On yıllardır (bilhassa 1950’den bu yana) her seçim bir ‘gerçek kurtuluş savaşı’ olarak lanse edilir fakat her seçimde ‘kurtulan’ rejim, kazanan hep kurulu düzen olur. Bunun en büyük sebebi şudur ki, sağcı, muhafazakâr demokrat partilerin ‘kurtuluş’ ya da ‘bekâ’ anlayışı İslamî bir kurtuluş ya da bekâ değildir…
Mehmed Durmuş
Türkiye yeni bir seçime daha doludizgin gidiyor. Deprem faktörü ve muhalefetin sonu gelmez sorunlarına rağmen seçim havası gittikçe ısınıyor. Muhafazakâr Demokrat iktidar Cumhuriyetin ikinci yüzyılına epey umutlar biriktirmişti. Şaşalı bir ikinci yüzyıl açılışı yapmayı planlıyordu. Fakat ikinci yüzyıla başkaları da göz koydu. Hatta terör örgütünün parlamento ayağı olan parti yüz yıl önce verdikleri avansın bittiğini ilan etti, açık ve örtük tehditler savurmaya başladı. Terör örgütünün kirvelik yaptığı altılı masanın mihveri, Cumhuriyet rejiminin kurucu taşeronu CHP’nin bazı yetkilileri daha şimdiden intikam naraları atmaya başladılar.
Yıkılan Osmanlı Devleti’nin küllerinden, kendi ihtiyaçlarına uygun küçük bir devlet kotaran batılı devletler, ihaleyi CHP’ne vermişti. Kerameti kendinden bilen CHP, yüz yıl önceki misyonu için bir kere daha sahneye sürülmektedir. Dolayısıyla şimdilerde en gözde operasyonel aygıtları olan terör örgütünü kirve yaptıkları CHP yetmiş küsur yıl sonra kendini Cumhurbaşkanlığı koltuğuna ilk defa bu kadar yakın hissetmektedir. Planlar tutup da, iktidar koltuğuna ikame edilmesi halinde yedi kocalı Hürmüz misali, kime ne gibi hizmetler vereceğini tam bilmediği için, kendini 23 nisan çocukları kadar şen hisseden adayı zor günler beklemektedir.
İktidar Partisi daha doğrusu R. Tayyip Erdoğan ise seçimi bir kez daha kazanmak için, uhdesinde olan bütün imkanları sonuna kadar seferber etmiş bulunmaktadır. Kaz geleceğini umduğu yerlerden tavukları esirgememektedir. Erdoğan herhalde TC tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir cömertlikle maliyeyi seferber etmiş bulunmaktadır. Padişahların tahta oturunca dağıttıkları ulufeyi o, tahta çıkmanın arifesine almış bulunmaktadır. Asgari ücrete yıl içinde ilave zamlar yapılıyor, EYT emekliliği yasalaştırılıyor, vergi borçları affediliyor, trafik cezaları siliniyor, emekli maaşları iyileştirilmeye çalışılıyor vs.
Her şeye rağmen Erdoğan’ın hakkını teslim etmek gerekir: İktidarının 20. yılında olmasına rağmen, onu devirmek için sağdan, soldan, milli görüşten ve kendinin sabık çalışma arkadaşlarından bir hayli fraksiyon yuvarlak bir masa etrafında birleştikleri halde hala rakiplerinin korkulu rüyası olmaya devam ediyor. (Erdoğan’ın bu pozisyonu en başta, onun ‘Anadolu müslümanlığı’ denilen ana yapıyı iyi okuması ve halkın manevi-kültürel beklentilerine cevap vermesiyle alakalı bir durumdur). Yuvarlak masaya terör örgütünün partisini de ekleyince, anlatmaya çalıştığımız husus daha iyi anlaşılmaktadır.
Ömrümüz boyunca şahit olduğumuz seçimlerden, “bu seçim başka” denmeyenini görmedik. ‘Bu seçim başka’ sözünün içerisine oldukça kalabalık anlamlar tıkıştırılmaktadır. Farklılıktan kasıt aslında tek kelimeyle, ‘bekâ sorunu’dur. ‘Bekâ sorunu’ gerçekten de, meseleyi izah edecek en iyi keşiftir. Çünkü herkesin bir bekâ anlayışı vardır. Mesela Cumhuriyeti kuran partinin bekâsı, altı okun temsil ettiği zulüm günlerinin elden bırakılmaması, bütün ‘zindeliği’ ile geri getirilmesidir. CHP herhalde Haccın Kurban Bayramı’na denk geldiği, ezanın tanrı uludur diye okutulduğu, köylerde tek suçu ufacık yavrulara Kur’an öğretmek olan köy hocasının ve çocukların terörist gibi kovalandığı günler için “ah nerde o günler…” diye iç geçirmektedir. Kur’an kurslarının bale ve müzik evine dönüşmesi CHP için bir bekâ sorunudur.
Altılı masanın iliştirilmiş şirin ortaklarının, bekâ diye bir sorunu hissedecek ve algılayacak rüşt çağına henüz ulaşmamış oldukları, güttükleri ‘siyasetten’ anlaşılmaktadır. Altılı masanın, ‘bekâ’ bilinci en fazla gelişmiş ortağının terör örgütünün uzantısı olan HDP olduğunda kuşku yoktur.
Muhafazakâr Demokrat iktidar partisinin bekâ sorunu ise koltuk davasına dönüşmüş bulunmaktadır. Bekâ diye bir sorunu olan siyasi kadroların bu kadar ucuz seçim yatırımlarına girişmemeleri gerekirdi.
Halkın seçimleri adeta bir ölüm-kalım meselesi gibi algılaması istenmektedir. Çünkü diğer türlü halkı siyasallaştırıp, azami katılımı sağlamak mümkün görünmemektedir. Efradını cami ağyarını mâni anlamda bir hak davanın mücadelesi her daim bir ölüm-kalım meselesidir. Fakat on yıllardır (bilhassa 1950’den bu yana) her seçim bir ‘gerçek kurtuluş savaşı’ olarak lanse edilir fakat her seçimde ‘kurtulan’ rejim ve azgın azınlık, kazanan hep kurulu düzen olur. Bunun en büyük sebebi şudur ki, sağcı, muhafazakâr demokrat partilerin ‘kurtuluş’ ya da ‘bekâ’ anlayışı İslamî bir kurtuluş ya da bekâ değildir. Tam tersine İslam, laik-demokratik toplumsallaşmada ılımlılaştırıcı bir araç yapılmıştır. AKP iktidarı İslamî parti olmadıklarını, muhafazakâr-demokrat olduklarını defalarca söylemesine, yazılı belgelerinde kendilerini böyle ifade etmelerine rağmen, İslam’ı araçlaştırmaktan geri durmamaktadır.
Türkiye’nin, onu hiçbir zaman kendi haline bırakmayan, başına nice çoraplar örmek isteyen müttefikleri bulunmaktadır. Bu müttefikler Türkiye’nin başına en büyük, en karmaşık ve boğucu çorabı yüzyıl öncesinde ördüler. Türkiye İslam’dan kopartılmış ve yüz yıllık süreç içerisinde halkı İslam’dan kop(artıl)mayı içine sindirir hale getirilmiştir. İkinci yüzyıla girmenin eşiğinde olduğumuz bu günlerde, kaynağı tamamen hak olan, hak üzere şekillenen ve hakkın onayladığı usullerle verilen bir hak mücadele başlatmak haktır. Asıl bekâ sorunu bu olmalıdır.
Kastettiğimiz mücadelenin ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Her şeyin bir anda olmayacağını, bazı işlerde belirli bir merhalenin gerektiğini de kabul ediyoruz. Ama merhaleden ne anladığımız çok önemlidir. Merhalecilik, İslam davası için ılımlı laiklikle, muhafazakâr demokratlıkla uzlaşmak ve iş birliği yapmak değildir. İslam davasının merhalesinin ilk adımı kendi hak davamızı oldukça açık, berrak şekilde ortaya koymak, kendimizi tam ifade etmek, davamızın neleri dışladığını, kiminle hani esaslar üzerinde asla ittifak yapamayacağımızı vb. lafı eğip bükmeden ortaya koymaktır. Sonra da insanları bu hak davaya alenen çağırmak ve bu uğurda yürüyüşe geçmektir.
Müslümanın davası İslam’dır. İslam davası sadece Allah’ı rab ve ilah tanıyan, ulusal şiarlarla tevhidi uzlaştırmayan, arzda Allah’ın hükümlerinin geçerli olmasını istemekten daha kutsal bir çaba bilmeyen bir mücadeledir. İslam dava edinilmediği sürece yüz yıl değil, bin yıl; on seçim değil, yüz seçim de gelse geçse, bir şey değişmeyecektir. Türkiye’de İslam gerçek anlamda dava haline getirilebildiğinde, hiç bilemeyiz, ülkenin ve milletin en yaman hasmı zannedilen kişi ve grupların bile İslam’ın hidayetine koşmaları imkân ve ihtimal dahilindedir.
Peki şu anda öyle midir? Bir defa, ideolojik olarak iki ana blok arasında çok büyük bir fark yoktur. Birisi tepeden inmeci, genlerinde halkı adam yerine koymamak bulunan seçkinci/buyurgan, depremzedeler enkazdan sağ çıkartılırken tekbir getirilmesinden bile rahatsız olan bir hizip var, öte tarafta ise ılımlı demokratik zihniyet var. Ülkeyi İmam-Hatip okullarıyla doldurmayı, hafız yetiştiren kursları çoğaltmayı İslamlaşma sanan bir algı. Oysa Allah biliyor ki çocuklarımızın hafız olmasını biz de istiyoruz fakat biz öncelikle İslam’ın devlet ve toplumun dini olmasını istiyoruz. Devletin ve toplumun dini laik-demokratik-muhafazakâr bir ideoloji olarak kalmak koşuluyla toplumun tamamı hafız yapılsa, herkes namaz kılsa, bu İslamlaşma anlamına gelmez. Bu gerçeği çok iyi anladıkları için kurulu düzenin sahipleri İmam-Hatip okullarının açılmasına ve Kur’an kurslarına vb. ciddi bir itiraz yapmamaktadırlar. Çünkü İslamlaşmanın bundan daha başka bir şey olduğunu onlar da çok iyi bilmektedirler. İslamlaşmanın bundan daha farklı bir şey olduğunu ‘namazlı-niyazlı’ insanlara anlatmak çok zor olmaktadır.
İslam’ın İslam olabilmesi için, Allah’ın uluhiyetini tasdik etmek ama eş oranda O’ndan başka bütün ilahları da reddetmek gerekmektedir. Tek taraflı olarak, sadece Allah’ın ilah olduğunu söylemek Allah katında bir ‘işlem’ doğurmamaktadır. Muhafazakâr-demokrat bir ülkede Kur’an kurslarının ve dini içerikli eğitim veren okulların, aynı içerikteki vakıf ve dernek faaliyetlerinin neden kurulu düzene sakınca teşkil etmediğinin izahı da buradadır. Nurcuların çoğunun oylarıyla nurlandırdıkları Nurlu Süleyman’dan yadigar bir aforizma olarak söyleyecek olursak, camiler ardına kadar açıktır, isteyen vatandaş göğsünü gere gere camiye girer, göğsünü gere gere namazını kılar ve sonra aynı gururla çıkar evine gider! Gelir ve gider, bunda kurulu düzen için hiçbir sakınca yoktur. Çünkü diğer taraftan başkaları da sinemaya, baleye, gitar kursuna, güzellik salonuna, kafeye, bara, kızlı erkekli eğlence partisine vb. gidecektir. Onlara izin verip de, camiye gidene izin vermemek ‘Anadolu irfanı’na sığmaz. Fakat bir ölüm-kalım meselesi olan bir şart var ki, camiye gidenin, caminin içinde olanı caminin dışına taşırmaması gerekir.
Mesela başörtüsü daha iyi bir örnektir. CHP ve ulusalcı, Kemalist vb. gruplar camiden rahatsızdırlar, kamusal alanda başörtüsünü görmek onları boğmaktadır. Tesettürlü kadın kamusal alanda görünmesin istiyorlar(dı). CHP’lileri korkularından emin yapan, dini siyasete alet etmeyen dindarlar olmuştur. Muhafazakâr demokratlar ise isteyen kadın istediği kıyafeti giysin, başını örtmek isteyen de varsın örtsün ama başörtülü kızlar, pantolonlu ya da göbeğini açan arkadaşlarının girebildiği her yere girsinler, onların çalıştığı her işte çalışsınlar, düğünlerde başörtülü kadınlarla başı açıklar birlikte oynasınlar demektedirler. Aslında -niyetleri tabi ki o olmamakla beraber- CHP ve benzerlerinin tutumları Müslüman kızlar/kadınların akıbeti için daha hayırlarına; muhafazakâr demokratlarınki ise tam aksine, şerrinedir. Kitlelerin algısı ise bunun tam tersidir. Müslümanların ‘bekâ’ sorunu işte bu noktada düğümlenmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, deprem ölüm gerçeğini yediden yetmiş yediye, bütün insanların burnunun dibine getirmiş, bakın işte ölüme bu kadar yakınsınız mesajını yaymıştır. Hayat çok uzun görünse de çok kısadır. Bu kısa ömrümüze Allah’ı razı eden daha kalıcı, hayırlı işler sığdırabiliriz. Önce biz Müslümanlar şu hususta seçimimizi yapmalıyız: Biz neyden yanayız? Bizim de bir seçimimiz var mıdır, bir şeyleri seçmiş miyiz? Biz tabi ki İslam’ı seçmişiz. Öyleyse seçtiğimiz bu mübarek Din’e sadakatimizi göstermeliyiz. Bizler kırk katır mı, kırk satır mı seçeneklerinden birini tercih etmeye mahkûm değiliz. Kırk satır cezası alacaksak da, kırk katır cezası alacaksak da bu, İslam’dan mütevellit olmalıdır. Geçmiş zamanlara baktığımızda, onca ‘önemli’ seçime rağmen İslamlaşmada hemen hiçbir mesafe almadığımızı, bilakis her geçen gün takvamızı, haram-helal duyarlılığımızı, mahrem-nâmahrem sınırlarımızı yitirdiğimizi görmekteyiz. Sokaklarımızda adeta Allah’a meydan okunmaktadır. Fahşâ ve münker ülkeyi baştan sona istila etmiş durumdadır. Rabbimiz namazın fahşa ve münkerden nehyedeceğini buyurmaktadır ama bizde Allah’ın bu buyruğu tecelli etmemektedir. Sahabeden, kıldığınız namaz sizi fahşâ ve münkerden menetmiyorsa, demek ki kıldığınız namaz namaz değildir mealinde bir söz nakledilmektedir. Müslümanlar olarak bu hakikatleri çevremize ve sesimizi ulaştırabildiğimiz bütün insanlara hikmetle ve güzel öğütle anlatmamız gerekir. Bu bir inatlaşma ve dikleşme meselesi değil, imanımızın gereğince vaziyet alıştır, Müslümanca bir duruştur. Sokaklarını, okullarını, camilerini vb. İslamlaştıramadığımız memleket ne yazık ki zaten bize ait değildir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *