Küfre Paralel Siyasetle ‘Duruş’ Olmaz

Küfre Paralel Siyasetle ‘Duruş’ Olmaz

Geçmişten günümüze, yeryüzünde istedikleri gibi büyüklenerek bütün hayata şekil vereceklerini sanan müstekbirler, “Rabbimiz Allah’tır” sözünün özetlediği müminler topluluğunu, iki önemli yöntemle diz çöktürmeye, duruşlarını kararsızlaştırmaya çalışmışlardır.

Birincisi, tarih boyunca ve bugün on dokuz aydır Gazze’de olduğu gibi çok vahşi misallerine tanıklık ettiğimiz fiili zulüm politikalarıyla yok etmeye, teslim almaya çalışmaktır. İkinci yöntem ise, bu birincisi mümkün olmuyorsa “sağdan yanaşarak” yönlendirmeye, tevhidî niteliğinden uzaklaştırmaya çalışmaktır. Nitekim Kitab-ı Kerim’den ve siyer bilgilerinden öğrendiğimize göre Rasulullah (a.s.)’ın sahabesiyle birlikte yürüttüğü risalet günlerinde bu durum birebir yaşanmıştır. Baskı ve fiili zulümle sonuç alamayan Mekke zorbaları, Rasûlullah ve arkadaşlarını uzlaşma teklifleriyle teslim almayı akıllarından geçirmişlerdir.

Tabii ki zorba müşrikler sert kayaya çatmışlardı. Sabır ve salatla bir dağ gibi Rabbani ilkelere harfiyen bağlı kalarak davasını yürüten Rasûlullah ve o ilk Kur’an neslini hiçbir baskı ve tedhişin sarsamayacağını öğrenmek müşriklere pahalıya mal olmuştu. Kaba tabirle, kafirlerde bir ‘numara’ olmadığını ortaya çıkaran, Allah’ın izniyle bütün meşakkatlere sebatlı şekilde karşı koyan Rasûlullah olmuştur. İnsanlık tarihi hep bu minvalde cereyan edegelmiştir. İnsanlığın bir kısmı hakkın şahitleri, bir kısmı da hakka ve hakikate düşmanlık eden sefihler olmuştur. Sefihlerin her zaman sayısal çoğunlukta olmaları hakikat namına bir anlam ifade etmemiş ve etmeyecektir.

Türkiye’de de hayatın akışı bu genel yasanın haricinde ve bu ülkede yaşayanlara ‘özel’ değildir. 28 Şubat darbesi ve onun ürünü olan AKP süreci yukarıda özetlemeye çalıştığımız hak-batıl mücadelesinin yeni bir sürümünden ibaret olduğu gibi, İslam coğrafyasının her noktasında yaşanan olayların da izahı budur. 7 Ekim 2023 gününden bu yana Gazze (Filistin) ve 8 Aralık’tan bu yana Suriye özelinde yaşananlar, bunlar üzerine biraz daha eğilmeyi gerekli kılmaktadır.

Siyonist işgal rejiminin Batı Şeria’da hiçbir sınır tanımayan yerleşim politikaları/yayılmacılığı, Kudüs’ün statüsünün değiştirilmesi ve Mescid-i Aksa’nın mekânsal ve zamansal olarak bölünmesi plan ve çabaları malumdur. Bütün Müslüman aleminin “İbrahim Anlaşmaları” adı altında bu gasp ve işgal rejimiyle normalleşmesi, böylece zapturapt altına alınarak, ağyara karşı kımıldayamaz, hareket edemez hale gelmesi istenmektedir. 7 Ekim 2023 günü estirilen Aksa Tufanı, bu kuşatmaya karşı Hamas’ın haklı ve güçlü tepkisini ifade eden bir ‘yarma’ hareketi, gerçek bir kıyamdı. Aynı gün, ilk şoku atlatmaya çalışan Siyonist rejim yetkilileri Gazze’yi ve direnişi yok etme tehditleri yaparak, doğrudan sivilleri hedef alan hava saldırılarına başlamışlardı.

ABD ve Avrupa ülkelerinden oluşan Batı kampı hiç vakit kaybetmeden Siyonist rejime güçlü desteklerini açıklamışlar ve “İsrail’in yanında yer alacaklarını” bir haçlı ordusu edasıyla beyan etmişlerdi. Siyonist rejim her gün katliamların dozunu biraz daha artırırken ABD de kargo uçakları ve gemilerle ağır silah sevkiyatını başlattı. Kısa süre içinde uçak gemilerini Doğu Akdeniz’e sevk ederek, Siyonist rejimin Gazze’yi yok etme hedefinin paydaşı oldu. Tarihin en ağırı olarak kayda geçen bombardımanların yanı sıra kara harekâtı başlatıldı ve “Bunlar hayvan. Bunlara yiyecek, su, elektrik vermeyeceğiz” açıklamaları eşliğinde 17 yıldır uygulanan ambargonun en ağırlaştırılmış haliyle, Gazze yok edilmeye, teslim alınmaya çalışıldı. Aradan yirmi ay geçti, katliamlar tam anlamıyla bir soykırıma (genosit), onun da ötesinde holokosta (yakarak yok etmek) dönüştü. Gazze’de bombalanmayan tek karış toprak parçası, neredeyse yıkılmayan bir ev kalmadı, onlarca kara harekâtı yapıldı. Gazze’nin üzerine bomba, kurşun, açlık ve ölüm yağmaya devam etmektedir ama sevindirici olan şu ki, tüm bunlara rağmen Gazze direnişinde bir gevşeme olmamış, Gazze halkına diz çöktürülememiştir. Bundan dolayı Allah’a ne kadar hamd etsek yine de azdır.

Üzerlerine düşmanın yağdırdığı kin ve öfke Gazze halkını “Rabbimiz Allah’tır” sözünden caydıramamıştır. Gazze teslim olmuyor, teslim alınamıyor. Bilakis Gazze teslim alıyor tüm pas tutmuş yürekleri. Hozan yüreklerde şimşeklerin çakmasına sebep oluyor Gazze. Bu yönüyle de hepimizi, tüm Müslümanları ve tüm insanlığı sarsıyor, güzel bir örneklikte bulunuyor.

Gazze direnişi ve halkının yanı sıra Yemen’de Ensârullah hareketi ve Yemen halkı da “Rabbimiz Allah’tır” bilincinin bir başka örnekliğini sergilemekte, Gazze ile dayanışma niyetiyle çağın Firavun’u ABD ve şürekası İngiltere ve onların beslemesi Siyonist işgal rejimiyle amansız bir savaşa tutuşmakta, küresel kapitalizm için hayati öneme sahip Babul Mendeb boğazını bloke ederek zalimleri aciz bırakmaktadır.

Diğer taraftan Suriye’de İdlib merkezli muhalefetin öncülüğünde altmış bir yıllık Esad diktasını yıkarak, Rusya’ya kaçan Esad’dan boşalan iktidarın ele geçirilmesi Sünni dünyada ‘Suriye’de devrim’ olarak algılanmış ve Emeviye meydanında bayram sevincine dönüşmüşse de gerçeğin öyle olmadığı her geçen gün daha da netleşmektedir. Esad’dan arındırılan Suriye’ye ivedilikle İsrail yerleşmiş, Suriye’nin bütün stratejik noktalarını bombalamış, Golan Tepelerine çökmüş, Şam’a yirmi beş km. yaklaşacak kadar burnunu Suriye’ye sokmuştur. Dünya kamuoyuna Suriye’de ‘devrim’in Türkiye’nin öncülüğünde yapıldığı söylemi yayılmış, ABD Başkanı Trump, duymadık hiçbir sağır sultan kalmamacasına bu işin ‘faziletini’ Cumhurbaşkanı Erdoğan’a atfetmiş, Erdoğan’ı yücelttikçe yüceltmiştir. Trump’ın bu centilmenliğini gören herkes, Suriye sahası özelinde gelecek birtakım faturaların kesilmek üzere olduğunu anlamış olmalıydılar. Nitekim çok geçmeden beklenen oldu. ABD Başkanı Trump Riyad’da Prens Muhammed b. Selman’ın ev sahipliğinde Suriye’nin iliştirilmiş Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’yı karşısına oturttu, kendisine ödevini bizzat verdi. Trump’ın Şara’dan istekleri şunlardı: 1. Ahmed Şara İsrail’le İbrahim anlaşmalarını imzalayacaktı. 2. ‘Yabancı teröristleri’ ülkesinden defedecekti. (‘Yabancı teröristler’ kim derseniz, bunlar PYD, SDG filan değildi, Hamas ve İslami Cihad benzeri, İhvan-ı Müslimîn uzantısı olan Müslüman gruplardı) 3. Filistinli teröristleri sınır dışı edecekti. 4. DEAŞ’la mücadele adı altında ABD’nin Suriye içinde yapacağı operasyonlara izin verecekti. 5. DEAŞ’lı mahkumları devralacaktı. 6. İran Devrim Muhafızları Ordusunu terör örgütleri listesine alırken, Lübnan sınırını da kontrol altına alması vd. gerekiyordu.

Trump böylece Suriye ile aralarında normalleşmenin başladığını söyledi. İsrail’le kim normalleşirse, ABD ile normalleşmiş oluyordu. Ya da ABD ile normalleşen İsrail’le de normalleşmiş sayılıyordu. Trump bütün bu ödemeleri, Suriye’ye yönelik yaptırımları kaldırmalarının bedeli olarak istiyor, adını da “yeni bir başlangıç için fırsat verdik” diye koyuyordu. O bir ‘tanrı’ idi ve Suriye devriminin lideri, yıldırım hızıyla hızlandırılmış sürecin sonunda Cumhurbaşkanı olan Şara’nın şahsında Suriye’ye bunları lütuf olarak veriyordu. Lütuf karşılığında kullardan da ‘kulluk’ bekleyecekti. Nitekim dersini iyi bellemiş olan Şara gecikmeden, ABD’li şirketleri Suriye’deki petrol ve doğalgaz sektörüne yatırım yapmaya davet etmişti.

Trump’ın Muhammed b. Selman ve Ahmed Şara ile görüşmesine Cumhurbaşkanı Erdoğan çevrimiçi olarak katıldı. Trump Erdoğan’ı çok seviyor, Erdoğan da Trump’ı. Erdoğan Trump’ı her andığında ‘aleyhisselam’ der gibi, ‘dostum’ demeyi ihmal etmemektedir. Peki bu dostluk ne anlama gelmektedir? Dostluğun anlamı oldukça açıktır. Trump Suriye Cumhurbaşkanına “İbrahim anlaşmasını imzala!” derken Erdoğan’ın buna herhangi bir itirazı bulunmamakta, bilakis Türkiye’nin bütün nüfuzunu kullanarak desteklemekte, onay vermektedir. Yani göründüğü kadarıyla Şara’nın imzalayacağı İbrahim anlaşmalarının garantörü de Erdoğan olmaktadır.

Bu arada şu hususu aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir: ABD Başkanı Gazzelileri Gazze’den sürme planından asla vazgeçmiş, unutmuş ya da kararsızlığa düşmüş değildir. Dolayısıyla gerek Suriye’nin ithal ikame yeni yönetimi, gerekse Türkiye’nin bu plana uyumlu hareket etmesi ABD’nin arzusudur. Her iki yönetim de ABD’nin bu niyetini çok iyi bilmektedirler. Şu anda Suriye’de oynanan satranç ve kurulan düzende Ahmed Şara liderliğindeki yeni Suriye yönetiminin ABD-İsrail-İngiltere’ye (ve diğerlerine) herhangi bir sorun çıkarmaması sigortalanmıştır. Bu sigortayı, Allah’ın izniyle ve imanlarından alacakları güçle mümin topluluklardan başka attıracak hiç kimse yoktur. Batı işbirlikçisi, zamana ve zemine göre kullanmak üzere yanından hiç ayırmadığı maskelerle dolaşan faydacı liderlerden ne Suriye, ne Gazze, ne Filistin ne de kendi ülkeleri herhangi bir hayır görmez.

Bölgede özellikle Trump’ın 13-16 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirdiği Suud, Katar ve BAE ziyaretleri sırasında ve sonrasında yaşananlar, öncesinde de Yemen’de Ensârullah ile ateşkes anlaşmasına varıp, Siyonist rejimin askeri müdahale talep ve arayışının aksine İran’la da müzakerelere başlaması, yeni bir bölgesel tanzim çabasını açık şekilde ortaya koyan gelişmeler oldu.

Evet, kendini tam olarak ilah makamında gören ABD’nin bölgede yeni arayışlar içinde olduğu sır değildir. İslami direnişe boyun eğdiremeyeceğini gören ABD, Körfez Arap rejimleri ve Türkiye ekseninde yeni bir bölgesel düzenleme politikası içerisine girmiş bulunmaktadır. Bunda şaşılacak bir taraf bulunmamaktadır. Küçük şeytanın işi küçük, büyük şeytanın işi büyük olacaktır. Kendi bölgesel çıkarlarını koruyup devamlılığını sağlamak ve Aksa Tufanı harekâtıyla varoluş ve meşruiyet krizine girmiş bulunan Siyonist rejimi güvence altına almak maksadıyla bu ülkelerin nüfuzunu kullanarak bölgede yerleşik olan “Amerikancı eksen”i tadilattan geçirmek istemektedir.

ABD Büyükelçisinin Yaydığı Mesaj

Trump’ın ziyareti sonrası ABD-Türkiye-Suriye ekseninde yoğun bir diplomatik temas yaşanmaya devam etmektedir. 20 Mayıs günü Washington’da Türkiye ile ABD arasında gerçekleştirilen “Suriye Çalışma Grubu” toplantısı ile ABD’nin yeni Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack’ın Suriye Devlet Başkanı Ahmed Şara ve Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybani ile Türkiye’de yaptığı görüşme, bu diplomatik çabalar arasında öne çıkan gelişmelerdir. Söz konusu görüşme sonrası Büyükelçi Thomas Barrack’ın, bir twit atarak bir asır öncesinin bölgeye yönelik İngiliz-Fransız emperyalist paylaşım planı olan Sykes-Picot anlaşmasını gündeme getirip eleştirmesi, dikkat çekici bir gelişme oldu. Barrac twitinde şöyle demekteydi:

“Batı, bir asır önce haritalar, manda yönetimleri, çizilmiş sınırlar ve yabancı yönetimler dayattı. Sykes-Picot Suriye’yi ve daha geniş bir bölgeyi barış için değil emperyal kazanç için böldü. Bu hata nesillere mal oldu. Bunu bir daha yapmayacağız. Batı müdahalesi dönemi sona ermiştir. Gelecek, bölgesel çözümlere, ortaklıklara ve saygıya dayalı bir diplomasiye aittir. Başkan Trump’ın 13 Mayıs’ta Riyad’da yaptığı konuşmada vurguladığı gibi, ‘Batılı müdahalecilerin Ortadoğu’ya uçarak, nasıl yaşanacağı ve kendi işlerinizi nasıl yöneteceğiniz konusunda dersler verdiği günler geride kaldı. Suriye’nin trajedisi bölünmüşlük içinde doğdu. Suriye’nin yeniden doğuşu saygınlık, birlik ve halkına yatırımla gerçekleşmelidir… Türkiye, Körfez ülkeleri ve Avrupa ile beraberiz -bu kez askerler, nutuklar ya da hayali sınırlarla değil, Suriye halkının kendisiyle omuz omuza duruyoruz.”

Ardından gelen bir başka twitinde büyükelçi Thomas Barrack, “Eski bir sözü tekrarlamak gerekirse: Ortadoğu bir ziyafet gibidir; ya misafir listesindesinizdir ya da menüde. Misafir listesinden düşmek kolaydır, ancak menüden çıkmak zordur.” demekteydi. ABD Büyükelçisinin twitinden büyük umutlara kapılmamak gerekir. Oysa bu söz daha şimdiden ABD hakkında iyimser yorumları tetikledi bile. ABD Başkanı’nın siyaseti, Gazze ile ilgili kanaatleri ve İsrail’e olan koşulsuz desteği ortadayken, onun atadığı Büyükelçi’nin sözlerinden umuda kapılmak tutarlı olmaz. Büyükelçi Sykes-Picot anlaşmasını hatırlatarak, bunu bir daha yapmayacağız demekte ve batı müdahalesinin sona erdiğini söylemektedir. Yakın gelecekte bu konular da vuzuha kavuşacaktır.

ABD Büyükelçisinin sözleri ABD siyasetinde bir dönüm noktasını haber vermiş olsa bile Müslümanlara düşen, çağdaş haçlı ordularının şefkatine bel bağlamak değildir. İslam ümmeti düştüğü yerden kalkmalı, Allah’ın ona layık gördüğü izzeti yeniden elde etmeli, zilletle geçirdiği asırlarından dolayı Allah’a tevbe etmelidir.

Okumalarımız bize şu düşünceyi telkin etmektedir: ABD evet yeni bir dönem başlatmak istemektedir. Bu, İsrail’in güvenliğini daha da pekiştiren, Arap rejimlerinin Trump’a körpe kız çocuklarına saç dansı yaptıracak kadar alçalmalarının devam ettiği, Türkiye’nin ABD ve NATO’da bir sorun çıkarmadığı, cihadçı İslamî grupların -sözde- İslamî rejimlerce engellendiği bir düzen olacaktır. Bu cümleden olarak Trump’ın yönettiği ABD’nin mesela Türkiye ile çatışmayı göze alabileceğini sanmamaktayız. Bunun yerine, karşılıklı ‘dostluk’ ilişkisi içinde işler yürütülecektir. ABD ile dostluğun ise Müslüman lisanında ne anlama geldiğini her Müslüman iyi bilir.

Thomas Barrack Suriye halkıyla omuz omuzayız derken, Ahmed Şara yönetimi ABD için, gassalın önündeki meyyit misali tam itaat edip de oyunu kuralına göre oynadığı sürece böyledir ve böyle olmasını istiyoruz demiş olmalıdır. Büyükelçi’nin mesajlarından zıplayarak, sözü Türkiye’nin gücüne ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etkili siyasetine getirmenin de fazla inandırıcılığı yoktur. Türkiye’nin gücü elbette vardır ve bölgede oyun kurucu ülke olabilecek çaptadır fakat önemli olan bu gücünü kullanıp kullanmadığıdır. Türkiye gerek bölgede gerekse Gazze ve Suriye özelinde ABD-İsrail ekseninde hareket etmektedir. Görünen o ki yeniden tanzim edilmek istenen bölgenin bu “soft işgal” stratejisinde başat aktörlerden biri olarak Türkiye’ye çok önemli rol biçilmiştir. Hatırlanacağı üzere 7 Ekim Aksa Tufanı’nın hemen öncesinde ve Siyonist rejimin Nablus’ta katliamlar yaptığı günlerde Türkiye ile Siyonist rejim arasında New York’taki BM zirvesi sırasında Türkevi’nde bir temas olmuş ve orada heyetleriyle birlikte “samimi bir ortamda” görüşme yapan Erdoğan ve Netanyahu, Doğu Akdeniz’deki “İsrail gazının” Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmasında ve karşılıklı ziyaretleşmekte mutabık kalmışlardı.

Aynı günlerde Suud’la Siyonist rejim arasında normalleşme görüşmeleri yapılmakta ve bu konuda önemli mesafe alındığı ifade edilmekteydi. Tüm bu ihanet süreçlerini Allah’ın izniyle akamete uğratan da Aksa Tufanı tokadıydı.

Bu arada Trump’ın bölge ziyareti öncesi Yemen Ensârullah hareketiyle yaptığı çatışmasızlık anlaşması ve bölge turunda İsrail’i ziyaret etmemesinden, Netanyahu’ya mesafe hatta tavır koyduğu anlamını çıkarmak da aceleci ve hikmetsiz bir yaklaşım olarak görünmektedir. Trump Netanyahu’ya “makul olmalısın!” derken, ona olan tavrının şifrelerini de vermişti. Yirmi aydır hiç durmadan savunmasız insanları katleden katil bir başbakan elbette ABD’nin gözünde de yıpranmış bulunmaktadır. Netanyahu şu anda kötü polistir. ABD Başkanı Gazze için ‘iyi polis’i bulma çabasındadır. Siyonist işgal rejimi -daha önce Mavi Marmara anlaşmasında olduğu gibi- bir kez daha “ak”lanacak ve bize “Netanyahu tukakaydı, ‘İsrail’ ise çok cici” propagandası bizzat iktidar temsilcileri ve medyası eliyle yapılabilecektir. Unutmayalım ki 17 Ocak’ta Netanyahu’ya baskı kurarak ateşkes temin eden, Mart ayının başından itibaren yaptığı “Gazze’yi cehenneme çeviririz”, “Gazze bizim olacak, orayı Ortadoğu’nun rivierası yapacağız” gibi tehditkâr ve işgale dönük açıklamalarla Siyonist rejimi yeni saldırılara teşvik ederek 18 Mart günü ateşkesin bozulmasına yol açan da Trump idi. ‘İyi polis’ Trump Gazze direnişi ve halkının bu soykırım saldırılarıyla teslim alınamayacağını anlamış olmalı ki Arap ülkeleri ve Türkiye üzerinden anlaşmalar yoluyla Gazze direnişi ve Filistin dâvâsına çerçeve çizme arayışına girmiş görünmektedir.

Seçim kampanyası sürecinde ve seçildikten sonra yaptığı açıklamalarda İsrail’in bölgeye askeri hakimiyetini savunan bir yaklaşım ortaya koyan ve tıpkı ilk döneminde Golan Tepeleri konusunda yaptığı gibi bu döneminde de Batı Şeria’da Siyonist rejimin işgal ve ilhakını tanıyacağı ifade edilen Trump, Gazze halkı ve direnişinin kararlılığı karşısında bunun mümkün olmadığını da anlamış olmalıdır. Trump’ın yeniden ilk dönemindeki “İbrahim Anlaşmaları” stratejisine yönelmiş olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Arap rejimlerine yaptığı ve üç trilyon 200 milyar dolar haraç toplamakla neticelendirdiği ziyaretinde de bu stratejinin altyapısı oluşturulmuştur.

Sözün özü, ABD Başkanı, akamete uğrayan bu hıyanet sürecini yeniden diriltmeyi amaçlamaktadır. İşte bu yeni dönemde Suriye de bu sürecin bir parçası kılınmak istenmektedir. “Yeni Amerikan ekseni” nakış nakış işlenmeye devam etmekte, Türkiye de o eksende yerini almaktadır.

17 Ocak’ta yapılan ateşkesten birkaç gün sonra (21 Ocak) Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Başkanı Nail Olpak’ın, “ateşkesin kalıcı olması halinde Türkiye’nin İsrail ile ticareti yeniden başlatabileceği” yönündeki sözleri, muhtemel yeni bir ateşkes sonrası “normalleşmenin” ve Siyonist rejimi “ak”lama yönünde propagandalar yapılmasının uzak bir ihtimal olmadığının açık bir karinesi olsa gerektir. Nail Olpak’ın “İsrail ile ticareti yeniden başlatabileceği” sözü bizde, sanki İsrail’le ticaret tamamen sonlandırılmış gibi bir algı oluşturmamalıdır. Bakü-Ceyhan boru hattından Ceyhan’a kadar petrol akıtılmakta ve orada tankerlere yüklenerek İsrail’e sevk edilmektedir. Türkiye bu ticaretten varil başına 1 dolar 27 cent kazanmaktadır. İsrail’e giden tankerler petrol götürmekte, gelirken de Gazze Müslümanlarının kanını getirmektedirler diye de özetleyebiliriz bu ticareti. Liman ve karayollarında Siyonist lojistik şirketleri Zim ve Maersk cirit atmaktadır. Tabii ki önemli olan başkanların itibarıdır…

İktibas Dergisi, Haziran ayı yorumu, sayı 558

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *