Risaletin 7. ve 10 yılını kapsayan boykot yılları başladı. Bu devre de zorlu bir sınavdı. Çünkü boykotun şartları çok ağırdı…
Mekke’de Ne Olmuştu?
1.M.600’lerin başında Arap yarımadasındaki Mekke şehri, insanlık tarihinde çok önemli bir gelişmeye şahitlik ve mekânlık etmişti. Allah’ın gönderdiği son Kitap/Kur’an, vahiy elçisi/meleği Cebrail(s) tarafından, Peygamberler halkasının sonuncusu olan Hz. Muhammed’e dolayısıyla yeryüzüne indirilmeye başlanmıştı.
Bu gelişme, yaratılışın başından beri duyurulduğu ve bilindiği halde çeşitli sebeplerle bozulmaya uğratılmış olan ‘tevhid dini İslam’ın’, sahih hâliyle yeniden duyurulmaya ve ikmal edilmeye başlanmasını ifade eder.
Mekke’nin o zamanki tarihsel zaman diliminde, toplumsal yapısında ve siyasi iktidar biçiminde şahitlik ve ev sahipliği yaptığı şey aslında, hem vahiy kaynaklı dolayısıyla ‘nakle dayalı’ hakikatin bilgisi ve ölçüsünün bildirilmesi, hem de elçi kaynaklı dolayısıyla sünnete dayalı Müslümanca bir hukuki, iktisadi, sosyal ve siyasi yaşam tarzının gösterilerek kurulmasıydı.
Yirmi üç yıl süren nüzul sürecinde Risalet sorumluluğu ve davasının ilk on üç yılı Mekke’de geçti. Bu sürenin ilk üç yılı, kurucu değerler ve ilkelerin duyurulması ve gereğinin yapılması için gerekli hazırlık safhasıdır. Ön hazırlık, başlarda bizzat Peygamberin kendisinin bu göreve hazırlanmasını ifade ettiği kadar giderek, nakil temelli tevhid inancına dayalı İslami dünya görüşü çerçevesinde şekillenen mümin zihniyetin ve şahsiyetin oluşumunu ifade eder.
2.M.610’da vahiy nazil olmaya başladığında insanlar, aralarından birisinin, tanıyıp bildikleri Muhammed(s)’in, peygamber olduğunu ilan etmesiyle, onun aracılığıyla, onun dilinden naklen bildirilen ilahî kaynaklı bilgi akışının, doğru yanlış ölçüsüyle hayata müdahale edişine şahitlik ettiler. Bundan sonradır ki Hz. Muhammed’in söylediklerine itibar eden ve onu tasdik edenlerle reddedip yalanlayanlar arasında bir farklılık oluşmaya başlamıştır.
Muhammed(s)’ın peygamberliğini tasdik edip ondan duyduklarını Allah’tan gelen mesaj olarak doğrulayanlar, bu bilgi akışına uygun olarak ve belli bir sıralamaya göre kendilerini değiştirmeye başladılar. Bunu nasıl yapacaklarını da ondan öğrendiler.
İlk değişiklik şirkten arınmaktı. Şirkten arınmak, bütün şüphelerden sıyrılıp iman etmenin ilk ve en temel şartıydı. Ardından niyetlerini, kalplerini, düşüncelerini ve duygularını değiştirdiler. Giderek kötü huylardan ve günahlardan arındılar, serveti olanlar ihtiyaç sahiplerine vererek mallarını temizlemeye başladılar. Böylece eski hâllerini terk edip yeni bir hâl aldılar. Yeni bir insan tipi oldular.
Allah, iman edip arınanların kalplerini değiştirdi, basiretlerini açtı. İşlerini kolaylaştırdı. Bunlar sahip oldukları yeni vasıflarıyla hem takva sahibi oldular, hem de sorumluluk sahibi kılındılar. Bu arada kendi ulaştıkları hakikati uygun gördükleri yakın uzak çevrelerine duyurmaya başladılar.
Duyuru Allah’ı, yaratılışı, yaratılış amacını, dünya hayatının gerçeğini ve geçiciliğini, sınanmayı, Müslümanca yaşamanın izzetini, dönüp varılacak hesap gününü ve ebedî kılınan ahiret yurdunu hatırlatmaktı. Ve elbette dünya hayatında takip edilecek bir yol haritası sunmaktı.
Bu süreçte tasdik edenler, kendileri gibi olanlarla daha sıkı bağlar kurmaya, birbirlerine velayet bağıyla bağlanmaya başladılar. Dolayısıyla akrabalık bağlarını, yakın uzak çevre ilişkilerini, insanlarla kurdukları iktisadi, hukuki, sosyal, siyasi ve medeni münasebetlerini yeni değerlere göre yeniden düzenlediler.
Kur’an’ın ilk nazil olan kısa sureleri tüm bu gelişmeleri anlatır. Surelerde özlü olarak bir tarih bilinci ve bir dünya görüşü verilir. Tarihin o zaman diliminde sosyal varlık olarak ortaya çıkan Mü’minler grubu artık yalnız, çaresiz ve aciz olmadıkları gibi, bilgisiz ve donanımsız değildir.
3.Risaletin 4. ve 6. yılına girildiğinde, bu devrede nazil olan orta boy sureler Mü’min şahsiyetin salih bir kulluğa erişmesini, ihsan sahibi olmasını, sorumluluk altına girmesini ve sabır eylemiyle korunma kalkanı edinmesini sağlar. Beşeri tavırların, etkinliklerin ve münasebetlerin tutarlı bir refleks hâlinde ve bildirildiği kadarıyla haram helal ölçüsü çerçevesinde yaşam tarzına dönüşmesini, “şu hak bu batıl” şeklinde topluma, hayata ve tarihe müdahale eder hâle gelmesini anlatır.
Bu devrede Mekke’deki gündem bütünüyle değişmiş, yeni din ve dindarları herkesin diline dolanmıştır. Yöneticiler, liderler ve toplumda söz sahibi olan statü sahipleri, ciddiye almadıkları Risalet duyurusunun bu başarısı karşısında şaşkınlığa düşmüştür. Gidişatın kendileri, statüleri, düzenleri, gelecekleri, değerleri ve menfaatleri aleyhine tehlike yarattığını bu zamanda fark ettiler.
Bunlar yönetip yönlendirdikleri kalabalıkların ellerinin altından kayıp gideceğini gördüler ve karşı tedbirler almak için kararlar almaya başladılar. Şehir halkının eski dinlerinde kalmaları, geleneksel değerlerine ve liderlerine sadakati sürdürmeleri, düzenlerinin, birliklerinin ve geleceklerinin bekası için zora başvurmak dahil her yola baş vurdular.
İşlerin bu hale evrilmesi, kavmi bağlardan, kabile değerlerinden ve liderlere sadakatinden kopan müminler topluluğunun bağımsız bir sosyal varlık olup kendine has şekillenmesi, şeri yasak sınırlarında sosyalitenin korunması ve yeni liderlik etrafında bütünleşmesiyle alakalıdır. Bu sosyalleşmedir ki din konusunda bir çatışmanın, iman küfür ekseninde siyasi bir mücadelenin başlamasına sebep olacaktır.
Din konusundaki çatışmaya sebep olan şey iki ayrı din arasındaki “itaat ve iktidar münasebeti, iktidarın meşruiyeti” meselesidir. Bu hal, yeni ortaya çıkan farklı kurucu temel değerler ve kurucu iradenin mevcuttaki kurucu değerler ve iradeyle karşılaşması, her zaman olduğu gibi baskı ve şiddete maruz kalması halidir.
İlk işaretini Buruç suresinden aldığımız siyasi çatışma devresi gelişmelerin boyutlarını da bildirmektedir. Başlarda alaya alma, küçük düşürme, hakaret etme, dışlama, iftira atma, akrabalık ilişkilerini bozma, komşuluk ve ticari işleri zarara uğratma gibi zulme dayalı caydırıcı kuşatma hareketi göze batar.
Ardından sövme, dövme, hapsetme, yaralama, sokaklarda sürüme, çölde güneşin yakıcı zamanlarında elleri ayakları bağlı hâlde aç susuz bırakma, sıcakta ısısı arttıkça daralıp vücutta yara bere açan deriden ve demirden zırh giydirme, ters yönde giden develere bağlayıp organları parçalatma, atıcılık talimi yapar gibi canlı hedef kılıp öldürmeye kadar varan çeşitli işkenceler ve şiddetli baskılar devreye girer.
Özellikle statüsü ve nüfuzu güçlü olan liderler, kendilerinin ve kavimlerinin geleceğini bağladıkları oğulları, kızları, damatları ve gelinlerinin Muhammed(s)’a tabi olmalarını hazmedememişlerdir. Dolayısıyla bu gibileri yeni dininden vazgeçirip eski dinlerine döndürmek, kabile değerlerine ve liderlerine itaat etmelerini sağlamak maksadıyla rüşvet ve vaatler devreye sokulur…
Rabbim Allah diyenler için yeni bir aşama başlamıştı. Müminler tüm bunlara karşı sabrettiler. Dua ederek direndiler. Allah’a sığınarak dayandılar. Bunlara Şûrâ suresinde ‘dilerlerse kısas uygulayabileceklerini, haddi aşmadan karşılık verebileceklerini ama bağışlamalarının kendileri için çok daha hayırlı olacağı’ bildirildi.
Mü’minler her şeye rağmen akrabaları ve komşularıyla kuracakları münasebetlerde beşerî dayanışmayı sürdürüp onlara iyi davrandılar. Kin tutup intikam peşine düşmediler. Kan davası gütmediler. Öfkelerini kontrol ettiler. Merhametli ve bağışlayıcı oldular.
Kavmî bağları yüksek ve statüsü nedeniyle güçlü olan Mü’minler, kurtarabildikleri kardeşlerini kurtardılar. Kurtaramadıkları için dişlerini sıktılar. Buna rağmen hiçbirisi ters bir reaksiyon göstermedi. Tepkisel davranıp intikam peşine düşmedi. Haksızlığa başvurmadı…
Bu devrelerde Erkâm’ın evi sığınakları ve toplantı merkezleri oldu. Orada buluşuyor, birbirleriyle halleşiyor, sımsıcak duygularla dayanmaları için birbirlerine moral takviyesi yapıyorlardı. Bu süreçte bildirilen kıssalarda, geçmişteki kardeşlerinin de başlarına benzer şeylerin geldiği hatırlatılıyor, böylece ufukları tarih ötesine taşınıyor, dünya devranının dönüşü izah ediliyordu…
Bu özeti ve işlerin neden buraya geldiğini bu devrede nazil olan Şura suresi 38-42. ayetleri çok açık biçimde özetlemektedir:
“Rablerinin davetine icabet edenler” diye başlayan ayetler, iman edenleri, bunların vasıflarını ve pozisyonlarını tasvir ediyor. Mealen: “Namazı topluca kılıyorlar. Bağımsız olarak iktisadi işlerini çözmüşler. Kendi içlerinde ve diğerleriyle olan ilişkilerindeki işlerini aralarında danışarak yürütüyorlar. İçlerinden birisi haksızlığa uğradığı zaman topluca onun hakkını alıyorlar. Haksızlığa karşı misliye karşılık verebiliyorlar fakat sabredip affederlerse mükâfatı Allah’a bırakıyorlar. Zulme uğradıktan sonra hakkını alanlar için ceza kaldırılıyor. Yeryüzünde azgınlaşıp zulmedenler aleyhine bir kurtuluş yolu olduğu bildiriliyor.”
Fussilet suresinde başka bir hüküm bildiriliyor: Allah, onları bilmedikleri nice tehlikelerden koruyor, kâfirlerin eline terk etmiyor. Bilmeliydiler ki, öyle ya da böyle başlarına bir şey geliyor idiyse o da, kendi elleriyle yaptıklarının, kendi hatalarının sonucu olarak geliyordu…
Devrenin öne çıkan hususlarından birisi Habeşistan hicretidir. Ayetler, zulmedenlerin aleyhine, haksızlığa uğrayanların lehine bir kurtuluş yolu olduğunu bildirmişti. Buradan anlaşılıyor ki Allah’ın yardımı ihtiyaç duyulan bir zamanda gelmiştir. Mü’minler bunun üzerine stratejik bir hamle yaptılar, içlerinden uygun olanları Habeşistan’a hicrete yolladılar.
Habeşistan’a hicret edenler, kavimlerinin en parlak erkekleri ve kadınlarıydılar. Gidenlerin tümü yetenekli, becerikli ve donanımlıydılar. Onlar bağımsız hareket edebilen, risk alabilen, ne yaptıklarının farkında olanlardı. Dünyayı iyi tanıyorlardı. Hiçbirisi alacaklısından kaçan borçlu yahut anlaşmasını bozmuş köle-cariye değildi.
Hz. Peygamber’in bilgisi, onayı ve tercihi dâhilinde ve hep birlikte aldıkları karar gereğince oraya gidenlerin sayısı giderek arttı. Onlar orada güzellikle kabul gördüler. Bu sayede Habeşistan, yeni bir yerleşim yeri oldu. Müminler, Mekke ile Habeşistan arasında gidip geliyor, diplomatik ve ticari bağlantılar kuruyorlardı. Bu açılım onlar için bir avantaja dönüşmüştü.
Beklenmedik bu gelişme kâfirleri ‘zıvanadan’ çıkarttı. Çünkü işin içinde itibarları, diplomasileri, ticari ilişkileri ve kendilerini takip eden Arap kavimleri nezdinde prestijleri vardı. Bu işin kendi gelecekleri için ne büyük bir risk oluşturduğunu gördüler.
Kureyş’in liderleri, oraya yerleşen müminleri geri getirmek için yüklüce hediyelerle birlikte elçilerini yolladılar. Elçiler, Habeş Necaşisi Ashame tarafından elleri boş ve hakir biçimde geriye döndürülünce başka bir stratejik aşamaya geçeceklerdir. Çünkü müminlerin oraya yerleşmeleri, itibar görmeleri ve koruma altına alınmalarının yanı sıra müminlerin gidiş gelişlerinin engellenememesi, onlar için iki büyük tehlike arz ediyordu:
Birincisi, Kureyş toplumunun birliğini, güvenliğini, zenginliğini, bekasını ve geleceğini temin eden Güney istikametinde yaptıkları kara ve deniz ticareti tehlikeye girecekti. İkincisi, Mekkelilerin Yarımada’da sahip oldukları dinî ve ticari liderlikleri büyük bir darbe yiyecekti. Nitekim diplomaside aldıkları bu yenilgi, Araplar arasında alay konusu olacak, kimi Arap kavimlerinin Mekke ile olan ilişkilerini gözden geçirmelerine sebep olacaktır. Buysa Hz. Muhammed ve arkadaşlarının büyük bir başarısı, becerisi ve stratejik bir hamlesi demekti…
Dönemin öne çıkan bir diğer hususu, haram aylarda gerek hac ve umre için Mekke’ye, gerekse ticaret için çevrede kurulan pazar ve panayırlara gelen kabile ve kavim liderlerine yapılan ziyaretlerin sürdürülmesidir. Böylece Risalet davası ve İslam yarımadanın tümüne yayılmış, Kureyş’ten bağımsız dini siyasi bir grubun varlığından herkes haberdar olmuştur…
Devrede öne çıkan başka bir husussa, Habeşistan hicreti sonrası Hamza’nın ve Ömer’in Müslüman olmasıdır. Bu iki adam şehirde dengeleri etkileyecek, hesapları değiştirecek kadar etkinlerdi. Kureyş’in uzlaşma görüşmelerine başlamasının ikinci büyük etkeni bu gelişme olacaktır.
4.Kureyş liderleri işin ciddiyetinin farkındadır. Parçalanma ve zayıflama söz konusu olduğu için mesele varlık yokluk derecesine çıkmıştır. Bu sebeple değişik defalar, farklı zamanlarda, farklı teklifler sunarak uzlaşma görüşmeleri başlattılar. Akıllarına gelen, bildikleri her ne varsa öne sürüp anlaşma yolları aradılar.
Bir şeyi bilmekle kavramak arasında fark vardır. Bilmek, bir çok şeyde olduğu gibi bu şeyi de bilmek iken kavramak, yanlıştan vazgeçip hakikatten yana taraf olmayı, değişmeyi gerektiren bir şeydir. Bu sebeple Risalet davasının yahut tevhid temelli İslam dininin ne olup olmadığını kavramaya yarayan en önemli göstergelerden birisi bu görüşmelerde ortaya çıkar.
Uzlaşma görüşmelerinde dikkat çeken husus, bu dünyada, normal bir insanın kendisini uğruna adadığı, peşinden koştuğu ve elde etmek için var olduğunu düşündüğü her ne var idiyse, onların tümünün Peygambere sunulmasıdır. Bu cümleden olarak çokça mal verip en zengin yapılması, şehirde beğendiği en güzel kızlarla evlendirilmesi, başlarına lider yapılması ve en nihayet birbirlerine karışmama gibi enteresan teklifleri sundukları herkesçe biliniyor.
Hz. Muhammed, her defasında tek şart ileri sürdü. O şart: Tek kelimeyi tasdik edeceklerdi. O Kelime “La İlahe İllallah Muhammed’ün Resullullah”tır. Bunu ikrar ettikten sonra isterlerse mülkleri, kızları, liderlikleri kendilerinin olsundu. ‘Dünya ziynetleri onların olsun ahiret bize yetmez mi’ diyen Hz. Muhammed’in bunların hiçbirisinde gözü olmamıştı ki.
Kureyş liderleri bu kelimeyi ikrar ettiklerinde kendilerini ve yapageldikleri işlerini bu kelimeye göre düzeltmeleri gerektiğini bildikleri için Peygamberin teklifini kabul etmediler. Peygamber de, onların tekliflerinden herhangi birini kabul ederse hakkı batılla karıştıracağı, onların dinini de hak olarak tanımış olacağı için onların tekliflerini kabul etmedi.
Peygamber için bu dünyada tevhid inancından daha değerli hiçbir şey yoktu. Diğer her şeyse buna bağlı olarak ya değerli yahutta değersizdi. Bu sebeple liderler, edeceklerse bu kelimeyi kabul etmeli, etmeyeceklerse de kendileri bilirdi. Kabul edecek olanlar varsa da onlar sadece kendilerini kurtaracaklardı, Muhammed(s)’e bir faydaları olmayacaktı.
Uzlaşma görüşmeleri 10. yılda son defa yapıldığında Peygamberin son sözü, Kafirûn suresinde işaret edildiği gibi şu olmuştur: “Biz yolumuzda yürürüz. Önümüze çıkarsanız Allah ya size verir ya bize.”
Bu vesileyle söylenmeli ki: Mekke dönemi boyunca Hz. Muhammed’in hemşerilerine söylediği ve sıklıkla tekrarladığı, akılda tutulması lazım gerek sözler şunlardır:
“Akılsızlık ediyorsunuz (sefih-süfeha). Cahilsiniz. İlahlarınız hiçbir şeydir. Atalarınız da bir şey bilmiyordu. Üstünlük tasladığınız, övünüp durduğunuz ve güvendiğiniz şeyler (sayıca çokluk ve servet çokluğu) boş şeylerdir. Şu an sürdürdüğünüz hayatınız ve gittiğiniz yol yanlıştır, bunu terk edin. Bunun yerine Allah’a kulak verin ve işlerinizi buna göre düzeltin.” Özetle, “dininizi” değiştirin.
5.Bu devrede işler sarpa sarmış gibiydi. Beri taraftan Allah’ın, kâfirlere ve müşriklere verdiği bir söz vardı, o sözün vadesinin dolması, işlerin şahitlendirilmesi gerekiyordu. O sebeple Müslümanların sabırsızlık etmemeleri, gevşeklik göstermemeleri, uzlaşmaya yanaşmamaları gerekiyordu.
Bu süreçte geçmiş peygamberler ve kavimleriyle ilgili yeni haberler kıssa formunda daha detaylı bildirilmeye başlandı. Kendilerinden önceki müminler de benzer hâlleri yaşamışlar, doğru davrananlar ve sabredenler felaha kavuşturulmuşlardı. Dolayısıyla Mekkeli müminlerin de kazanacakları müjdeleniyordu…
Habeşistan muhacirlerinin iadesinin sağlanamaması, uzlaşma görüşmelerinden netice elde edilememesi sonucunda, iç savaş riski dâhil her şeyi göze alan Kureyş, yapabileceği son işi devreye soktu: Boykot kararı. Hz. Muhammed’i koruma altına alan Ebu Talib liderliğindeki Haşim Oğulları ve Abdulmuttalib Oğullarıyla birlikte tüm inananları bir bölgeye sıkıştırıp muhasara altına aldılar.
Risaletin 7. ve 10 yılını kapsayan boykot yılları başladı. Bu devre de zorlu bir sınavdı. Çünkü boykotun şartları çok ağırdı: Kimse bunlarla alışveriş etmeyecek, kız alışverişi yapılmayacak, Muhammed’in ölüsü teslim edilinceye kadar boykottan vazgeçilmeyecek, haram aylar hariç boykot sınırlarından dışarı çıkartılmayacaklardı.
Üç yıl açlıkla, yoklukla, sıkıntılarla, servet kaybıyla, izolasyonla, mal ve can güvenliği tehdidiyle geçti. Kâfirler, müminleri korudukları sebebiyle hamilik yapanların bu işten vazgeçmelerini, birbirine düşüp bozguna uğramalarını, Mü’minlerin dinlerinden dönmelerini ve Muhammed(s)’ı kendilerine teslim etmelerini inatla beklediler.
Bunların hiçbirisi olmadı. Müslümanlardan bazılarının sabırları zorlansa da dayandılar. Allah bu şartlarda onların sabretmelerini, dua etmelerini, tevbe etmelerini istiyordu. Mü’minler sarsılmaz imanları, çelik gibi yürekleri, ölümüne savundukları davaları sebebiyle bu sınavı da sabrederek başarıyla atlattılar…
Bu süreçte Hz. Musa’ya tabi olanların Mısır’da kavimlerinden ayrılıp evlerini ayırdıklarını, korunaklı yerler yaptıklarını, toplu namaz kıldıklarını, Firavun ve ahalisinin servetlerinin artmasına karşı ağır vergilerden dolayı servetlerinin tükendiğini, bu durumdan şikayetçi olduklarını, aleyhlerine katliam kararı alındığını, Allah’ın onları mucizelerle muhafaza ettiğini öğrendiler. Böylece kendilerinin de sabır devrelerinin sona ermek üzere olduğu ve kurtuluşun yakınlaştığını kavradılar.
Mekke’de de benzer şartlarla karşılaşmışlardı. Bu arada sabredenler günahlarından arındırılıyordu. Bunların da kurtuluşu yakındı. Peş peşe gelen ayetler nankörlerin, zalimlerin, müşriklerin artık iman etmeyeceklerini bildiriyordu. Onları Allah’a bırakacaklar, kendileri kendi işlerine bakacaktı.
Allah’ın bu devredeki yardımı da geldi. Kureyş’ten Mü’min olmayan beş kişi eliyle boykot kırıldı, kafirler boykot anlaşmasını feshettiler. Mü’minler ve onlara hamilik edenler dahil tümü serbest kaldı..
Boykot yıllarında, haram aylarda serbest hareket edebilen Hz. Peygamber ve arkadaşlarından bazıları, hac ve umre zamanlarında Mekke’ye, ticaret ve panayır mevsimlerinde yakın civara gelen kavim ve kabile reisleriyle görüşmeleri sürdürdü.
Bu devredeki görüşmelerde ana tema değişmiştir: Hz. Peygamber “Kavmim Kur’an’ı terk etti” diyordu. “Kavmimiz bize inanmadı, bize haksızlık ettiler” diyor, haklı davasını anlatmaya devam ediyordu. Başlarından geçenleri, kendi tavırlarını anlatıyor, topluca hicret edecek bir belde, bir merci aradığını bildiriyordu. Böylece bütün yarımada gelişmelerden haberdar olmuştur.
6.Müslümanlar boykot sonrası iki acı olayla karşılaştılar. Birkaç ay içinde önce Ebu Talib, ardından Hz. Hatice anamız vefat etti. Bu acının ardından olumsuz bir başka gelişme oldu: Peygamberin bir diğer amcası, başından beri İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık eden Ebu Leheb Haşim Oğullarına lider seçildi. Kısa sürede Muhammed’i korumayacağını ilan etti.
Hz. Peygamber yeni bir strateji devreye sokacaktır. Evlatlığı Zeyd ile birlikte Taif’e gitti. Taif, topluca hicret edilecek en uygun yerlerden biri, stratejik olarak doğru bir seçimdi fakat orada umduğunu bulamadı. Taifliler can düşmanı Kureyş’e karşı bu işe cesaret edemediler üstelik yaranmak için Peygamber’e eziyet ettiler.
Oradan birkaç günlüğüne Hira’ya geçen Peygamber, şehre normal yoldan da girebilecekken tüm Arapların en çok övündüğü eman hukukunu kullanmak, meşru usule başvurmak, Kureyş’i kendi silahıyla vurup bir ders vermek istedi. Fakat, haber saldığı birkaç kişi onu korumaya güç yetiremeyeceği gerekçesiyle teklifini geri çevirdi.
Bunun üzerine öteden beri Kureyş’e diş bileyen, gelişmeleri de takip eden Hevazin kavmine haber yollayıp eman konusunda elçilik yapmalarını istedi. Dedesi Abdulmuttalip, amcaları Nevfel ile aralarında çıkan bir ihtilaf nedeniyle başı derde girdiği bir zaman, dayıları Yesriblilerden ve Hevazin’den destek istemiş, ikisi de ona destek olmuşlardı. Hevazin bu teklifi de geri çevirmedi.
Hevazin’li elçi, Nevfel kabilesinin o zamanki lideri Mutim b. Adi’ye gitti, durumu bildirdi. Mutim, gelen elçinin ne manaya geldiğini iyi bildiği için istemese de teklifi kabul etti. Akıllı bir planlamayla kamuflaja bürünmüş silahlı adamlarını Kâbe civarına yerleştirdi, Hz. Peygamber’i bizzat yanına aldığı halde tüm liderlerin ve adamlarının birlikte oturduğu mescide geldi, usul gereği Muhammed’i emanına aldığını ilan etti.
Bir anda neye uğradığını şaşıran liderler etrafta silahlı adamların hazır vaziyette olduklarını görünce “anan ölsün emi, dinine de girdin mi” diyebildiler. Mutim, “hayır” dediğinde “senin emanın bizim emanımızdır” deyip tasdik etmek zorunda kaldılar.
7.Risaletin Mekke döneminin son üç yılına girilmişti. Hz. Peygamber Mekke’de görevinin tamamlandığının, daha fazla yapılacak bir şeyin kalmadığının farkındaydı. Bu sebeple savaşçı, sayıca güçlü, sözü geçen kavimlerle görüşmelere başladı. Bu görüşmeler bütünüyle hicret yurdu aramak içindir.
Hz. Peygamber bu görüşmelerde sığınacak, zorluktan kolaylığa geçecek bir yer aramıyordu. Öyle olsaydı kendi kavminin teklifini kabul ederdi. O sebeple kendisini tasdik edip tabi olacak, dinini kabul edecek, arkadaşlarını kendilerini korudukları gibi koruyacak bir yer arıyordu.
Bu maksatla yaptığı görüşmeler zorlu geçiyor, nereye gitse eli boş dönüyordu. Sıklıkla duyduğu cevap “kavmin seni kabul etmiyorsa biz niye kabul edelim, onlar sana inanmadıysa biz niye inanalım” tarzındaydı. Bu cevap çok moral bozucuydu fakat Peygamber bunlardan yılacak değildi.
Hz. Musa’ya tabi olanların isra yürüyüşüyle Firavun’un baskısından ve zulmünden kurtulup ülkesinden selametle çıktıklarını bildiren ayetleri hatırlıyordu.
Arayışını sürdürürken canı sıkıldığında, morali bozulduğunda, gardının düştüğünü hissettiğinde her zaman olduğu gibi hep dua ediyordu: “Yine de kendisi bilirdi ama ‘Rabbi isterse bu işi daha kolay kılardı’.” Allah’a olan güvenini hiç yitirmediği için de Rabbinden ‘gireceği yere güzellikle girdirmesini çıkacağı yerden güzellikle çıkarmasını’ istiyordu.
Kavimlerle görüşmelerinde onlardan anlaşmaya yatkın ve aradığı özelliklere uygun olanları bulduğunda onlara söylediği hususlardan birisi de, “kendilerini kabul ederlerse Bizans’ın ve Sasani’nin mülkü ve hazineleri ellerine geçecekti.” Amr b. Sasa kavmi bunlardan biriydi ve anlaşma neredeyse bitecekti.
Son noktada yetkilileri “Her şey tamamdı, Muhammed’e tabi olacaklardı, Kureyş kendilerine savaş açtığında canları, malları, eşleri ve çocuklarını korudukları gibi onları da koruyacaklardı. Savaşçıları bu uğurda ölecek, çocukları yetim, kadınları dul kalacaktı. İki büyük devletin mülkleri ve hazineleri de ellerine geçecekti. Geriye bir tek sorun kalmıştı: Muhammed öldüğünde bu ‘iş/emirlik’ kime geçecekti?”
Allah’ın elçisi, burada bir küçük taviz vermeyecekse nerede verecekti?! Ama hayır, o her zaman olduğu gibi yine dürüsttü. Davası haktı ve hep haklı yola başvurmak zorundaydı: “Bu iş Allah’ın elindedir, kime dilerse ona verir.”
Bu cevabı duyan adamlar “Ya, demek öyle, biz sizin için bunca şeyleri göze alacağız ama sen öldükten sonra liderlik bize kalmayacak öyle mi” diye tepki verdiler ve “Vallahi ey Muhammed, bizim senin davanla bir işimiz olamaz” deyip görüşmeyi bitirmişlerdi…
Arayışlar ve görüşmeler benzer minvalde sürerken nihayet vakit doldu. Kulun duası ile Allah’ın takdiri uyum sağladı. Kulu ve ona tabi olanları bu imtihanı da başarıyla geçmişlerdi. Allah’ın yardımı gelmişti. Allah, aciz değildi. Kendine sığınanı, kendini dost edineni, kendine bağlananı, üzerine düşeni yapanı kâfirlerin eline bırakmazdı. Allah vaadini tutandı.
8.M.621’de, Risaletin 11. yılı hac mevsiminde Hz. Peygamber’in karşısına Yesribliler çıktı. Yesribliler uzun zamandır süregelen, bir türlü bitiremedikleri ama iki taraf için de çok büyük kayıplara sebep olan aralarındaki iç savaşı bitirmek üzere, Kureyş’i hakem yapmak ve kararlarına uymak için elçi olarak da gelmişlerdi. Kureyş liderleri onların bu dileklerini kibarca geri çevirdiler çünkü Yesrib, ticaret yollarının önemli bir kavşağındaydı, bu işe karışarak menfaatlerine zarar gelsin istemediler.
Canları sıkkın bir halde Arafat’a çıkan Yesribliler çadırlarında otururken sürpriz bir misafirle karşılaştılar: Hz. Muhammed karşılarında konuşmak için izin istiyordu. Teklifini kabul ettiler. Selamlaşma ve tanışma faslı bitip konuşma başladığında Peygamber lafı uzatmadan kısa bir özet yaptı ve doğrudan konuya girdi.
Yesrib heyeti daveti kabul etti. Teslim olup biat ettiler. Mekke’deki Müslümanların durumuna bir çözüm bulmak için kendilerine bir dahaki hac mevsimine kadar süre verilmesini, hemşerileriyle durumu görüşüp daha kalabalık halde geri döneceklerini söyleyip izin istediler. Hz. Peygamber de bunu kabul etti. Anlaştılar.
Yesrib heyeti, Yahudilerden yakında bir peygamber çıkacağını, onun emrine girip bütün Arapları yeneceklerini, yeniden büyük bir devlet kuracaklarını duymuşlardı. Karşılarına çıkan Peygamber’i onlardan önce kabul ederek doğru bir iş yaptıklarını düşünüyorlardı. Bu sayede aralarındaki iç savaşın da biteceğini hesaplamışlardı.
Herkesin hesabı bir çeşitti fakat Allah’ın hesabı başka bir çeşitti.
Devam edecek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *