte bu ümmet, sayıca az, arazice geniş olmasına rağmen bütün dünyaya söz geçirmiştir.

Muhammed Abduh b. Hasen Hayrillâh et-Türkmânî el-Mısrî (1849-1905)

Abduh, İslam Ümmetinin ilk dönemlerinden itibaren nasıl yükseldiğini zaman içerisinde bütün arza nasıl egemen olduğunu uzunca izah eder. Fakat bunların hepsinden sonra, o sağlam bünye sarsılmaya, cemiyet dağılmaya yüz tutmuş, fertler arasında tefrikalar ortaya çıkmış, bağlar yavaş yavaş çözülmeye başlamıştır. Fertler arasında yardımlaşma kalkmış, iktidara gelenler sadece kendi menfaatlerini düşünür olmuştur.

Tarihte birçok milletler görülmüştür ki, yok gibiyken varlık göstermeye başlamış, kemal derecesinde yükselmiş, fakat daha sonra çöküşe uğrayarak yok olmaya mahkûm olmuştur. Muhammed Abduh, milletlerin ortaya çıkıp yükseliş devrelerinden sonra çöküş yaşamalarının sebeplerini, bu sebeplere de çarenin olup olmadığını sorarak, “Bu illetin çaresi yok mudur” der.  

Abduh sorunun ardından cevabı da verir: “Evet vardır.” Vardır lakin dert vahim, deva müşkil, çözümü üretecek akıl çok azdır. Ümmet öyle bir tefrikaya uğramıştır ki, ne sözleri ne özleri birleştirmek mümkün değildir. Bunun sebebi ise, toplumdaki fertlerin bireyselleşmesi, her ferdin kendi menfaatini düşünmesi, kendi işine bakmasıdır. Muhammed Abduh, burada bireyselleşmeyi, herkesin kedi işine bakmasını biraz farklı yorumlar. O, müminlerin kardeş olduğunu, müminlerin bir vücudun azaları gibi olduğunu hatırlatarak, aslında herkesin kendi işine bakmasını, mümin kardeşinin de işini görmesi olarak ele alır. Fakat yaşanan durum hiçte böyle değildir ve kimse kimsenin derdiyle ilgilenmemektedir.

Abduh’a göre, müminlerin birbirilerinden kopması ve uzaklaşması, kardeşliği, dayanışmayı unutması, birçok önemli değerlerin yitirilmesi anlamına gelmektedir. Abduh burada sorar, “Acaba ölmüş olan bu değerleri tekrar diriltmek nasıl mümkün olacaktır? Dalalete sapmış bir adamı doğru yola çevirmek kolay mıdır? Gaflet uykusuna dalmış, rüyalarıyla hülyalarıyla oyalanan bir adamı ikaz etmek nasıl kabil olur? Kulakları hakikat sedasını duymayacak kadar sağır, vücudu her türlü tesire rağmen hareket etmeyecek kadar uyuşmuş olan birisi nasıl harekete geçirilir?”

Muhammed Abduh ümmetin içinde bulunduğu buhran iklimini daha birçok örnekle gözler önüne sermeye çalışır. Mesele müşküldür, bu müşkülatı çözmek daha da müşkül görünmektedir. Bir hastalığa deva bulabilmek için o hastalığın mahiyetine, ortaya çıkaran sebeplerine vakıf olmak gerekir. Ortaya çıkan hastalık bir millete ait ise, sebeplerini aramak için o milletin geçmişine bakmak gerekir. Hastalığa çare arayacak, derde deva bulacak olanlar bu hususa dikkat etmelidir. 

Abduh, hastalığın teşhisinin önemi üzerinde hassasiyetle durur. Çeşitli örnekler verir. Ve bu hastalığı bertaraf etmek isteyen bazı fikirlere de değinir. Bazılarının ileri sürdüğü gibi, ümmetin içtimai buhranına çare, çeşitli dergiler ve gazeteler neşriyle mümkün olabilir. Bu çözümü ileri sürenlerce bu vasıta, fikirleri uyandırmak, ahlakı düzeltmek, azmi canlandırmak için yeterli gelecektir. 

Abduh bu zanna itiraz eder ve bu zan hakkındaki düşüncelerini izaha çalışır. Diyelim ki neşredilen ceridelerdeki muharrirler yazdıkları yazılarla ümmetlerin selâmetinden başka bir şey kastetmesinler, her türlü olumsuzluktan uzak olsunlar, çözüme odaklansınlar… Fakat Haktan uzaklaştıktan, akla şaşkınlık geldikten, okuyucuları azaldıktan, yazarlar kendilerine okuyucu bulsa dahi, meramını anlayacak pek az insan bulabildikten sonra, bu çabanın ciddi bir tesiri olabilir mi? 

Muhammed Abduh diğer düşünceye değinir. O düşünce ise, yaşanan hastalığın şifa bulması için, memleketin her tarafına mektepler açılmalıdır, fakat bu mektepler Avrupa usulünde olmalıdır. Avrupa usulü bu mekteplerde sağlanan eğitim kısa zamanda bütün millet arasında yaygınlık kazanacaktır. Maarif yaygınlık kazanınca ahlak düzelecek, tefrika kalkacak, yerini birlik alacaktır. 

Abduh bu düşünceye de itiraz eder ve itiraz gerekçelerini söyler. O’na göre bu düşünce de yanlıştır. Çünkü böyle büyük ve önemli bir teşebbüsü ancak sağlam ve güçlü bir iktidar gerçekleştirebilir. Zira bu mektepleri idare edecek, masraflarını karşılayacak büyük bir servet gerekmektedir. Mevcut iktidar ise büyük bir zaaf içindedir. Zaaf içinde bulunan bir iktidar için güçten ve kuvvetten bahsetmek mümkün değildir. Bu mümkün olmadığı gibi, servetten de bahsedilemez. Zaten güçlü bir iktidar ve servet olsaydı, bu millet bu hale gelmezdi.

Muhammed Abduh bu hususa dair itirazlarını biraz daha açmaya çalışır. İşaret ettiği yer, Avrupa usulü ilimdir ve ümmet kendisine yabancı olan bu ilmi almaktan uzaktır. Uzak olduğu gibi Avrupa usulü ilimin tohumları nasıl atılmıştır, nasıl meydana çıkmıştır, nasıl kemale gelerek meyve vermiştir, hangi suyla sulanmış, hangi toprakta yetişmiştir? İşte ümmet bunların hiçbirini bilmiyor, ne başlangıcına, ne maksadına katiyen vakıf değildir. Abduh bu düşüncede olanları, taklitçi olarak tanımlar. O’na göre bu düşünce, taklidi bir sözden ibarettir. Böyle taklitçi bir maarifin bir takım düşüncelerle dolu olan zihinlerdeki fikirleri doğrultacağına, ahlakı düzelteceğine dair bir kanaat ortaya çıkabilir mi?

Muhammed Abduh bu düşüncenin zararlarına da değinir. Avrupa usulü eğitim gören ümmetin fertleri, bu usuldeki ilmi kabul eder ve öğrenirlerse, çocukluklarından beri alışık oldukları gelenek ve göreneklerine karşı cephe alarak, kendi milletine yabancılaşırlar. Onların bu hali ise ümmeti fesada sürüklemekten başka bir sonuç çıkarmaz.

Abduh çok önemli bir hususa işaret etmektedir. İşaret ettiği husus, kendi halkına yabancılaşan aydınlardır ki, modernleşme sürecinde taklitçi aydınların ümmetin başına nasıl musibetler açtığı malumdur. Abduh bu mesele üzerinde durmaya devam eder. Taklitçi aydınlar kendisine yabancı olan Avrupa usulü ilmi hiçbir zaman hakkıyla temsil edemeyecektir. Öğrendikleri ilmi hakkıyla temsil edemeyen aydınlar, kendi halkına ve vatanına cidden hizmet etmek istese bile ne yapabilirler?

Müslümanlar olarak yüz elli yıllık süreçte şunu öğrendik ki, dışarından gelen ne varsa, kendi ahlakını, kendi felsefesini, kendi dünya tasavvurunu da beraberinde getirmektedir. İthal denilebilecek bu teşebbüs, sahip olanı kendisine ve dahi aynı zamanda kendi halkına yabancılaşmayı da beraberinde dayatmaktadır. Abduh buraya hassaten işaret eder. Bu adamlar, öğrendiklerini işitmiş oldukları gibi anlatmaya çalışırlar. Milletin tabiatını, meşrebini, adetlerini hiç nazar-ı itibara almayarak olduğu gibi aktarırlar. Millete fayda mı, zarar mı verir, bunu hiçbir zaman düşünmezler. Bu münasebetsizce davranışları, ilme hakim olmalarından değil, tamamen taklitçiliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu adamlar milleti birbirine bağlayan bütün rabıtaları ortadan kaldırmaktadır. Abduh, taklitçi aydınlara dikkat çekici eleştiriler getirmekte, modern dönem Avrupa müptelası aydın tipini tasvir etmektedir.

Bilindiği gibi dönem itibarıyla Osmanlıda ve Mısır’da Avrupa usulünde birçok mektepler açılmıştır. Dönemin siyasi iktidarları, Avrupa’da ortaya çıkan –ihtiyaçları olsun olmasın–  her şeyi memleketlerine getirmek için Avrupa’ya birçok adam göndermiştir. Muhammed Abduh siyasi iradenin bu teşebbüsüne de eleştiri getirir. Çünkü medenileşme dedikleri ne varsa, Avrupa hakkında doğru olabilir. Zira bahsedilen medenileşme, Avrupa’daki tarihi seyrin neticesinde ortaya çıkmıştır. 

Abduh, Avrupa taklitçisi iktidarlara ve aydınlara burada bir soru sorar:

“Peki, gerek Mısırlılar gerek Osmanlılar aradan bu kadar zaman geçmiş olmakla beraber bu teşebbüslerinden bir fayda görebildiler mi? Acaba şimdiki hâlleri önceki hâllerine nispetle daha iyi mi? Acaba zaruretin, sefaletin pençesinden yakalarını kurtarabildiler mi? Acaba mallarına ecnebileri sahip etmekte mecbur kalacak tehlikelerden halas oldular mı? Acaba kalelerini, hudutlarını iyice tahkim ederek düşmanların hücumuna dayanacak bir hâle getirdiler mi? Acaba üzerlerine aç gözlerini dikmiş olanları ümitsiz bırakabilmek için hâdisatın sonunu görür bir basirete, efkâr üzerinde tasarruf eder bir kuvvete sahip oldular mı?”

Muhammed Abduh böyle bir kazanımın mümkün olmadığını söyler. Bu taklitçiler milletin asli menfaatlerine dair faydalı işler yapmaktan uzaktır. Öğrendikleri ile amel etmek hevesiyle evlerin binaların şeklini, yiyecek içecek, giyilip çıkarılacak, yatak, sofra takımına varıncaya kadar her şeyin tarzını, davranış kalıplarını değiştirirler. Öğrendikleri ilimle sanayi, ziraat, ticaret gibi alanlarda faydalı olmaktan ziyade, ecnebi memleketlerdeki sosyal hayat tarzını, yaşam şeklini taklide çaba gösterirler.

Abduh, kendi memleketine ve kendi halkına yabancılaşmış, taklitçi aydınların nasıl bir işlev gördüğüne de işaret eder. Müslümanların gerek tecrübeleri, gerek mazideki hâdiseler önemli bir hakikati gayet açık bir surette göstermiştir ki, her ümmetin içinde ortaya çıkarak diğer milletlerin davranışlarını taklit eden taklitçiler, mensup oldukları ümmete düşmanların sokulması için birer menfez, birer kapı vazifesini ifa etmektedir. Abduh’un bu tespiti önemlidir. Bedenen ümmetin içinde olan fakat dünya tasavvuru, yaşam tarzı olarak yabancılaşanlar, kendi toplumlarına en büyük kötülüğü yapmakta, adete birer Truva Atı gibi çalışmaktadır.

Muhammed Abduh, adeta günümüz laik seküler zihniyete sahip yerli gavurların tıynetini ifşa etmektedir. Bu gibilerin idraki bir takım evhama, bir takım hilelere sığınak olur. Daha doğrusu taklit ettikleri topluma karşı olan tazimleriyle onlara benzemeyenler hakkındaki hakaretleri hasebiyle ümmetin fertlerinin başına büyük bir felâket kesilirler. Onları zelil görürler, her işlerini aşağılarlar. Ümmetin en önemli çabalarını dahi aşağılamak için bahane edinirler. İşte bu taklitçiler, kendi halkının düşmanı olurken, yabancıların samimi dostu olurlar. Ümmet, dışarıdaki düşmanlardan çektiğinden fazlasını, içerideki taklitçilerden çekmiştir.

Muhammed Abduh, dönemin sıkıntılarına çare arayanlara seslenir. Yaşanan buhrana çözüm arayanların, çareyi nerde bulacaklarına işaret eder. Abduh’a göre, ümmetin bugün perişan olan halini vaktiyle birleştiren, bugün bu kadar zelil olan halini vaktiyle yücelten, bugün tefrika içinde yuvarlanan fertlerini vaktiyle vahdet halinde bulunduran, millete bütün milletlerin üstünde yüksek bir makam temin eyleyen ancak dindir. Bu dinin usulü muhkem, kaideleri sağlamdır. Her türlü hikmeti kuşatmış, birlikteliğe sevk ederek, muhabbete dayanır. Nefisleri tezkiye eder, kalpleri her türlü rezaletten uzak kılar, akılları hak ile aydınlatır, cemiyeti beşeriyyenin muhtaç olduğu her türlü ihtiyaca cevap verir, inananlarına ilmi ve medeniyeti öğrenmeyi emreder.

Muhammed Abduh, hastalıkların çaresinin dine sarılarak çözülebileceğini söylemektedir. Bir milletin yok mesabesindeyken yükselmesine vesile olan din olduğu gibi, hiç şüphe yoktur ki çöküşü de o dinin sağlam usulünden, esaslarından uzaklaşarak yerine bir takım muzır bidatler ikame etmesiyle olur. Dinden uzaklaşmak, İlahi iradeye yüz çevirmek, dinin emrettiği hakikatlerden uzaklaşmak, çöküşün asıl sebeplerindendir. 

“O halde…” diye devam eder Abduh. O halde bu derdin çaresi dinin esaslarına dönerek, dinin ilk devirlerdeki ahkâmıyla amel edilmeli, avamın ahlakını kalbini temizlemek için yine dinin buyruklarına müracaat etmelidir. Ümmetin fertlerini, ümmetin şerefini yeniden kazanmak için gerekirse can verecek kadar çaba göstermesini sağlamalıdır. Muhammed Abduh dönemin popüler kurtuluş düşüncelerinden olan “Asr-ı Saadete ve Kaynaklara Dönüş” akımını savunmaktadır.

Din asırlardan beri veraset yoluyla kalplerde kökleşmiş, kalplerde dinin şerefiyle sevgi muhabbet peyda olmuştur. Ümmetin bütün fertlerinde dine karşı samimi bir muhabbet parlamakta olduğundan, ümmeti din yoluyla ihyaya çalışan bir adama gayret için hafif bir esinti kâfidir. 

Abduh, hastalıklara çarenin dine dönmekte mümkün olduğunu söylemesine itiraz edeceklere de peşinen cevap verme ihtiyacı duyar. Arapları din gelmezden evvelki durumu ile din geldikten sonraki durumlarını misal verir. Din gelmezden evvel Araplar büyük vahşet ve yaman tefrika içinde yuvarlanmakta, rezil bir halde yaşamaktadır. Araplara din gelince, bütün tefrikalar ortadan kalktı, hepsini birleştirdi.

Muhammed Abduh ümmetin yakalandığı hastalığın çaresini tekrar dine sarılmakta görmektedir. Din esas bir metindir, izzet ve şeref sahibi yaptığı gibi, birlik ve beraberliği de sağlar. Taklitçilik ise, kendi özünden uzaklaşıp, kendine yabancılaşmayı beraberinde getirir. Muhammed Abduh’un dine sarılmak gerektiğine dair düşüncesi, Asr-ı Saadete dönmenin gerektiğine işaret etmekte, dönemin birçok Müslüman mütefekkiri tarafından savunulan tezi, Abduh da savunmaktadır. ν

Makale kaynağı: Muhammed Abduh, Milletin Mazisi, Hali ve Hastalıklarının Çaresi, Sırat-ı Müstakim, cilt II, sayı 50, tarih 6 Ağustos 1325

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *