“Yaw Sait kardaş, kaç gündür Şaban hocam bu kitabı okuyor. Kitap o kadar kalın ki, bitmiyor. Biz de aramızda anlaştık ve kitabın sayfa ipini yüz elli, iki yüz sayfa ileri alalım dedik. Ama hocamız bizi yanlış anladı” dediği anda kendimi kahkaha atarken buldum.
Bedran Yoldaş
Bir sonbahar günüydü. Üniversiteler eğitime başlayalı çok olmamıştı. Öğleden önceki son zil sesiyle tüm öğrenciler aynı anda dersten çıkıyorlardı. Yemek zamanıydı. Birkaç kişilik gruplar halinde yürüyen öğrenciler… Kız arkadaşının elinden tutan ve hiç bırakmak istemeyen, bıraksa bir daha gelmeyecekmiş gibi… Ama o aşamaya gelinceye kadar ne emek harcadığını bir o bilir; sev-gençler!..
Öğle yemeği zamanı olması hasebiyle herkes aynı anda merdivenlere yüklenince bir izdiham oluştu. Bu durum artık alışageldiğimiz sıradan bir hal olmuştu. İşi biraz ağırdan alıp izdihamın bitmesini bekleyen birkaç arkadaş sonlara doğru daha rahat yürüyerek kantine gitmeye başladık. Uzun bir yemek kuyruğundan sonra YURTKUR’un verdiği nispeten daha ucuz yemekleri alıp bir masaya oturduk. Ritimli ve yüksek sesli bir müzik kulaklarımızı tırmalamıştı. Rahatsız edici boyuttaydı. Tabi çoğu gencin hoşuna gidiyordu bu müzikal durum. Ama hem yabancı hem de yüksek sesli olması ortama bir gazino havası veriyordu, bize göre. Kendimizi dışarı attık.
Giriş kapısını arkamıza alınca bir oh çektik!
Yağmur yağmıştı. Nisanın ilk günlerini andıran bir hava oluşmuştu. Sanki bahardan ödünç bir gün alınmıştı. Çam ağaçlarının yaprak uçlarında yavaş yavaş aşağı düşmeyi bekleyen yüzlerce, binlerce berrak su damlacıkları duruyordu. Aşağıya bir kuğunun süzülüşü gibi süzülüyorlardı art arda. Bir çam ağacının tam altına değil de biraz açığında oturduk dört kişi. 12 Eylül’ün insanlar üzerindeki kâbusu, olanca ağırlığıyla hissediliyordu o günlerde.
Sınıfta, hocanın on dakika geç kalmasını fırsat bilerek aramızda başlayan siyasi sohbet yarım kalmıştı. Tekrar oturur oturmaz kaldığımız yerden devam ettik. Devam ettik etmesine ama alışagelmiş bir refleksle etrafımızı süzdük önce. “Aynasızlar olabilir” diye, korkuyla sağa sola bakındık. Yarası olan gocunur derler, 12 Eylül sarmalında yaşayan biri iseniz, hayatınız sadece müzik, sev-genç ve çizilen birkaç şablondan ibaret değilse, hangi ideolojiden olursanız olun, yaranız vardır. Gocunmak zorundasınız. Kedi ailesine ait bir pençelinin pençeleri arasına düşme tehlikesini yaşayan av misali, refleksleriniz gelişmek zorunda. Bu bile sizi koruyamayabilir. Küçük hatalar yapabilirsiniz ve bu size hayatınızın en ağır travmasını yaşatabilir.
Aslında 12 Eylül bitmiş, parlamenter sistem devreye girmişti ama korku imparatorluğu olanca gücüyle hüküm sürmektedir memleketimde. Var olan sistem de devletin bu korku balyozundan “İstemem yan cebime koy!” misali yararlanmaktadır. Çünkü iktidar hâlâ asker ile siviller arasında paylaşımdadır. Siyasi otoritenin de pek şikâyeti yoktur bu durumdan. Arada bazı cılız sesler yükselse de kimse buna aldırmaz…
Aramızdaki tartışma kızışmaya başladı:
“Bence bu sistem gibi, sosyalizmin de sorgulanması gerekir. Çünkü halen var olan tek sosyalizm Sovyet Rusya’da ve orada gerçekleşen devrim bir proleter devrim değil asla. Tam tersine, Rus çarlık zulmüne karşı Lenin ve arkadaşlarının başlattığı bir halk hareketidir. Bunun temelinde Marx’ın bahsettiği hiçbir sebep sonuç ilişkisi yoktur ve bana göre bu, Marx’ın diyalektik materyalizmine ters” dediğimde, arkadaşım sözümü kesti:
“Bence sen yoldaşlık vasfını çoktan yitirmişsin. Sen zaten bilimsel materyalizme inanmıyorsun. Sanırım diyalektiğin ne olduğunu bilmediğin için bunu benimsememişsin.” dedi.
Ben de:
“Zorlamayla diyalektiğin başlangıç tarihinin M.Ö. 5. Yüzyılda Herakleitos’a dayandığını ve daha sonra kavramsal olarak değişim geçirdiğini” dile getirdim. Ardından, “İnanmak zorunda değilim ama bir sömürü ve zulüm düzeni varsa ormandaki kuru-yaş misali herkesi yaktığı için ortak direnişin gerektiğini ve asıl devrimciliğin bu olduğunu” söyledim.
O zamana kadar söze hiç karışmayan grubun tek kız üyesi atıldı:
“Bence Sait arkadaşın söyledikleri de önemli. Ortada yanlış bir durum varsa önemli olan beraber direnmek” dedi ve ekledi:
“Ondan sonra yerine gelecek düzen için gene kapışalım. Yani, bence, Sait arkadaşın yanlışı burada; bir şeyi yaparken sonunu da düşünmek gerekir diye düşünüyorum” dedi.
O zaman kadar söze hiç karışmayan dördüncü arkadaş biz konuşurken eline geçirdiği küçük bir çam dalı ile yağmurun yumuşattığı toprağı gayri ihtiyari kazıyordu. Bizi dinlerken yerde birkaç santimetre karelik bir çukur kazmıştı farkında olmadan. Bu arkadaş 12 Eylül darbesinde yakalanmış, çok ağır işkenceler görmüş ve birkaç yıl hapis yatmıştı. Sanırım yaşadıklarının verdiği ağırlık ve sarsıntı onu daha sorumlu ve ağır başlı durmaya itmişti. Başını kaldırdı ve ilk defa söze karıştı:
“Aslında bu da doğru; bir hareketin düşünce birlikteliği çok önemlidir. Bence Sait arkadaşın yanlışı buradan kaynaklanıyor.” dedi.
Bu arada konuşurken yanı başında atılmış boş bir kibrit kutusu buldu. Konuşurken gayri ihtiyari alıp çukurun içine attı. Ve küçük çukurun yanında biriken küçük toprak tümseğini elinin kenarı ile çukurda bekleyen boş kibrit kutusunun üzerine kapattı. Hem konuşuyor hem de çukura attığı boş kutunun üzerini eliyle bastırıyordu.
Tartışma uzayıp gitti.
12 Eylül öncesinin gençliği altmış sekiz kuşağının kalıntılarını hâlâ taşıyordu. Okumayı ve okuduğunu tartışmayı seviyordu. Ama gelecek olan nesillerin üzerinde karabulutlar geziyordu. Bu rejim kendisine göre bir nesil yetiştirmeye çalışıyordu: Sormayan, sorgulamayan, emredeni yapan bir kemiyet istiyordu. Öncesinde kalan gençliği sindirmeye kararlıydı. Kararlıydı çünkü bu gençlik bildiğini gelecek kuşaklara aktarırsa işte tehlike orda başlıyordu. Ayakta durmak/durabilmek için baskı yapmak despot rejimlerin ortak yanıydı.
İlk dersimizin boş olması bize daha fazla tartışma fırsatı vermişti. Nihayet ders saati geldi. Dersimize girdik ve akşam herkes kendi yoluna gitti. Ben de yurda döndüm.
Elimde Frantz Fanon’un yazdığı “Cezayir Bağımsızlık Savaşının Anatomisi” adlı kitap vardı.
Otuz kırk sayfası kalmıştı, okunmayan. Bitirip uyumak istedim.
Şaban adında bir arkadaşım vardı. Kendisi ‘İmam Hatip’ çıkışlıydı. Sürekli gülümseyen bir yüz ifadesi vardı. Şakacıydı. Neşeliydi. Fıkıh bilgisi iyi sayılırdı. Bazen bu bilgisinden yararlanıyordum. Bazen girdiği ideolojik, siyasi tartışmalarda yardımına koşardım. Samimiyetimiz ilerlemişti. Yediğimiz içtiğimiz bir olmuştu. Benim okuduğum kitapları o da okumaya başladı. Mesela Alex Haley’in yazdığı MalcolmX kitabı vardı. Çok harika bir eser olan bu çalışma beni çok etkilemişti. Kitabın içeriğini Şaban’a anlattım. Ben bitirir bitirmez aldı ve okumaya başladı. Böyle bir kitabı tavsiye ettiğim için sürekli teşekkür ediyordu. Ama aynı zamanda kitabın çok kalın olmasından da yakınıyordu.
Gündüz dışarda konuştuğumuz iki arkadaş ile Şaban, aynı koğuşta kalıyorlardı ve iki koğuş ötedeydi. Çoğu zaman sohbet ve münakaşalara akşamları da devam ederdik.
O akşam nedense biraz huzursuzdum. Sadece kitap okuyup uyumak istemiştim. Uyku üzerime iyice çökmüştü. Birden Şaban’ın olduğu koğuştan kızma ve bağırma sesleri gelince uykum açıldı. Koğuşlarına doğru gitmeye başladım. İçeri girdiğimde yüz ifadelerinden iyi olmadıkları görünüyordu. Neden sinirlenmişti Şaban, anlam vermeye çalışıyordum. Diğerleri Şaban’ın öfkelenmesine aldırış etmeden sakin bir şekilde duruyorlardı. Merakım gittikçe artmıştı: “Şaban kardeş, hayırdır, ne oldu?” dediğimde, elindeki MalcolmX kitabını sıkı sıkıya tutarak; “Onlara sor?” dedi.
Diğer arkadaşlara yüzümü döndüğümde, sormama fırsat vermediler:
“Yaw Sait kardaş, kaç gündür Şaban hocam bu kitabı okuyor. Kitap o kadar kalın ki, bitmiyor. Biz de aramızda anlaştık ve kitabın sayfa ipini yüz elli, iki yüz sayfa ileri alalım dedik. Ama hocamız bizi yanlış anladı” dediği anda kendimi kahkaha atarken buldum. Onlar da daha hızlı gülünce Şaban arkadaşımızın o kızgın bakışlı yüzü değişti, önce gülümsemeye sonra da kahkahayla gülmeye başladı. Ortam yumuşamış, yanlış anlaşılma tatlıya bağlanmıştı.
O gece ilk defa siyasi tartışma yapmadan arkadaşların koğuşunda diğer arkadaşların da katılımıyla geç saatlere kadar sohbet ettik.
Sabah uyandığımda her zaman yaptığım gibi ilk işim dışarı bakmak oldu. Hava çok bulutluydu. İnşaat fakültesinin bahçesindeki çam ağaçları dünkü gibi etrafa neşe saçmıyordu. Rüzgâr, sararan yaprakları alıp alıp savuruyordu. Hazırlanıp dışarı çıktığımda dün akşam sohbet ettiğimiz arkadaşları kapıda gördüm.
Dün akşamki neşeden eser yoktu. Tedirgindiler.
“Ne oldu?” diye sorduğumda birisi:
“Hiç sorma! Dün akşam polisler bizim koğuşa baskın yaptı. Arkadaşımızı götürdüler.” dedi. Diğer arkadaşlar da söze girdi:
“Yaw, zaten yeterince işkence ve hapis yatmış, daha ne istiyorlar kendisinden” dediler.
Evet, dün akşam konuşup sohbet ettiğimiz ve aynı zamanda sınıf arkadaşım olan zat, tekrar götürülmüştü.
Derse girdik. Hayat devam ediyordu. “Giden gider, kalan sağlar eğlenir” diye söylendim kendi kendime.
Ertesi günün sabahında yine okulun yolunu tutmuştuk. Birden, gözaltına alınan arkadaşımızı karşımızda görünce şaşırdık. Geçmiş olsun dileklerimizi ilettikten sonra merakımız daha da artmaya başlamıştı:
“Ne oldu?” diye soruları peş peşe sorduk.
“Hani boş bir kibrit kutusu vardı ya!”
“Onda bir şey mi vardı?” diye sözünü kestim. Gülümseyerek:
“Hayır canım, ne münasebet. İşte ben o boş kutuyu oraya gömerken beyefendileri bir merak sarmış. Acaba oraya ne gömdü? diye. Gece yarısı beni oraya götürdüler.
‘Buraya ne gömdün?’ dediler. Ben de boş kutuyu çıkarıp onlara verince, beni karakola götürüp nezarete attılar. Geceyi orda geçirdim. Sabah da saldılar. Bana:
‘Sizin en ufak hareketiniz ve küçük bir kıpırdayışınız dahi kontrolümüz altındadır’ dediler.”
Mesele bu kadardı: Gözdağı vermişlerdi… Ayağımızı denk alalım diye…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *