Sömürgecilik Tarihi -Yürek Dayanmaz Kitaplar-

Sömürgecilik Tarihi -Yürek Dayanmaz Kitaplar-

Bugün sömürgecilerin, beş yüz senelik haydutluklarının hasılası olan siyasi, askeri, iktisadî ve kültürel kurumları var. Dünya Bankası, IMF, NATO ve BM bunlardan ilk akla gelenlerdir. Müstemleke zihniyeti gerçekten kanserden daha tehlikeli, ölümcül bir hastalıktır.

Mehmed Durmuş

Duruş yayınları İranlı yazar Mehdi Mirkiyayî’nin ‘Sömürgecilik Tarihi’ adlı kitap(lar)ını yayınladı. On küçük kitapçıktan oluşan şirin bir seri. Kitapların hacmi 90’la 180 sayfa arasında değişmektedir. Kitapların iç düzeni ve sayfa tasarımı çok başarılı. Resimli sayfalar, sayfa sayısı zaten az olan kitapların okunmasını daha da kolaylaştırmış. On küçük cep boy yerine tek ciltlik bir kitap şeklinde tasarlansaymış, okunması bu kadar cazip olmazdı sanırım. Celil Zengin’in tercümesi, kitapların tercüme olduğunu hissettirmiyor bile. Yazım hatası yok desek yeridir.

On küçük kitapçığın her birinin ayrı bir başlığı var. Çünkü içerikleri de farklı. Birinci kitabın adı ‘Kıtaların Yağmalanması’, onuncu kitabın adı ise ‘Bitmeyen Sömürgecilik’tir. Kitaplar Amerika, Afrika ve Hindistan’ın ‘keşfi’ ile başlamakta, giderek Müslüman ülkeler üzerinde uygulanan ‘böl ve yönet’ siyasetine doğru evrilmekte, oradan da en büyük sömürü çarkı olan petrole doğru bir seyir izlemektedir. Buradan hareketle, batının doymak bilmeyen sömürgecilik hırsını, ‘altından petrole uzanan’ bir talan, yağma, yığma, yalayıp-yutma girişimi olarak özetlemek mümkündür.

Mehdi Mirkiyayî on küçük kitapta ağırlıklı olarak Avrupa ülkelerinin Afrika’yı, Amerika’yı, Hindistan’ı, Güney doğu Asya’yı ‘keşfetmesini’ anlatmaktadır. ‘Keşif’ diyoruz da bu lafın gelişidir. Vasco da Gama, Kristof Kolomb gibi adamlar tüm dünyaya ‘kâşif’ olarak yutturuldular. Halbuki bunlar, sadece cinlerin bildiği, insin bilmediği memleketleri, şehirleri ve halkları yer altından bulup çıkarmış değillerdi. Keşif denilen hadise, İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerden eşkıya öncü birliklerinin masum ve bâkir Afrika’ya, Amerika’ya, Hindistan’a üşüşmeleriydi. Menfaatperest batılıların pençelerini kara ve kızıl derili insanlara geçirmeleri ‘keşif’ olarak adlandırılmıştı. Portekizlilerin burunları altın, fildişi ve tahıl kokusu almıştı. Kısa sürede kalplerine köle ticareti tutkusu içirilecekti.

Vasco da Gama (ö.1524) Hindistan’a giderken Calicut’a yaklaştığında Mekke’den Hindistan’a dönmekte olan erkek, kadın ve çocuklardan oluşan, dört yüz kişiden fazla hacı kafilesi taşıyan hac gemisine rastlar. Gama denizin ortasında gemiyi durdurur ve hacılardan 12 bin duka haraç alır, on bin duka değerindeki mallarına el koyar, sonra da bütün yolcularıyla birlikte gemiyi ateşe verir. İşte bize ilkokuldan itibaren ‘kâşif’ diye pazarlananlar bu eşkıyadır. Bu haydut, yağmacı, gâsıp, hırsız, mütegallibe, eşkıyâ evet ‘kâşif’lerdi; altın, fildişi, tahıl, maden, baharat, ipek ve köle ticareti keşfederlerdi. Onlar dünyanın gelmiş geçmiş en büyük haramîleriydi.

Mirkiyayî’nin Sömürgecilik Tarihi’ni okumamın, Gazze’deki ‘savaşın’ bütün ateşiyle sürdüğü günlere denk gelmesi hem sömürgecilik tarihini hem de Gazze’de olan bitenleri anlamam için büyük bir tevafuk oldu. Hani Gazze Müslümanlarını değerlendirirken “biz bunlarla aynı gezegende miyiz, bunlar bizim gibi insan mıdır?” tarzı cümleler kuruluyordu ya, aynı cümleleri Avrupalı sömürgeciler için kurmakta mazuruz: Bunlar bizimle aynı gezegendeler ama bunlar da sömürgeleştirdikleri halklar gibi insan mıdırlar?

İspanyol, Portekizli, Hollandalı, Fransız ve İngiliz sömürgecilere kıtalar aşırtan, altın ve köle ticaretiydi. Bu ırkların, yeryüzündeki başka hiçbir varlıkta görülmeyen açgözlülükleri olmasaydı herhalde altının bu kadar cazibesi olmazdı. Bir buçuk yüzyılda Kızılderili topraklarından, Kızılderililerin kanları pahasına, kendi ülkelerine 180 bin kilo altın taşıyan, sırf evlerini fildişiyle süslemek için yüz binlerce fili öldüren bu vampirler Allah’ın, “cehennem için yarattım” buyurduğu ins olsalar gerektir. Kızılderilileri köleleştirmeyi ilk düşünenler İspanyollar olmuş. Yazar diyor ki, İspanyollar Kızılderilileri sınırsızca öldürüyorlardı. Aslında onlar Kızılderililerden nefret etmiyorlardı, sadece altına ve servete aşıklardı!

Avrupalılar Afrika’da ve Amerika kıtasında insan bırakmadıkları gibi, insan onuru, şeref ve haysiyeti, sevgi, saygı, kardeşlik, diğerkamlık, düşenin elinden tutma, açları doyurma, fakirleri giydirme, hastaları tedavi etme, yetimi barındırma gibi ne kadar yüce değer varsa, hepsinin kökünü kazımışlar, ayak bastıkları yerlerde iyilik ve güzellik adına hiçbir şey bırakmamışlardır. Dünyanın en büyük krizi iklim değişikliği vb. değil, sömürgeci batılı ülkelerle aynı gezegende yaşıyor olmamızdır.  Siyah ve Kızılderili insan avcısı, altına, ipeğe, baharata, tahıla, kısacası paraya dönüştürülebilir her şeye tapan, yılan zehrine rahmet okutan bir ağıdan mamul bu haydutlar sürüsü kendilerini üstün, diğer tüm ırkları aşağı bilmektedirler. Avrupalıların üstün ırk olduğuna inananlardan biri de David Livingstone (ö.1873) adındaki İngiliz’di. Dini yaymak için Afrika’ya gitmişti. Talihsiz Afrikalıların hayatlarını iyileştirmek isteyen bir devletin temsilcisi olduğuna inanıyordu. Livingston’un vatandaşı olan Cecil Rhodes, kendi adını taşıyan topraklara (Rodezya) sahipti. Şöyle diyordu: “Bence biz dünyanın en üstün ırkıyız. Dünyanın farklı yerlerinde ne kadar çok kalırsak, insanlık için o kadar iyi olur. Eğer bir Tanrı varsa, O’nun isteği, Afrika haritasında kırmızı noktaları (İngiltere’ye ait bölgeleri) artırmaktır.”

Aydınlanma çağının en ünlü düşünürlerinden olan John Locke (ö.1704) İngiltere devletine, Kızılderililerin toprağını gasp etmesinde sonuna kadar haklılık tanıyordu. John Locke’un aydınlanmacılığı, iki İngiliz kölecilik şirketine yatırım yapmasında beis görmemişti. Bu yatırımı da kârlı bulmayan filozof, Amerika’ya giderek Carolina bölgesinde, Kızılderililerin kanlarıyla sulanmış topraklardan 48 bin dönüm arazi satın almıştı. Kanlı çenesiyle dünyaya liberalizm dinini vaaz etmekten utanmamıştı. ‘Vızıldayan Kovan’ adında, 10 sayfalık bir kitap yazan Bernard Mandeville (ö.1733) isimli bir doktor açgözlülüğü, aldatmayı, hırsı, bencilliği ve savaş arzusunu çirkin bulanların toplumun ilerlemesini engellemek isteyen mızmız insanlar olduğunu savunmuştu. Mandeville’e göre lükse duyulan sevgi veya günlük ihtiyaçlardan fazlasına duyulan bağlılık Avrupa medeniyetinin temelidir.

Hintlilerin Farsça bilmesi İran, Afganistan ve Orta Asya halklarıyla rahat ilişki kurmalarını sağlıyordu. Ancak İngilizler resmi dili İngilizce yaptılar. Zamanla Farsça Hindistan’da unutuldu. Hindistan tarihini yeni baştan yazdılar ve kendilerini, barışçıl ve sakin bir halk olarak gösterdiler. Yeni yazılmış tarihte İngilizlerden önce Hindistan “kargaşa içinde huzursuz ve kavgalarla dolu” bir ülke olarak tanıtıldı. Avrupalılar bu strateji ve taktikle, müstemleke halkların zihinlerini iğdiş ediyorlardı. Bu ülkelerin padişahlıkla, saltanatla veya halifelikle yönetilmeleri geriliğin, çağı yakalayamamış bir cehaletin kanıtıydı! Kızılderililerin tamamını öldürme pahasına Amerika’da yüzlerce milyon hektar tarım arazisi açan, 1680-1786 yılları arasında 2 milyon 130 bin köleyi Kuzey Amerika’ya taşıyan, bunların çoğunluğunu en vahşi yollarla öldüren örgütlü eşkıya (İngilizler) uygar oluyordu. ABD Hükümeti Kızılderililerden ‘medeni’ olmalarını, avcılığı bırakıp tarıma yönelmelerini, şehirlerde yerleşik hayata geçmelerini, Hristiyan olmalarını, beyazlar gibi giyinmelerini, aynı ürünleri tüketmelerini istiyorlardı. Bu şartlara uyarlarsa hiçbir sorun yoktu. Bu talepler bize tanıdık geliyor mu acaba? Genelde Avrupa’nın, özelde İngiltere’nin sulbünden doğmuş ABD ile Avrupa’nın kibrinden hiçbir şey eksilmemiştir. Irak’a, Afganistan’a, Suriye’ye, Filistin’e vd. demokrasi getirmek itikadındadırlar. Gazze’de bebek cesetlerinin poşetlere toplanarak defnedilmesinden zerre kadar sarsılmayan bu demokratları çok iyi tanıyoruz; bunlar daha dün iki kıtada iki ayrı soyu kırmış olan katillerdir.

Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfetmesinden 18. yüzyılın sonuna kadar Avrupalılar toplamda 12 milyon Afrikalıyı, Atlas Okyanusunu aşarak Amerika kıyılarına taşıdılar. İngiliz ekonomisinin bel kemiğini köle ticareti oluşturuyordu. 1719’da Liverpool limanına kayıtlı gemi sayısı 18.371 iken, 1792’de 260 bin 382’ye yükselmişti. İngiliz Sanayi Devriminin temelinde köle ticareti yatmaktaydı. Sadece sanayi devrimi değil, modern şehirleri, gösterişli binaları, tren hatları, deniz ve kara yolları, fabrikaları, ağzına kadar dolu bütçeleri, kısacası, Avrupa’yı Avrupa yapan bütün varlıkları siyah derili ve Kızılderili insanların kanları ve kemikleri üzerinde yükselmiştir. Zihnine, Avrupalılar neden kalkınmış, ekonomik olarak ilerlemişler de doğu toplumları neden hiç bitmeyen sıkıntılarla boğuşmaktadırlar diye sorular üşüşen insanlar bir zahmet, dönüp söz konusu ülkelerin beş-altı yüz yıllık tarihlerine bir bakmalıdırlar. ‘Bir zahmet’ diyoruz çünkü bu iş gerçekten zahmetlidir. Yüreğimizin dayanması, basiretimizin açık olması, zihnimizin prangalarından kurtulması gerekmektedir.

Kendisini dünyanın uygarlık öğretmeni konumunda gören Avrupalılar, onlar Amerika’yı ayaklarıyla kirletinceye kadar şarabı bilmeyen Kızılderilileri şaraba, afyonu bilmeyen Çinlileri afyona alıştıranlardır. İngiltere büyük şeytanının Çin’in başına ördüğü afyon belasının hikayesi demek olan birinci (1840) ve ikinci (1856) afyon savaşlarını okumak ‘zahmet’ olsa da başımıza geçirilen çuvalları anlamak için şarttır.

Mehdi Mirkiyayî diyor ki, zaman içerisinde Portekizliler Afrika’dan esir alıp pazarlarda satmanın Afrika’dan altın taşımaktan daha kârlı olduğunu keşfettiler. Avrupalılar insan ticaretini 400 yıl sürdürdüler ve sonunda dünya çapında köle ticaretini yasakladılar. Nihayet Avrupalılar hidayete ermiş miydiler? Asla, ne münasebet! Bu yasaklama tamamen sömürgeciliğin yeni bir aşamasıydı. Sömürgeci eşkıya Afrika’nın zengin maden kaynaklarıyla dolu olduğunu fark etmişti. Yerin altından bu madenleri çıkarmak, Afrikalılardan başkasının kârı değildi. Maden ocakları aynı zamanda siyah derili insanlara mezar olacak, böylece Avrupalılar bir taşla iki kuş birden vuracaklardı.

Avrupalılar talan ettikleri Hint kıtasında kendi adlarına bütün haydutlukları şirket eliyle yaptırmışlardır. 1660 yılında İngilizler, ikişer sene arayla da Hollandalılar (1662) ve Fransızlar (1664) Hindistan’da Doğu Hindistan Şirketi’ni kurdular. Sırf Fransızların Doğu Hindistan Şirketi’nin kontrol ettiği bölgelerin yüzölçümünün Fransa’nın yüzölçümünün iki katına, nüfusun da Fransa nüfusunun birkaç katına sahip olduğunu hatırlatmak, bunların nasıl bir ‘şirket’ olduklarını anlatmaya yetmektedir.

Burada İngilizlerin sömürgeciliğine dair küçük bir parantez açmak icap etmektedir. İngilizler sömürgecilikte bütün Avrupalı rakiplerine taş çıkartmıştır. Şeytanın, İngiliz siyaseti yanında yaya kalacağını söyleyebiliriz. Ya da diyebiliriz ki şeytan İngiliz siyasetiyle mücessem hale gelmiştir. ABD’nin büyük şeytan olması, İngiliz aklının ‘en büyük’ olmasına engel değildir. 1763’te Paris’te imzalanan barış anlaşmasından sonra palazlanan İngiltere, Hindistan ve Amerika kıtasının kanını emmekle küresel bir güç haline gelmiştir. İngiliz hükümeti mahkumları ve suçluları ‘Yeni Dünya’ya gönderme fikrini keşfediyor. Böylece suçlular cezalandırılıyor, kolonilerde en ağır işlere ve angaryaya mahkûm ediliyorlar. Bu yöntem sayesinde İngilizlerin nüfusu Amerika’da Fransızları ve Hollandalıları ürkütecek boyuta, en büyük Avrupa nüfusuna ulaşıyor. Adı geçen göçmenler Amerika’da, ileride ABD’nin kurulmasına zemin hazırlayan üç koloni kuruyorlar. ABD İngiltere’den 1776 yılında bağımsızlığını elde ediyor.

Bir ’siyasi akıl’ düşünün ki, el koydukları topraklarında Hintli çiftçilerden 50’den fazla farklı vergi alıyor ve vergisini ödeyemeyen köylüleri şeytanın bile aklına gelmeyen yöntemlerle cezalandırıyor. İşte bunun adı ‘İngiliz aklı’dır. Bir ‘iyi niyet gösterisi’ olarak Kızılderili şefine, Manchester’da üretilen battaniyelerden çok miktarda hediye etmek ama battaniyelerin tamamının, çiçek hastalarının bulunduğu bir hastaneden getirtilmiş olması İngilizlerin eseridir.

Sömürgeciliğin bittiğini, tarihte kaldığını sananlar yanılgı içindedirler. Sömürgecilik sadece şekil/biçim değiştirmiştir. Sömürgeciliğin dünyaya bıraktığı en büyük atık, adeta sömürgeci efendilerine meftun olmuş halklardır. Sömürgecilerin pazıları, yakıp yok ettikleri ırklardan daha güçlü değildir. Onlar bu ‘savaşı’ şeytandan ilham alan bir zekâ ile yapmaktadırlar. Sömürülen halklar, zihinlerini şeytandan temizlemenin savaşını vermek zorundadırlar. Müstemleke halklar sömürgecilerin çarklarından zıplayıp çıkarlarsa dünyayı kendilerine zindan edeceklerinden korkmaktadırlar. İsrail’in ve ABD’nin, cehennemin kapılarını açarız demeleri gibi. Ama Allah’a sonsuzca şükür olsun ki artık bu haramîlerin bütün pisliklerini ortaya döken bir Gazze örneği var önümüzde. İzzet abidesi Gazze’nin duruşunun yepyeni bir çığır açacağına olan inancımız tamdır. Zihinsel köleleri dürtmek gerekir, cehennemin kapıları zaten açılmıştır. Cehennemin kapılarının kimler için açık, kimler için kapalı olduğunu her Müslüman bilir.

Bugün sömürgecilerin, beş yüz senelik haydutluklarının hasılası olan siyasi, askeri, iktisadî ve kültürel kurumları var. Dünya Bankası, IMF, NATO ve BM bunlardan ilk akla gelenlerdir. Müstemleke zihniyeti gerçekten kanserden daha tehlikeli, ölümcül bir hastalıktır. İktisat demişken, borsanın ve sigortanın Venedik tacirlerinin maharetiyle doğduğunu, borsa-banka-şirket üçlüsünün kapitalizmi doğurduğunu Mirkiyayî hatırlatmaktadır. Mirkiyayî’nin Sömürgecilik Tarihini 9. kitabı Petrol Savaşlarını düşünen, akletmek ve geçmişten ibret almak isteyen her insana okutmanın bir yolu bulunmalıdır. Müslüman ilim ve fikir adamlarının sömürgecilik mevzuunu ötelemek gibi bir lüksü olamaz. İsrail’in, işgal ettiği topraklardan defedilmesini istiyorsak, bu işe sıkı sarılmamız gerekmektedir. Başlangıç noktası, neden sömürgecilik tarihini bilmek olmasın?

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *