Her şeyden önce, İslam’ın öngördüğü “saf düzeni” ekseninde kolektif bir bilinçle gerçek anlamda istişari zeminlerin teşkil ve temini ve bu zeminde “iktidar paylaşımı”, İslam’la inşa olmuş akılların birlikteliğine dayalı bir işleyiş ve yürüyüşten ziyade, “tek akıl” veya dar bir ekip aklının tahakkümüne dönüşen yapılanmalar sorunumuz var yaygın bir hal olarak.
Şükrü Hüseyinoğlu
İslam’ın özetini Rabbimiz, Kalem sûresi 4. ayette “azim ahlak / üstün ahlak” olarak beyan etmiştir. Rivayete göre Rasulullah (a.s.) da bu durumu “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” ifadesiyle dile getirmiştir.
Ahlak, insanların davranışlarını belirleyen genel yaklaşım ve yönelimlerini ifade etmektedir. İnsanın yaratılışı “halq” kelimesiyle ifade edilirken, davranışlarına yön veren yönelimi “hulq” kelimesiyle ifade edilmektedir ki, iyi ve doğru yönelimler “güzel ahlak”, kötü yönelimler ise “kötü ahlak” olarak ifade edilmektedir.
Rabbimiz, bilindiği üzere Rasulü’nü bize “en güzel örnek” olarak tavsif etmektedir. Onu da bize, tıpkı Rasulullah gibi “azim ahlak” sahibi olmakla nitelemekte ve dolayısıyla bize azim/üstün ahlak sahibi olmayı bir mükellefiyet olarak yüklemektedir.
Esasında kendisini İslam’a gerçek anlamda nisbet eden, “Ben müslimlerdenim” diyebilen herkes, ahlaklı insan olmak zorunda olduğunun bilincindedir. Zira her mümin, İslam’ın, ayette belirtildiği üzere “azim/üstün ahlak”, hadisteki ifadesiyle “güzel ahlak” olduğunu bilir.
Bu itibarla İslam’a bağlılık bilincinde olan her mümin, İslam’ın ahlak ölçülerine uygun bir hayat yaşamaya gayret eder. Lakin ahlak mefhumunun daha ziyade insanların ferdi davranışlarıyla sınırlı bir algıya mahkûm edilmesi sebebiyle, bütüncül bir ahlak kavrayış ve pratiği noktasında zaaflar yaşanabilmektedir.
Bu noktada ihmal edildiğini düşündüğüm hayati bir konu olarak “iktidar ahlakı” konusu üzerinde durmakta fayda görüyorum.
İnsanlar olarak, fert ve topluluklar planında Rabbimiz tarafından çeşitli alanlarda sınanmaktayız. Ki hayat baştan sona bir sınav, sınama sürecidir: “Hayatı ve ölümü, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için yaratan O’dur. O azizdir, ğafurdur.” (Mülk, 67/2)
Şunu ifade etmek isterim ki, insanların fert ve topluluk planında muhatap olduğu en zorlu sınav alanlarından biri iktidar alanıdır. Genelde biz iktidar denince salt siyasal iktidar alanını anlarız. Oysa en küçük toplumsal yapı olan aile başta olmak üzere, işyerleri, insanların belli bir inanç veya düşünce etrafında bir araya geldikleri içtimai, siyasi, iktisadi tüm organizasyonlar neticede bir iktidar alanıdır.
Dolayısıyla aslında insanlar olarak hepimiz, iktidar olmakla ve iktidarda nasıl davrandığımız hususunda sınanmaktayız. Bu, topluluklar anlamında da böyledir. İnsanlar mikro veya makro iktidar alanlarında bazen muhalefet, bazen de iktidar olarak sınava tâbi tutulur. Her iki durumda da, Allah’ın insanlar için belirlediği hakkaniyet ve adalet ölçülerine ittiba edip etmedikleri, ahlaki düzlemde hareket edip etmedikleri konusunda sınanmış olurlar.
Öncelikle fert ve topluluklar olarak hepimizin, bu konuda bir farkındalık sahibi olmamız gerekir. Hayatımız boyunca çeşitli “iktidar” imkânlarına kavuştuğumuzu ve bu imkânlara kavuştuğumuzda nasıl hareket ettiğimize dair bir imtihana tâbi kılındığımızı bilmemiz işin temelidir. Bu farkındalık olmazsa, imtihan ve hesap bilinciyle hareket etme noktasında daha başından bir zaafın içine düşmüş oluruz.
Bu noktada, İslam’a ve dolayısıyla hayata bakışımızda genelde ifrat ve tefrit uçlarının etkili olduğu acı bir gerçektir. İslam’ı ve hayatı ya tamamen bireysel plana indirgeyen bir bakış açısıyla okumak bir tarafta, tamamen makro siyasal alana nakledilmiş bir bakış açısıyla okumak diğer tarafta. Oysa Rabbimizin beyanıyla, biz “ümmeten vasaten / vasat ümmet” olmakla emrolunmuş insanlarız ve bu sebeple de her türlü aşırı yaklaşım ve tutumdan uzak durmakla mükellefiz.
Mikro ve Makro İktidar Alanları
Evvelemirde hayatın aslında baştan sona bir “egemenlik ve iktidar ilişkileri” toplamından ibaret olduğunu ifade etmek gerekir. Lakin bu ilişkileri salt makro siyasal iktidar ilişkilerden ibaret görmek büyük bir yanılgıdır. Öyle ki, Kitab-ı Kerim’de “Heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü…” beyanında bulunan ayetlerin varlığı düşünüldüğünde, insanın kendi içinde de bir iktidar alanı ve iktidar çatışması olduğunu görmüş oluruz.
Dolayısıyla, “mikro iktidar alanları”nı yok sayan veya bu alanlar konusunda farkındalık oluşturamayan bir yaklaşımla hayatı doğru anlamak ve imtihanı hakkıyla verebilmek zaten mümkün değildir. Mesela bizler, “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler” ayetlerini salt makro siyasal alanla sınırlı olarak anlar ve gündem ederiz. Oysa bu ayetler mikro ve makro her “iktidar alanı”yla ilgilidir.
İşte bu sınırlayıcı ve daraltıcı yaklaşımlar sebebiyledir ki, makro iktidar alanı için Allah’ın hükümlerine ittiba etmeyi, hakkaniyet ve adalet ilkelerine uygun davranmayı gündemleştiren ve mevcut cahiliye düzenlerini bu çerçevede haklı olarak zulümle niteleyen toplulukların, kendi aralarındaki mikro iktidar alanlarında hakkaniyet ve adalet ölçülerine ne kadar dikkat edip bu ölçülere uygun davrandıkları, ciddi anlamda muhasebesi yapılması gereken bir konudur.
Dünya hayatında makro iktidar alanıyla imtihan edilen fert ve topluluklar azdır, lakin yukarıda da belirttiğimiz gibi mikro iktidar alanlarında her insan ve her topluluk bir imtihan vermektedir.
İşte bu noktada “iktidar ahlakı” mefhumu gündeme gelmektedir, gelmelidir. Muhtemelen, söz konusu ettiğimiz “muktedir olmakla sınanma farkındalığı”nın yetersizliğinin de etkisiyle bu alanda genelde çok iyi sınavlar verilemediğini gözlemlemekteyiz.
Hak ve ona dayalı adaletten söz eden, varlık sebebini bu iddiayla temellendiren nice topluluğun, eline bir iktidar imkân ve alanı geçtiğinde çok da hakkaniyetli davranmadığını müşahede ettik. Bu noktada makro iktidar alanı açısından da, mikro iktidar alanları açısından da tanıklıklarımız oldu.
Despotizm ve tahakküme karşı verilen mücadele sonunda devlet olma imkânına kavuşulduğunda, mücadele sürecinde dayanak kılınan hak ve adalet ilkeleri yerine ve üstelik bu değerler adına despotizm ve tahakkümün farklı bir versiyonunun cari kılındığına da, hak, adalet, merhamet gibi İslam’ın asli ve asil değerleri dillendirilerek yapılan ve adına da “İslam inkılabı” denilen yolun sonunda, kâfir bir azınlık diktasına hâmilik yapacak ve onun yanında mazlumların karşısında pozisyon alacak bir zulüm otoritesine dönüşüldüğüne de tanıklık ettik.
Elde edilen iktidar alanını bırakalım toplumla, kendi dışındaki İslami kesimlerle dahi paylaşmaya yanaşmayan pratiklere de, “süper güç” olarak ifade edilen işgalcileri büyük bedellerle def edip, mesele iktidarı paylaşmaya gelince birbiriyle savaşmaktan bile kaçınmayanlara da şahitlik ettik yakın dönemlerde.
Makro siyasal alandaki iktidar imtihanlarının yanı sıra, mikro iktidar alanlarındaki hal-i pürmelalimiz de genel olarak ciddi muhasebe ve arınma ameliyelerine muhtaç görünmekte. Her şeyden önce, İslam’ın öngördüğü “saf düzeni” ekseninde kolektif bir bilinçle gerçek anlamda istişari zeminlerin teşkil ve temini ve bu zeminde “iktidar paylaşımı”, İslam’la inşa olmuş akılların birlikteliğine dayalı bir işleyiş ve yürüyüşten ziyade, “tek akıl” veya dar bir ekip aklının tahakkümüne dönüşen yapılanmalar sorunumuz var yaygın bir hal olarak.
Ki, paylaşımın, kolektif bilincin, akılların birleştirilmesinin, kısacası paylaşımın olmadığı bir yerde “iktidar ahlakı”ndan söz etmek beyhude olacaktır. İslam’ın asli ve asil değerlerini teşkil eden hakkaniyet ve ona dayalı adalet öğretisi, Hukukullah ve Hududullah temelinde “hukuku’l-ibad”ı (kulların hak ve hukuklarını) gözetmeyi ve yeryüzünde bu düzlemde bir işleyişi cari kılmayı öngörür. İnsanlar arasında kolektif bilince dayalı bir işleyişi öngören saf düzeni yerine, kast sistemleri oluşturacak ve dolayısıyla tahakkümü doğuracak şekilde hiyerarşik bir yapılanmanın cari kılınması, İslam’ın öngördüğü hakkaniyet ve adalet düzlemini daha başından ortadan kaldıran bir duruma tekabül etmektedir.
Ya Sev, Ya Terk Et!
Düzlem-zemin yanlış kurulunca da, onun üzerine doğruların inşa edilmesi mümkün olmamaktadır. Sözün burasında, mikro iktidar alanlarımızdaki iktidar imtihanlarımıza dair birkaç tanıklığımla, anlatmak istediğimi müşahhaslaştırmak istiyorum.
Rabbimizin Kur’an’ın inzal sürecindeki ilk emirlerinden olan ruczdan hicret, yani İslam’ın ölçüleri dışındaki tüm ölçü, inanış, yöneliş ve işleyişlerden akidevi kopuş ve teberri tutumunu, Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler”deki ifade biçimiyle “cahiliyeden akidevi ayrışma” söylem ve tutumunu yıllarca güçlü şekilde vurgulayıp bu Kur’ani vurgu / Nebevi tutum üzere bir mücadele hattı inşa çabasında olup da, bir noktada bu tutum ve duruştan uzaklaşarak cahiliye düzeninin cahili anayasasının revizyonu referandumuna aktif destek ile sistem içi demokratik dönüşüm süreçlerinin paydaşlığı konumuna evrilen bir ekibin, yıllarca kendileriyle birlikte Kur’ani ilkeler üzere yol almış olan bizlerin o süreçteki hakkı ve hak ilkelerde sabrı/sebatı tavsiye çabalarımıza karşı bir noktadan sonra takındığı “ya sev ya terk et” tutumunu hiç unutamam.
Oysa aynı ekip, Kemalist ulusalcı düzenin muhalif kesimlere yönelik “ya sev ya terk et” sloganını haklı olarak sıklıkla eleştirmekteydi ve halen de eleştirmekteler. Fakat işte hayatın cilvesi dedikleri husus bu olsa gerektir ki, makro iktidar alanlarına yönelik bir haklı tutumunuzla kendi mikro iktidar alanlarınızda sınanınca, benzer bir tutum ortaya koyma durumuna düşüyorsanız, işte orada iktidar alanıyla ilgili tâbi tutulduğunuz imtihanda sınıfta kalıyorsunuz demektir.
Cahiliye düzeninin cahili temelli bâtıl anayasasının, esasa da hiçbir şekilde taalluk etmeyen kısmi ve tali revizyonuna aktif destek (oy desteği) kararına, Kur’ani/Tevhidi ilkelerle haklı olarak itiraz edip, yıllarca dillendirilip vurgulanan cahiliyeden akidevi kopuş temelli Nebevi mücadele tavrı yerine, cahiliye içi “iyileştirme” süreçlerine paydaşlık konumuna (anayasa referandumuna destek bildirisinde ifade edildiği şekliyle “sistemin adalet temelinde yeniden inşası” taraftarlığına) düşülmemesi yönündeki nasihatlarımıza karşılık, “Bizi daha fazla sıkboğaz etmeyin, bu yazdıklarınızı gidip kendi yayın organlarınızda yazın” şeklinde “ya sev ya terk et” tutumuna muhatap olmak, gerçekten ibretlik bir hadiseydi.
Yıllarca “cahiliyeden akidevi ayrışma”, “istişari birliktelik” söylemlerini öne çıkarıp da, ilk ciddi imtihan anında her iki temel ilkeyi de yok sayan bir tutumla, birlikte yol aldıkları müminlerle istişare etmeden cahili bir anayasanın revizyonuna destek gibi, akidevi temeldeki teberri tutumuyla asla telif edilemeyecek, o cahili anayasanın yapımında paydaşlık gibi bir hali doğuracak bir tutuma savrulmak ve bu duruma hakkaniyet temelinde itiraz eden müminlere “ya sev ya terk et” tavrı koymak, tabii ki iktidar ahlakı açısından ciddi bir soruna tekabül etmektedir.
Hakeza yakın dönemde yaşanan bir başka “iktidar imtihanı”nın muhatabı olan bir ekibin, güzel ve örnek bir İslami dâvet çalışmasına son birkaç yıl içinde ve üstelik “yakın bölgelerdeki Müslümanlar çalışmalarını birlikte sürdürmeli” güzel niyetiyle başka Müslümanların zorlaması sonucu dahil olduktan sonra, bir noktada “iktidar paylaşımı” ahlakı yerine “iktidarı tekelleştirme” tutumunu işler hale getirerek o örnek dâvet çalışmasını kendi özgünlüğü, doğallığı ve doğal etkileşim çevresinden uzaklaştırma ve kendi dar ekip ajandalarını dayatma yoluna girdiklerine ve asli temsilcilerinin bu duruma itirazları karşısında da ev sahiplerini dışlama, tüm hak ve hukuklarını, emeklerini yok sayarak kapı dışarı etme cürmüne yöneldiklerine tanıklık ettik.
Bir defa ahlaki zeminden sapıldığında, elde edilen gücün cazibesiyle, “ahlakın gücü”ne dayanmak yerine “gücün ahlakını” üretip işler kılmaya kalkışıldığında, işler bu noktada da kalmamaktadır. Nitekim bu son misalde de kalmamış, söz konusu İslami dâvet mirasının kendi doğallığı, özgünlüğü ve doğal sosyal çevresinden uzaklaştırılması yoluna girilip, bu yolda asli temsilcileri de çalışmadan tard edildiğinde, sıra geçmişe yönelik dizayn çabasına gelmiş, o örnek İslami çalışmanın asli temsilcileri ve doğal çevresinde yer alan müminlerin o çalışma bünyesinde ürettikleri sohbet, makale, panel, konferans gibi dâvet mirası da, ilgili mecralardan kaldırılarak yok edilme yoluna gidilmiştir.
Kemalist tuğyan kadrosunun, türlü ayak oyunlarıyla iktidarı ele geçirdikten sonra Osmanlı döneminde üretilen müktesabata yönelik tavrına ne kadar da benziyor değil mi bu yaşananlar? Makro iktidar mücadelesi noktasında Kemalist düzen ve diğer zulüm düzenlerinin eleştirildiği hususlarda, mikro iktidar imkânlarına kavuşunca benzeri tutumlara yönelmek ne kadar ilginç ve ibretlik, öyle değil mi?
Tabi ahlaki zemin kaybedilince iş bu noktada da kalmıyor. Ortak dâvet mirasına karşı girişilen bu kıyıma itiraz edildiğinde, tıpkı zulüm düzenleri kendilerini ve zulümlerini eleştirenleri nasıl ki “fitne çıkarmakla” itham ediyorsa, bu örnekte de aynısının yaşandığına tanıklık ettik. Bir dâvet mirasını, kendi özgünlüğünden, kuşatıcılığından, doğal sosyal çevresinden ve asli temsilcilerinden koparıp, ardından da o dâvet müktesabatını üstelik asli temsilcilerinin kurduğu ilgili mecralardan kaldırma cürmünü işlemek bizatihi fitnenin kendisi iken, bu cürmü eleştirmek fitne olarak etiketlenerek bu hususta bile zulüm düzenleriyle aynı düzleme düşülebiliyor.
Yakın dönemlerde tanıklık ettiğimiz bu iki ibretlik örnek, “iktidar ahlakı” konusunda çok ciddi zaaflar yaşanmakta olduğunu göstermeye yeterli olsa gerek. Dolayısıyla bu konunun öneminin anlaşılması gerekmektedir. Söz konusu mikro iktidar alanlarındaki imtihanları, bir yönüyle de Rabbimizin bizleri makro iktidar imtihanı öncesi tâbi tuttuğu imtihanlar olarak görebiliriz.
Neticede hayat, tüm an ve alanlarıyla bir imtihandır ve “muktedir olmakla” sınanmak, bu imtihanın çok önemli bir boyutunu teşkil etmektedir. Bu noktada, Kur’an’ı ve siyeri bir kez de hassaten bu imtihan bağlamında, “iktidar ahlakı” konusu çerçevesinde okumak gerektiğini düşünüyorum. Ki inşallah bir sonraki yazımız bu konuya bir giriş mahiyetinde olacak.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *