Halfeti üzerinde şimdi, ‘akşamları şarap eşliğinde gölü izleyebileceğinizi duyuran bir anonsun yapıldığı’ vapur turları düzenleniyor. Kalabalığın hoyratlığından kaçıp Halfeti’nin mazisinde zihnime küçücük bir alan açmaya çalıştığım bir an, çalan müziğe dansla eşlik eden başörtülü bir kadıncağıza çarpıyor gözüm. Yanında kocası da oynuyor.
Yeryüzünde dolaşıp da, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden (sayıca) daha çok, daha kuvvetli ve yeryüzündeki eserleri bakımından daha üstün idiler. Ama onların kazandıkları kendilerinden bir şeyi savamadı.
(Mü’min Suresi 82. Ayet)
Ali Durmuş
Geçtiğimiz haftalarda Kayseri’den bir damat adayı kardeşimizin Şanlıurfa’daki hayırlı bir işi için beni de davet etmesi, epey zamandır ertelediğim ve yukarı Mezopotamya olarak anmayı daha çok sevdiğim Doğu Anadolu’da ailece üç günlük kısa bir tur yapmama da vesile oldu. Allah’a hamdolsun sonunda; Göbeklitepe’den tutun da Midyat Süryani kiliselerine, Hz. İbrahim’in atıldığı çukur olarak bilinir olmuş Balıklı Göl’den Diyarbakır Ulu Camii’ne, Halfeti’den Harran’a berzâh-ı medeniyet denebilecek bir coğrafyayı gezmek nasip oldu. Nebî’ler diyarı bu topraklara Ümit Aktaş’ın yakıştırdığı ‘ana kıta’ isimlendirmesi de, ezelden beridir çok beğendiğim başka bir tabirdir. Bu manada, vahyin merkezi bu topraklar olduğu için “ana”dır, geri kalan kıtalar da tâli’dir; vahy tüm dünyaya genelde bu merkezden dağılmıştır.
Şanlıurfa; İbrahim(a.s.)’ın Mesajı Üzerine Mescid Yapan(1) Şehir
Kayseri’den Şanlıurfa’ya doğru dört beş saat süren gece yolculuğu, sabah namazı molası ile Göksun girişinde kesintiye uğradı. Şanlıurfa’nın girişine doğru bizi yönlendiren yol bilgisayarı her ne kadar işimizi kolaylaştırsa da, yol tarifi almak amacı ile durup doğu insanı ile iletişim kurma fırsatımızı da öldürdü denebilir. Şanlıurfa girişinden buluşma yeri Balıklı Göl’e kadar olan istikamet, beklediğimizin çok ötesinde yeşil ve ağaçlık idi. Bu kadar geniş peyzaj alanının bakımını ve sulamasını düşünmeden edemiyor insan. Gölün yakınındaki geniş park, kahvaltı yapmak için gerekli tüm altyapıya sahip. Parkın hemen karşısında yer alan beş yıldızlı taş mimariye sahip bir otelde ailecek konaklamak için nerdeyse bir asgari ücret bırakmanız gerektiğini duyduğunuzda, Hz. İbrahim gibi bir peygamberin mirası üzerinden yapılan kapitalist vurgunu nutkunuzda hissediyorsunuz.
Kahvaltıdan hemen sonra Balıklı Göl ve diğer tefrişatlarını görmek üzere yürüdük. Birçok cemaatten, kültürden ve inançtan gelen insan mozaiğinin ‘İbrahim ve ateş’ kavramlarına olan yabancılığı; Hz. İbrahim’in tevhid mücadelesini, yaşadıklarını, Nemrut karşısındaki eğilmez duruşunu, tek başına bir ümmet oluşunu, baltasını ve yeğeni Lut ile olan kıssasından çağımıza düşen hisseyi duymamızı kısmen engellemeye çalışsa da, on üç yaşlarındaki oğlumu bir kenara çekip Kur’an’dan okumaya başladık; “İbrâhim: ‘Doğrusu siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içine sürüklenmişsiniz’ dedi…”(2) Enbiya suresi 54-71. ayetlere kadar geçen süreci tekrar ederken; “Onu ateşe attıklarında ise biz: ‘Ey ateş! İbrâhim’e serin ve selâmet ol!’ diye emrettik. Evet, bu zâlimler İbrâhim’i tuzağa düşürmek istediler; fakat biz onları daha fazla zarara uğrattık.” kısmına gelince, kalpteki mahzunluk gözlerde buğuya dönüştü; yalan yok…
Anadolu’nun her yerinden, bütün bir yolu İbrahim’in doğduğu mağarayı ve ateşe atıldığı mancınıkları görmek için tepen ve göl içerisindeki balıkların İbrahim ateşinin odunu olduğuna gönülden iman eden bu güruh, (Allah ondan razı olsun) Mücahit Gültekin’in deyimi ile ‘İbrahim’in en büyük mirası olan’ baltası ve kırdığı putlardan bihaber gibiydi. Hz. İbrahim, baltasıyla kendi toplumunda ‘hakikatin -anlık da olsa- farkına varma’ sonucu yaşattığı travmanın(3) aynısını, vârisi olarak yaşatma ve oradaki hâzirûna haykırma arzusu tüm bedeninizi sarıyor, ancak ‘ateşe atıldığında düştüğü yer’ olarak tescillenmiş bir çukurdan çıkartılan suyun şişelenerek satıldığını görünce, bunun nafile olduğunu anlıyorsunuz. İşte bu an; İbrahim’in dininden olduğunu söyleyenlerin, İbrahim’den yeni bir put yapmaları gibi bir garabetle karşı karşıya kaldığınız bir an oluveriyor.
İbrahim(a.s.)’in makamında olmayı, şifalı su içip ateşe atıldığı mancınıklar önünde hatıra fotoğrafı çektirmekten ibaret sayan yarı çıplak kafilelerin arasından başlarımızı öne eğerek geçip gittik bir başka şirk odasına. Bu odada; Allah Rasulü Muhammed (s.a.v.)’in sakalının teli zannı ile önünde dua edilen camekân bir bölüm, ayak izinin olduğu bir kil tablet ve Kabe örtüsü vardı. İbrahim (a.s.) için yapılan ‘tecrîd-i risâlet’in aynısı, burada Hz. Muhammed (a.s.) için yapılıyordu. Acaba İbrahim ve Muhammed (a.s.) bu insanlar için ne ifade ediyordu?
Öğle namazı akabinde başlayacak nişan törenine geç kalmamak için, rotamızı hızlıca gidip geleceğimiz Göbeklitepe istikametine doğru çevirdik. Şanlıurfa il merkezinin yaklaşık 15 km kuzeydoğusunda Örencik Köyü yakınlarında yer alan bu ören yeri, MÖ 9600-MÖ 8000 arasına tarihlenen bir Cilalı Taş Devri yerleşimidir. Günümüzden yaklaşık 11.600 yıl önce inşa edildiği söyleniyor. Yani Birleşik Krallık’ta bulunan Stonehenge’den 7.000, piramitlerden 7.500 yıl daha eski geçmişi var. 13 bin yıllık geçmişi olduğu söylenen ve kazıları çok yakın zamanda (2019) başlayan Karahantepe’yi saymazsak, Göbeklitepe’nin insanoğlu tarafından bilinen en eski tapınak olduğu söylenebilir. Üç ila altı metre arasında “T“ biçiminde tonlarca ağırlıktaki o taşların, bir dağ tepesine dikilmesindeki motivasyonu, modern insan anlamlandırmakta güçlük çekiyor. Yerleşik hayattan önce bu tapınakların inşa edilmiş olması, klasik tarih anlayışını sorgulatmıştır. İnsanlık tarihini materyalist bir evrim çizgisine oturtmaya çalışanların tezleri ve mahreci Friedrich Hegel’e ait olan ilerlemeci tarih anlatısı, bu buluntularla birlikte kim bilir kaçıncı kez çökmüştür. Göbeklitepe’nin taşlarına hayranlıkla bakan seküler kalabalık da, en az Balıklıgöl’ün kutsiyetine teveccüh eden muhafazakâr ziyaretçiler kadar, anlam üretmekten ziyade ellerindeki pahalı cep telefonları ve makyajları ile tarihin kıyısında -gözleri açık ama zihinleri kapalı bir şekilde- mevcut görüntüyü tüketiyorlardı. Arkeoloji, hakikate hizmet etmediği sürece, taşları yüceltip vahyi görmezden gelen bir şirk akademisine dönüşüyordu.
Göbeklitepe’ye iki şeritli dar bir yoldan gidip gelebiliyorsunuz. Urfa trafiğinde hiç kimsenin işaret ve kurallara uygun araç kullanma garantisi yoktu, bunu baştan bilesiniz. Temkininiz ve zamanlamanızı buna uygun ayarlamanız faydalı olacaktır. Neyse ki genç çiftimizin nişan merasimi yapılacağı noktaya zamanından önce ulaşıyoruz.
Düğün sahibinin talebi üzerine, genç kardeşlerimize marufun emri ve münkerin nehyi sadedinde bir nikâh duası yapmak nasip oldu. Özellikle anlaşmazlık günleri hâsıl olduğunda lazım olacak adaletli bir hakem hatırlatmasını yaptıktan ve kadınlar üzerinde kavvam olan erkeğe itaatın fıtrata ve vahye uygun olacağını da tembihledikten sonra Harran yoluna düştük…
Harran, antik çağlardan beri (Asur-Babil döneminden itibaren) bir astronomi ve pagan felsefe merkeziymiş. Harran’da yaşayan Sabîîler ise; Aristotelesçi, Stoacı, Neoplatoncu düşünceleri koruyup yaşatan, gökbilim ve matematikte yetkin bir toplulukmuş. Harran, M. 639-640 yıllarında, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Şam valiliği yapan İyaz bin Ganm komutasındaki ordu tarafından fethedilmiş ve Bizans hâkimiyetindeki bu şehir, büyük ölçüde barış yolu ile İslam topraklarına katılmış. Yunan felsefesi ve bilimini İslam’a kazandırmak isteyen Abbâsî Halifesi Me’mun (813-833) Harran’daki Sabîî bilginlerin Yunan felsefesini çok iyi bildiklerini duyunca, onları Bağdat’a çağırmış, çeviri ve öğretim görevleri vermiş. Bu bağ sayesinde Harran, Beytü’l-Hikme’nin bir uzantısı gibi çalışmaya başlamış. Burada yetişen ve İbni Sina, Kındi gibi isimlere hocalık yapan Sâbit bin Kurra; matematik, astronomi, tıp ve mekanik alanlarında eserler vermiş. Özellikle rasyonel sayılar kuramı, integral hesaplamaları ve gezegen hareketleri üzerine çalışmalar yapmış ve Batlamyusçu sistemin geliştirilmesine katkı sağlamış. El-Battani ise, Harran etkisinde yetişmiş bir astronom ve matematikçidir. Trigonometrik fonksiyonları geliştirerek sinüs, kosinüs ve tanjantın sistematik kullanımını sağlamış. Eserleri Latinceye çevrilmiş ve Kopernik gibi Rönesans düşünürlerini etkilemiş. Harran Okulu’nun sunduğu felsefi miras, İslam düşüncesinde akıl-vahiy ilişkisini tartışmaya açmış ve İslam felsefesinin teşekkülüne zemin hazırlamış. Harranlı âlimler arasında yer alan Yuhanna bin Musâ, Hünayn bin İshak ve oğlu İshak bin Hünayn, Galen, Aristo ve Platon gibi klasik metinleri Arapçaya çevirmişler. Bu çeviriler Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi filozoflara kaynaklık etmiştir. 12. yüzyılda Latinceye çevrilen Harranlı eserler, Skolastik düşüncenin oluşumunu ve sonrasında gelen Rönesans bilimini beslemiştir. El-Battânî’nin astronomik tabloları, Kepler ve Kopernik gibi isimlerce kullanılmış; Sâbit bin Kurra’nın mekanik analizleri Descartes ve Newton’un görüşlerine zemin oluşturmuştur.
Abbâsî Halifesi Me’mûn döneminde kurulan Beytülhikme, sadece bir çeviri kurumu değil, insanlığın ortak aklını ve bilim mirasını bir araya getirmeyi amaçlayan medeniyetler üstü bir aklî ittihad projesiydi. İslam dünyasının siyasî ve ilmî kudretini kalıcı hâle getirecek bir ilim havzası kurmak amacı ile yapılan çevirilerle birlikte, felsefî yapıların taşıdığı metafizik tortular da içeri girmişti. Aristo, Eflatun, Galen, Plotinus gibi düşünürlerin Arapçaya çevrilen eserleri ile; sadece metin değil, bir varlık ve bilgi tasavvuru da taşınmış oldu. İslâm düşüncesi, vahye dayalı, tevhid merkezli bir ontolojiyi esas alırken; Yunan düşüncesi, aklı ilahlaştıran, varlığı özünden bağımsızlaştıran, hatta Tanrı’yı “ilk neden” gibi kavramsallaştıran bir zihin yapısına dayanıyordu.
Bu çeviri geleneği daha sonra Endülüs ve Sicilya üzerinden Batı Ortaçağı’na geçti. Batı, İbn Rüşd, İbn Sina ve Farabi gibi düşünürlerden etkilenerek, kendi skolastik düşüncesini dönüştürdü, hatta Rönesans ve Aydınlanma’nın temelini attı. İslam dünyası, kendi özgün bilgi sistemini kurma aşamasındayken, Batı onun üzerinden yeni bir seküler akıl inşa etti. İslam dünyası, 18. yüzyıldan itibaren Batı’nın teknolojik ve askerî üstünlüğüyle karşılaştığında, bu başarının arkasında düşünce sistematiği olduğunu varsayarak, Batı’dan gelen düşünceyi içselleştirmeye başladı. Ancak bu düşünce artık; İslâmî kaynaktan beslenmeyen, varlıkla vahiy arasındaki bağı koparmış, insanı merkeze alan (hümanizm) ve aklı mutlaklaştıran bir sistemdi. Dolayısı ile Harran ve Beytülhikme, esasında bu manada; İslam dünyasındaki büyük inkılaba bir hızlandırıcı olma niyetinde başlamış ve/fakat nihayetinde ucu Rönesans, Aydınlanma, evrim ve ulusçuluk ideolojisine çıkan bir tünele girmemize sebep olmuştur. Ancak her şeye rağmen Harran Ulu Camii ve çamur evlerinin hafızası, bize edep ve tefekkür kokulu bir maziyi miras bırakmıştır.
Şimdi Harran, kuş uçmaz kervan geçmez bir yalnızlığa terk edilmiş bir durumda. Sarı tonlarındaki topraklarıyla Kudüs’ü hatırlatan bu mahzun coğrafya, eski bilgelik günlerine kavuşmaya hasret gibi. Yöre halkı oldukça fakir ve gariban. Neredeyse her arabanın veya turist kafilesinin otobüsünün arkasından yalın ayak koşan çocuklar, birkaç kuruş kopartıp bir dondurma alabilmek için yalvarıyor. Harran’ın çamur kubbeli evlerinin harcında saklı bu derin mirası düşünen kimse yok gibi etrafta. Tek derdi “Mardin başı” şal bağlayıp en iyi açıdan birer poz fotoğraf çektirmek olan çoğunluğu yerli turistler ve ziyarete açtıkları atadan kalma evlerine gireceklerden adam başı alacağı 20 liranın hesabını yapan yöre halkı, tam da “bastığın yerleri toprak diyerek geçme”nin hikayesini yazıyor… Devlet ise, Harran’ın ruhunu ayağa kaldırmak yerine, yaptığı restorasyon ile Ulu Camii’ye modern bir ruh üflemekle meşgul. Sadece ‘meslek sahibi olma’ üzerine kurulan modern üniversitelerin zihinsel kapasitesi nere, Harran Felsefe Okulu’nun ruhu nere?! Harran mimarisi bir gün belki harabe olmaktan kurtulur ama en büyük harabiyet zihinlerde olsa gerek; bunun yeniden inşası çok zor… Üzgün bir şekilde Harran ve çocuklarını arkamızda bırakıyor ve ayrılıyoruz… İlk günün koşturmacası burada sona eriyor.
Süryani Çanları ve Minare Gölgesinde Ermeni Estetiği; Mardin
Bir sonraki gün ilk rotamız Mardin merkezde yer alan Kâsımiye Medresesi… Yapımına 13. yüzyılda Artuklular döneminde başlanan ve (Timur saldırılarından dolayı yarım kaldığı için ancak) 1407 yılında Akkoyunlu Sultanı Kasım İbn Cihangir tarafından yapımı tamamlanan medresenin taş işçiliği ve mimarisi, hem Selçuklu hem de Artuklu dönemi mimari özelliklerini taşıyor. Kesintisiz bir şekilde 400 yıl hem dini ilimler hem de fenni ilimler verilerek mekanik, tıp ve astronomi alanında binlerce âlimin yetiştirildiği medresenin tam ortasında havuzlu bir avlu bulunuyor. Etrafı revaklarla ve toplam 23 adet olan ders odaları ile çevrili bu avlu, sohbetlerin ve ibadetlerin gerçekleştiği ana mekân. (Sonradan öğrendiğime göre) suyun kaynağından başlayıp bir kanaldan ortadaki havuza doğru akması; insanın doğumu, hayatı ve ölümünü simgeleyen bir tertipmiş aslında. Kâsımiye Medresesi yalnızca ilim öğretilen bir yapı değil, aynı zamanda insanın varoluş yolculuğunu da anlatan bir “mekân-tefekkür” alanı gibidir. Taş işçiliğindeki mistik estetik oldukça etkileyici.
Medresenin içerisinde, aynı zamanlarda yaşamış el-Cezeri ve Musa oğullarına (Banû Mûsâ) ait bilimsel aletlerin replikaları da var. Ebû’l İz El-Cezerî (1136–1206), Cizreli bir mühendis ve sibernetiğin öncüsüdür. Rivayetlere göre bu medresede ders vermiş. Kitabü’l-Hiyel adlı eseriyle tanınıyor. Tasarladığı su saatleri, zaman ölçüm düzenekleri (fil saati vb.), kendi kendine çalışan su dağıtıcılar ve pompalar bulunmakta. Hatta ilk krank mili bile el-Cezeri’nin buluşu. Yaklaşık 600 yıllık üç boyutlu El-Cezeri portresi, medresede sergilenen en dikkat çekici eşyalardan birisi. Her nerden bakarsanız sanki kabartma yanılgısı oluşturan ve sizin bakışlarınızı takip eden bu muhteşem oyma sanat eseri, günümüz teknolojisinde 3D yazıcı ile belki çok kolay ancak o dönemin zamanını aşan bir derinlikte…
Astronomi, coğrafya ve denizcilik gibi bilimlerin gelişimine öncülük eden pusulanın ilkel versiyonları, ‘yön’ kavramına olan bakışınızı değiştiriyor. Gök cisimlerinin izlenmesi için kullanılan usturlab, gök küresi gibi aletler; göklerin yaratılışında bir çatlak ve düzensizlik(4) aramak yerine, göğü Kandillerle donatanı anlama çabasındaki mütefekkirlerin şahitliğini yapmışlar. Hepsi orada öylece bize bakıyordu. Abbasi döneminde yaşamış Muhammed, Ahmed ve Hasan bin Mûsâ kardeşler de; ilk otomat sistemleri, su dağıtma mekanizmaları, denge sistemleri yapan ve valf mantığını kullanan üç önemli isim. Eğlence amaçlı geliştirdiği makineleri ile tanınan bu kardeşler, Akkoyunlu hükümdarlarına yakın çalışmışlar.
Kâsımiye medresesine gelen turistlerden bazılarının, eserlerin altında yazan anlatıları okurken ‘Amaaan, her neyse işte!’ veya ‘Eee, gördük işte ne oldu şimdi?’ dediklerini kulaklarımla duydum. Anlaşılan, taşların hafızasından fısıldadıklarını onlar işitmemiş; Kâsımiye seküler hayatlarının beklentilerini karşılayacak hazzı onlara yaşatmamıştı.
Medreseden hemen sonra, tarih boyunca Sümerler, Akadlar, Babil, Hitit, Asur, Urartu, Roma, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılara ev sahipliği yapan Mardin’in merkezine geçiyoruz ama önce kısa ve mütevazı bir kahvaltı molası. Mardin tamamen Mazı dağlarının güney yamacında 2-3 km uzunlukta doğu-batı istikametinde kurulmuş ve bulunduğumuz park bu yamacın en alt noktasında. Genişliği nadiren bir metreyi geçen basamaklardan yaklaşık 250-300 adet çıkarak eski Mardin’in merkezine ulaşabiliyorsunuz. Pembe zakkum ağaçlarının sarının her tonundaki taş yapılara bu kadar yakıştığı başka bir şehir görmedim. İlkinin tarihi miladi beşinci yüzyıla kadar dayanan bu evlerin girişleri, mahremiyeti olduğu kadar komşuluğu da önceliyor. İki kişinin selam vermeden o merdivenlerden yürümesi imkânsız gibi. Zaten 10-15 metre ilerlemeden karşımıza çıkan başı kapalı bir teyzenin sıcaklığı da bu tezimizi doğruladı. Eşimi ve çocukları evine buyur eden, hemen yemek ve çay ısmarlamak isteyen, hatta ve hatta yatmak için yer aramamamızı tembih eden bu doğulu kadın, modern zamanlara ait değil gibiydi. Dayanamayıp tek karelik bir fotoğraf aldım bu abladan. Hemen 10 adım sonrasına bir abiyle daha selamlaşır selamlaşmaz, elindeki bardaktan çay yudumlarken buldum babamı. Derken sokak ortasında sohbet muhabbet… Başka komşuları da sesimizi duyar duymaz çıkınca, artık müsaade isteyip uzaklaştık oradan.
Mardin mimarisinin büyük çoğunlukla Ermeni ve Süryani mimarlara ve kalfalara ait olması, şehir üzerinde silinmez izler bırakmış. Özellikle çukurda kalan camiler ve yüksekte kalan Süryani kiliseleri dikkatimi çekti. Süryaniler, Asurî-Hristiyan kökenli ve Aramîlerin torunları. Mardin, Midyat, Nusaybin gibi şehirlerde yüzyıllarca yaşamışlar. İtikadi olarak Süryani Ortodokslar, 451 yılındaki Kadıköy Konsili’ni reddetmiş, Hz. İsa’nın yalnızca ilahi bir tabiata sahip olduğunu savunan monofizit (tek tabiatçı) anlayışı benimsemişler. Bu yönüyle hem Katolik hem Doğu Ortodoks kiliselerinden ayrılıyorlar. Ayin dilleri ise Süryanice imiş. Bağlı oldukları patriklik ise Antakya merkezli. Mardin’de yer alan Meryem Ana Kilisesi’nin arka kapısında, kiliseyi kapatmak üzere olan vakıf görevlisini görünce hemen durdurup rica ettim. Kiliseyi bize gezdirdi ve anlattı. Katolik kiliselerinden farklı olarak, mistik sembollerin ve heykellerin hakikaten çok az olması dikkatimi çekti. İlk defa bir Hristiyan ile tanışan ve fikirlerini dinleyen evlatlarımın gözlerindeki şaşkınlığı görmeliydiniz. Özellikle Hz. İsa ve Meryem (a.s.) hakkındaki görüşlerini ışık hızında öğrenmeye çalışan babacığımın irşad ve tebliğ çabası oldukça samimi olsa da, bu insanların bir vurmada yıkılmayacak zihinsel kodlarla örülü olduğunu unutmamalıyız. Özellikle kurulu itikadlarını konuşurken, sohbetin İsa (a.s.)’ın bir beşer olmadığı gerçeğine dönüşme ihtimalini görüyor ve bu tefekkürden dikkatle kaçınıyorlar. Aynı durumu, Diyarbakır’a geçerken uğradığımız Savur’un Dereiçi (Killit) köyündeki Mor Yuhanon kilisesinde görüştüğümüz Süryani Papaz ile de yaşadık. Bu epistemolojik uyuşmazlığın teorisini birçok kez okuduk, biliyoruz. Yüz yüze konuşmalarda tüm Hristiyanlar, esasında İslam’ın ahlaki esasları ile Hristiyanların günah ve mübah meselelerine bakışını (indirgemeci bir bakış ile) çok yakın olduğunu anlatsalar da ve saygı çerçevesinde ortak bir yaşamın hoşluğunu vurgulasalar da, İslam itikadının yüceliği bariz farkla ortaya çıkıyor.
Geçtiğimiz haftalarda derslerini yaptığımız Âli İmran suresinin zihnimdeki güncelliği dururken gerçekleştirdiğim bu Nasturî diyaloglar gerçekten benim için ayrı bir anlam kazandı. Kur’an’ın neden ısrarla; İsa (a.s.)’ın bir beşer olduğu, Allah’ın oğlu olmadığı, üçün üçüncüsü diyenlerin kâfir olduğu, Müslümanlara en yakınların Hristiyanlar olduğu ve çarmıha gerilerek ölmediği bunun onlara öyle gösterildiği üzerinde durduğunu daha iyi anladım. Çünkü bu onlar için varlık ve yokluk meselesi. Ancak satır aralarında, Süryani Hristiyanların da son yıllarda yaşanan seküler eğilimlerden ve Tarı’nın yeryüzünden kovuluşundan, her türlü değer ve ‘ide’nin şeyleştirilmesinden, umumi ahlaksızlıktan rahatsız olduğunu görebiliyorduk. Belki de tek ortak noktamız burası idi.
Gezi dönüşü okuduğum Guy Harpigny’nin kaleme aldığı ‘Katolik Dünyası’nın İslam’a Bakışı’ isimli makalesinde yazar, özellikle II. Vatikan Konsili’ne kadar Doğu Hristiyan Kiliselerini tek tek ele geçirerek hızlıca Müslümanlaşmasını sağlayan İslam dininin kendileri için yarattığı tehlikeyi gören batı Katolik Dünyası’nın bağlam değişikliğine giderek, ‘misyoner’ odaklı olmaktan çıkıp ‘dinlerarası diyalog’ odaklı olmaya başladığını anlatıyor. Ama kitaptaki(5) bu makalenin sonlarına doğru önemli de bir itirafı var. Yazar bu itirafta Hristiyanlara; ‘İslam üzerine konuşur ve düşünürken, Hristiyan teolojisi içerisinden çıkarak konuşamazsınız. Eğer çıkarsanız bu felsefenin yolunu açar. İslam’ın teolojisi ile de konuşamazsınız. Eğer bunu yaparsanız, İslam’a geçmekten başka çıkar yolunuz kalmaz.’ diye sesleniyor. Sanırım bu cümleler, tartışmadan kaçan Yeni Ahit ehlinin düşüncelerini anlatmamda kâfî gelmiştir.
Mardin’den sonra Midyat sınırlarına geçtik. Mardin’de olduğu gibi burada da çoğunluğu kadınlardan ve kızlardan oluşan bir turist güruhu etrafımızı sarmıştı. Miladi 3. yüzyıldan kalma birçok kilisenin çanlarını, çıktığımız bir konağın (Aynalı Konak) tepesinden izledik. Tam ‘İslam’ın izleri burada neden yok acaba?’ diyecektim ki, o yıllarda yeryüzünde geçerli hak dinin halen İsevilik olduğu geldi aklıma. III.yüzyılda yaşayan mümin kardeşlerimiz, belki de tıpkı bizler gibi düşünen ve Allah’a itaat etmeye çalışan insanlardı.
Burada da konakların, ya anlamdan soyutlanmış birer müzeye ya da mümkün olduğunca fahiş fiyatlardan müşteri avlamaya yarayan birer kafeteryaya dönüştürüldüğünü hazin bir şekilde müşahede ediyorsunuz. Asurlulardan kalma iki katlı mağaranın üzerine inşa edilmiş Ermeni taş işçiliğine ait evler gerçekten muazzam. Bu konaklardan birisi de Yuhanna isimli bir adama ait. Müsaade etti evini gezdik. Buraya 1980’lerde yerleşmiş ama Hollanda’da yaşıyormuş. Adamın avlusunda eski ruhunu kaybetmiş ama mukavemeti yerinde duran taş evine gizli bir gıpta ile bakarken; ‘Bizim ümmetimiz de kendi geçmişine, taşına, toprağına bu kadar sahip çıksa şehirlerin ruhu kaybolmazdı.’ diye düşündüm utanarak… Midyat’tan Diyarbakır’a geçerken, biraz önce de bahsettiğim Dereiçi köyü ve Bismil’e uğrayan yolu kullandık. Yorgunluk ve hüzün de dâhil bir duygu sarmalıyla, kaldığımız mekâna vardık.
Diyâru Bekr ve İbretlik Mekan; Halfeti
Son günümüzü Diyarbakır ve Halfeti için ayırmıştık. Diyarbakır, Müslüman Arapların egemenliği sırasında buraya yerleşen Bekr kabilesi nedeniyle “Diyâru Bekr” (Bekr kabilesinin yurdu) olarak anılmış. 11. yüzyılda yöreye gelen Türkmenler de siyah bazalt taşlardan ötürü ona “Kara Amid” demişler. Modern ulus devletin şekillendirdiği yeni harita, şehirlerin isimlerinden hafızalarını silmekle işe başladı. İsim, sadece bir kelime değil; bir kimliktir, bir çağrıdır. Bu kadim topraklar, Batılılaşma hevesiyle yürütülen bu isim kıyımında kimliğini yitirdi. İlk defa görmek nasip oldu bu şehri. Urfa tarafından şehre girerken oldukça geniş yollar ve iki taraflı dizilmiş plazalar ve iş merkezleri karşılıyor sizi. Bir başkası haber vermese, burasının İstanbul Başakşehir veya Ataşehir’de bir mahalle olduğunu düşünebilirsiniz. Tüm katmanlarda olduğu gibi, Doğu dünyasının da mimari ve şehircilik anlamında köklü bir kimlik değişimi yaşadığı kesin. Şehrin bu yönü ve devasa alışveriş merkezleri, bizim kesinlikle ana ilgi alanımıza girmediği için; bu modern buhrandan kaçıp kadim Diyar-ı Bekr’in dar sokaklarındaki siyah taş dokulu huşu iklimine sığınıyoruz…
İlk ziyaret durağımız, Behrampaşa camii oluyor. Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Arif Edebiyat Müzesi ve Ziya Gökalp müzeleri ve Diyarbakır Dengbêj Evi, haftalık tatillerini yaptıkları için kapalı idi. Görmeyi çok istememe rağmen bir başka ziyarete ertelendi. Kimsenin sokağın başındaki ve sonundakiler dışında kimseyi göremediği daracık eski Diyarbakır sokaklarında bir aşağı, bir yukarı yürüdük. Fakat şehrin bu kısmında dayanılmaz koku ve çöpler, turist yaşamını da, meskûn yerli halkı da çok etkiliyor. Bir zamanların medeniyet beşiği, 33 farklı uygarlığa beşiklik etmiş ve 12 bin yıllık tarihi olan, Yunus, İlyas, Nuh, Şit (selam üzerlerine olsun) gibi birçok peygamberin hayatına dair rivayetler barındıran ve Anadolu’nun ilk camii olması ile ünlü, sünni dünyanın (Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa ve Şam Emevi Camii’nden sonra) beşinci harem olarak kabul ettiği Diyarbakır Ulu Camii gibi bir namazgâha ev sahipliği yapan bu şehrin, İslam’ın ilk emirlerinden birisi olan temizliğe bu kadar uzak kalması gerçekten düşündürücü idi. Camiinin avlusunda siyah bazalt taşlarla, Roma döneminden kalma kilisenin beyaz sütunları, binlerce yıllık dinler savaşını devam ettiriyorlar gibiydi. Avlusundaki tarihi sur sarnıcı ve el-Cezeri’ye ait 800 yıllık güneş saati, zamanı anlatması için sesine kulak verebileceğiniz iki şahit olmuş. Osmanlılar döneminde bir ilim ve kültür merkezine dönüşmüş olan ve o dönem kütüphanesinde bir milyondan fazla eseri barındıran camiinin içinde, dört büyük mezhebe ait dört mihrap bulunuyor. Öğle namazını burada eda ettikten sonra dış avlusuna adımımı attığımda, kulağıma (Allah ona rahmet etsin) Ramazan Pişkin abinin sesi çalındı. Kendisini televizyon ekranlarından ve dijital dünyadan tanıdığımız bu Müslüman kardeşimizi aradı gözler. Mütebessim hali ile hafızalara kazınan bu adamın haklı sesini kesmek isteyen bir kesim, peygamberlere yapıldığı gibi ‘meczup’ yaftasını yapıştırdı önce. Sonra da bu dünyadaki yaşamının yeterli olduğuna karar verenler tarafından Fatih’te bıçaklandı. Ama duası, selamı, vakarı taşlara sinmiş gibiydi. Kendisi bir kul olarak Rabbine verdiği sözde durdu ve şahitliğini ortaya koydu.
Sur içinde bir diğer ziyaretimiz de, eski bir Diyarbakır valisi olan İskenderpaşa’ya ait konağa oldu. Bu konak dışında, birisi şimdilerde Süryani din adamlarının kullandığı ve bir diğeri eski bir Diyarbakır kabadayısına ait iki konak daha gezdik. Valiye ait olan konağı anlatan çocuk o kadar konfor ve lüks detayı verdi ki, şaşarsınız. Çalışmayan köleleri cezalandırdıkları tek kişilik hücre, bizim için çok dikkat çekici idi. Hamam, şarap mahzeni, mutfak, valinin çalışma odası ve bilmem kaç tane daha oda… Gördüğümüz kadarıyla, yapı teknolojisi değişiyor ama insan fıtratında zerre miskal değişme bulamıyordunuz.
Diyarbakır deyince surlarından bahsetmemek olmaz. Yaklaşık 5 km uzunluğunda ve 12 metre yüksekliğindeki surların tarihi MÖ 3 bin yılına kadar uzanıyor. Bizanslılar döneminde son halini alan surlar Artuklular, Akkoyunlular ve Osmanlılar tarafından çeşitli eklemeler ve onarımlar geçirmiş. Surlar, Dicle Nehri’nin batısında yer alan “İç Kale” ve onu çevreleyen “Dış Kale” olmak üzere iki ana kısımdan oluşuyor. Ulu Camii etrafında şekillenen çarşı merkezi, tipik bir Anadolu şehri düzeninde. Surların dışında kalan ve yeni yapılan (özellikle oğlumun çok hoşuna giden) Selahaddin Eyyubi Camii’nin, sur içi yapılardaki estetik ile uzaktan yakından alakası yok. Ulu Camii’nin çehresinin taşıdığı dava sızısı, bu modern mimaride kaybolmuş. Kara bazalt işçiliği yerine alabildiğine beton ve kandil yerine “led” lambalara bezenmiş bu yapıların herhangi bir hafıza taşıması da doğal olarak zor görünüyor. Bahçe avlusunda bir ağaçlık bile yeşil alan yok. Genişliği ve saf uzunluğu ile övünülen bir ibadethane için ne vahim bir tablo!
Diyarbakır’da Meryem Ana Kilisesi ve Şeyh Mutahhar Camii de son iki ziyaret mekânı idi. Bilenler bilir Şeyh Mutahhar Camii’nin minaresi ‘dört ayaklı minare’ olarak meşhur olmuştur. O sırada minarenin altından dua ederek geçen ve bununla şifaya, hayra nail olacağını zanneden seküler turist kafilesi, camiide iki rekat namaz kılıp Allah’a yalvarmak yerine; şirk ile folklor arasına sıkışmış bir din icat ediyor. Modern akıl yeni sürüm şirklerini üretiyor. Akıl ve nakli buluşturmayan her söylem, buhurdan kokan bir cehalete dönüşüyor. Dualar bile turist rehberinin ağzından çıkan ortak şamatalara indirgenmiş… Anlayacağınız, üç ilde de gördüğümüz manzarada bir değişiklik bulamadan Halfeti’ye doğru yol alıyoruz.
Halfeti’nin tarihi MÖ 2000’lere, Hititler, Asurlular, Babiller, Medler, Persler ve ardından gelen Makedonya Krallığı, Seleukoslar, Osrhoene Krallığı, Roma ve Bizans gibi büyük güçlerin izlerine kadar uzanıyor. 1290 yılında Memlük Sultanı Eşref tarafından fethedilip Kal’at-ül Müslimin ismi verilen şehir, Osmanlı döneminde Rumkale adıyla anılmış. 2000 yılına kadar tüm dokusunu koruyan bu bölge, enerji üretimi ve sulama amacıyla Fırat Nehri üzerine inşa edilen Birecik Barajı’na kurban verildi. Bu barajla yalnızca suyu değil, geçmişi de topladılar ardında. Nehrin kıyısındaki eski evler, çocuk çığlıklarının çınladığı sokaklar, ezanla çan sesinin iç içe geçtiği sabahlar… Hepsi ‘kalkınma’ uğruna yutuldu. Çünkü modern devlet, hatırlamaktan çok unutmayı severdi. Bir milletin asırlık suskunluğunu bastırmak istercesine, toprağın damarlarına beton döktüler. Bin yıllık taşların, solgun bir hafıza gibi yüzeye vurduğu Halfeti, nihayet suskunluğun kendisine dönüştü. Su yükseldikçe tarih boğuldu, zamanın dili ıslanmadan susturuldu.
Halfeti üzerinde şimdi, ‘akşamları şarap eşliğinde gölü izleyebileceğinizi duyuran bir anonsun yapıldığı’ vapur turları düzenleniyor. Kalabalığın hoyratlığından kaçıp Halfeti’nin mazisinde zihnime küçücük bir alan açmaya çalıştığım bir an, çalan müziğe dansla eşlik eden başörtülü bir kadıncağıza çarpıyor gözüm. Yanında kocası da oynuyor. Bu topraklar, geçmişin izlerini taşırken bize yalnızca estetik bir manzara değil, ahlakî bir uyarı da sunmalıydı. Kur’an “ibret alın” derken, biz bu ibret mekânlarını seyirlik kıldık. Yeryüzü harabelerinde değil, harap olmuş yüreklerde aramalı artık hakikati.
Dönüş yolunda bir Müslüman olarak, yeryüzünün kim bilir kaç kez medeniyet birikimini kaybedip yeniden inşa ettiğini aklıma getiriyorum. Geliştirdiği teknoloji sayesinde, sarsılmaz yıkılmaz bir iktidara sahip olduğunu zanneden cahil insan; “Yeryüzünde dolaşıp da, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden (sayıca) daha çok, daha kuvvetli ve yeryüzündeki eserleri bakımından daha üstün idiler. Ama onların kazandıkları kendilerinden bir şeyi savamadı.”(6) ayetine muhatap olabilse idi, bu dünyadaki vazifesini de anlayacaktı.
1 Bu başlıkta Kehf suresi 21. ayetten ilham alınmıştır.
2 Enbiya suresi 54. ayet
3 Enbiya suresi 64. ayet
4 Mülk suresi 4. ayet
5 İslam İnancının Tezahürleri, Mahya Yayıncılık, (216 sayfa), 2024, İstanbul.
6 Mü’min suresi 82. ayet
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *