İvedi olarak Türkiye’deki Müslümanların da iktidarın da yönünü/yüzünü/kıblesini Allah’a ve Rasulüne çevirmesi gerekmektedir. Tüm kâfirler birleşmiş iken; Müslümanların tefrika icat etmeye ayıracak zamanı yoktur. Kitabın ‘mehcur’ bırakılmasını kâinat artık kaldıramamaktadır.
Ali Durmuş
“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a, Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da (düşmanınıza karşı) size yardım eder. (Kendinize itimadınızı artırır, ordunuzu güçlendirir, devletinizi ayakta tutar, itibarınızı yüceltir.) ve ayaklarınızı kaydırmaz”[1]
Muhammed Suresi 7. ayet
Ulus devletler, teknolojinin baş döndürücü hızının da etkisi ile enformasyon çağının gösterdiği mecburi istikamete doğru sürükleniyor. Yeryüzü, içinde bulunduğu adaletsizlik ve hayâsızlığı artık taşıyamaz hale gelmiş durumda. Gün geçmiyor ki, dünyanın bir ucunda kendi halinde sessiz sedasız yaşamaya çalışan herhangi bir halk, büyük siyasi hesaplaşmalara ve iktisadi çıkarlar uğruna gözyaşı ve acıya boğulmasın. Soğuk savaş dönemindeki kapitalizm-sosyalizm kutuplaşması yerine artık çok sayıda kutup ve çıkarlar var. Bütün bu hengâmenin arasında Türkiye gibi bir ulus devlet de, geçmiş müktesebatını bir kenara bırakarak (aklı sıra şark kurnazlığına başvurup) dört elle fetişleştirdiği ‘ulusal çıkarlar’ın peşine düşmüş durumda. Bu pragmatizm putu sayesinde; teşehhüd miktarı dert edindiği Filistin davasını bir kenara bırakıp ABD başkanına ‘dostum’ diyebilmeyi, İbrahim anlaşmaları ile aynı masaya oturduğu bir ülke ile ticarette yiyip içip Hamas ve onurlu Gazze halkı ile birlikte ağlamayı Allah ve Rasulü’nün önüne geçirmek, bu ülkede reel politiğin vâcibidir. Konular değişse bile, bu gelenek eskiden beri böyledir. Geçtiğimiz ay yine uluslararası arenada garbın arsızlığı ile; ekonomik, siyasi, askeri bin bir türlü iç karatıcı plan ve tezgah çevrildi. Türkiye siyasetini doğrudan/dolaylı etkileyen bu gelişmeler üzerine mütalaalarımı sizinle paylaşmak istedim.
TÜRKİYE’NİN ÖZGÜRLÜĞÜ İSRAİL’İN RAHATSIZ OLDUĞU YERDE BİTER
08 Aralık 2024 tarihi, Suriye devletinin siyasi yapısında yarattığı köklü değişikliklerin dışında, dünya siyasetinin dengelerinde de ciddi değişiklikler yapacak gibi gözükmektedir.
Tüm kamuoyunun da bildiği gibi, Netenyahu (bir rivayete göre zaten Nisan ayı sonuna doğru yapacağı ziyareti, baş şeytanın talebi ile öne alarak) 07 Nisan 2025 tarihinde ABD’ye gitti. Bazı gazetecilerin verdiği bilgilere göre[2] Netanyahu’nun ajandasında; (İsrail istihbaratı dinlemelerinden gelen raporlara göre), ‘Hamas İsrail’e büyük bir saldırı düzenlemek için İran’dan 500 milyon dolar para talep etmesi’ karşısında alınacak önlemler, dürzi azınlıklarla ilgili İsrail’in ABD’den talepleri ve Türkiye’nin Suriye’de üs kurma girişimlerinden İsrail’in duyduğu endişeler gibi konular yer alıyormuş. Ancak bütün bu meselelerle yeter düzeyde ilgilenmeyen Trump, Netanyahu’yu hayal kırıklığına uğratmış. Çünkü Netanyahu’nun bütün ABD hazırlığını, muhtemel bir İran saldırısını Trump ile birlikte planlamak/konuşmak üzere yaptığı söylentisi var. Görüşmenin başında İsrail heyetinin Suriye’de Türk siperlerinden duyduğu rahatsızlığı dile getirdiği sırada, Trump’ın; ‘Şu Türkiye meselesini bir konuşalım’ dediği ve 05 Nisan tarihinde ABD’nin 50 eyaletinde 1.200 farklı noktada düzenlenen ve Trump’un Gazze’den elini çekmesini isteyen protestoları kastederek; ‘Sizin Gazze’de yaptıklarınızın faturası bana kesiliyor. Aylardır siz Gazze gibi üç karış toprağa bomba yağdırıyorsunuz, rehineler halen bulunamadı ve daha bizden askeri mühimmat istiyorsunuz. Bu sürdürülebilir bir şey değil. Makul olun ve bir an önce müzakere masasına oturun’ dediği de gelen rivayetler arasında. Gazze meselesi bu yazımının ana iskeletini oluşturmadığı için bu kısmı burada bırakalım.
Beyazsaray’da gerçekleşen Netanyahu-Trump görüşmesinde dikkatleri çeken bir diğer husus da, Trump’ın kameralar önünde Erdoğan’la olan ilişkisini överek, ‘Onu seviyorum, o da beni seviyor. Erdoğan 2000 yıldır kimsenin başaramadığını başardı.’ demesi oldu. Belki de iktidarın ‘hınk deyici’ medya evliyaları haricinde hiç kimse bu sözcükleri övgü göstergesi olarak algılamadı. ‘Bayram değil seyran değil, bu adam Erdoğan’ı neden övdü?’ denebilecek düzeyde garipsenecek bu konuşmada, Trump esasında Rahip Brunson olayında Türk ekonomisine yaptığı tehditleri ve Erdoğan’a yaptığı hakaretleri hatırlatacak kadar ciddi idi. ‘O zaman yaptım, İsrail ile Suriye’de anlaşamazsan yine yaparım’ mesajını alması gereken birisi vardı; muhtemelen o da aldı… Almış olması muhtemeldir ki, bu olayın üzerine tek söz etmedi. Basın toplantısında Trump’ın, Erdoğan ile aralarında geçen konuşmada Esed rejiminin devriliş hikâyesini anarken; ‘Tebrikler, 2000 yıldır kimsenin başaramadığını başardın. Suriye’yi de ele geçirdin!’ demesine mukabil Erdoğan’ın, ‘Hayır, ben almadım’ demiş olmasını, Erdoğan’ın bir mütevazılık göstergesi olarak okuyan okusun. Ancak bunun böyle olmadığını Trump’ın; ‘Ooo tabii, tabii… Tamam sen öyle diyorsan ve bunu söylemek istemiyorsan anlarım, sen almadın hadi, tamam…’ diyerek yaptığı istihzadan ve garp arsızlığından görebiliyoruz. Bu gayrı ciddi diplomasi dilinin dışında, Antalya Diplomasi Forumu’nda Türkiye’nin Suriye’deki rolünün göründüğünden daha fazla ‘ABD güdümlü’ olduğunu ispatlayan ve Erdoğan’ı Suriye’de küme düşüren bir gelişme daha yaşandı.
Columbia Üniversitesi Sürdürülebilir Kalkınma Merkezi’nin direktörü ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı’nın başkanı ve (Kofi Annan ve Ban Ki Moon gibi) birçok siyasinin ekonomi danışmanlığını yapmış olan Jeffrey Sachs, 11-13 Nisan 2025 tarihlerinde düzenlenen Antalya Diplomasi Forumu’nda; ‘Esad’ın devrilme fikrinin Obama zamanında ortaya çıkmış bir fikir olduğunu ve bölgedeki cihatçı gruplara (iktidara oturtulan HTŞ dâhil) destek verilerek İsrail’in istediği yedi savaştan (İran hariç) altısının çıkartılmasının başarıldığını’ birinci ağızdan itiraf etti. Üstelik bunu Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın finansmanı ile düzenlenen bir forumda yaptı. Bu itiraf, sosyal medyada akıl sahipleri üzerinde büyük bir etki yarattı. Birçok kez paylaşıldı. Hatta bir grup İslamcı haklı olarak; sünni-şii çatışmalarını örnek göstererek İran’ın İsrail ile ortak hareket ettiğini iddia edenlere, İslam dünyasının en büyük düşmanının İran olduğunu söyleyenlere ve ‘Suriye’deki muhalefet üretilmiştir’ tespitini yapan basiret sahiplerine bunak şebbihacı hakaretini yapanlara ateş püskürdü. Ancak İran’a haksız ithamlarda bulunan bu tayfanın yüzleri dahi kızarmadı. Sachs’ın bu itirafı hızlıca kapatılmaya çalışıldı. Bir kısım muhafazakâr, Sachs’ın her şeyi ABD’nin gücü ve otoritesine bağlayan tavrından rahatsız olunması gerektiğini ve bazı başarıların(!) üstünün örtülmeye çalışıldığını iddia etmesinin de doğru bir okuma olmadığı aşikâr. Sachs’ı, vicdanların sesi ve ABD’nin gerçek yüzünü ortaya döken adalet sahibi birisi olarak görenler de cabası!
Oysa Sachs gibi Batı aklının en iyi temsilcilerinden olan bir adamın, ABD’ye kökten bir eleştirisi olamazdı. Bu çıkışıyla da Müslümanların ve mazlumların değil, demokrasinin yanında yer aldığını gösterdi. Sachs, ABD’nin zorla ‘demokrasi götürme’ oyununa esastan değil usülden karşı çıkmıştı. Fakat bu itiraf bile, Suriye’deki devrim(!) ve operasyonun başarısının Erdoğan’a yazılmasına engel olamadı. Zamanı geldiğinde ve ilan edilecek günah keçisi arandığında kullanılmak üzere, Suriye zaferi(!) Türkiye ve Erdoğan hanesine yazıldı. İran ve Hizbullah’ın, Hamas’a gösterdiği yakınlık baltalandı, direniş ekseni büyük yara aldı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu anlamda Türkiye ABD desteğiyle direnişe ihanet etti.
DOĞU AKDENİZ HÂKİMİYETİ’NDE SURİYE FAKTÖRÜ
Avrupa Birliği ülkelerinin Türkiye’ye kestiği ‘Güney Kıbrıs’ cezasına gelmeden önce, yukarıda değindiğimiz Suriye gelişmeleri de dahil olmak üzere bu gelişmenin arka planında yatan iktisadi/siyasi sebepler üzerinde durmak faydalı olacaktır.
Daha önce başka bir yazım vesilesi ile de belirtmiştim; Orta Asya ve Avrupa güzergahındaki Akdeniz yollarının kesişim noktasında olmasından ve konumundan dolayı, Kıbrıs adasının tarih boyunca vazgeçilmez bir liman olduğunu bilmeyeniniz yoktur. Orta Doğu (Ana Kıta) dediğimiz bölgenin kapılarının Avrupa’ya açıldığı bu geçit, lojistik öneminin yanı sıra güvenlik stratejilerinde oynadığı rol ve Akdeniz’in zengin enerji yataklarına sahip olması dolayısı ile de devletlerin sürekli takibinde olmuştur. Kıbrıs’ta ele geçirilecek siyasal ve ekonomik üstünlük, Akdeniz’in anahtarını ele almak gibidir. Bu kurtlar sofrasında Türkiye de 1571 yılında düzenlenen Venedik savaşından beridir bu anahtara talip ülkelerden birisi…
Esas meramıma geçmeden önce bir hatırlatma yapalım. Uluslararası deniz hukukunun temel ilkelerinden biri olan deniz yetki anlaşmaları, devletlerin denizlerdeki egemenlik alanlarını ve ekonomik haklarını belirlemeye yönelik hukuki düzenlemelerdir. Bu anlaşmalar, deniz sınırlarının netleştirilmesi, kaynakların paylaşımı ve bölgede istikrarın sağlanması açısından kritik öneme sahiptir. Özellikle enerji kaynakları bakımından zengin bölgelerde, deniz yetki anlaşmaları ülkeler arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkilerin temelini oluşturan stratejik belgelerdir. Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ise, bir devletin kıyılarından itibaren 200 deniz mili (370 kilometre) mesafeye kadar uzanan alanda, deniz tabanı ve su sütunundaki kaynaklar üzerinde ekonomik haklara sahip olduğu bölgeyi ifade eder.[3] Bu haklar arasında balıkçılık, enerji kaynaklarının araştırılması ve işletilmesi gibi faaliyetler yer alır. Türkiye’nin de taraf olduğu 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’ne ve 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre; Akdeniz’e komşu tüm ülkeler, müttefikleri ile kurdukları güç ilişkilerini ve komşuları ile olan ortak çıkarları göz önünde bulundurarak, komşu ve kıyıdaş ülkelerle ‘deniz yetki sınırı anlaşmaları’ imza ederek kendi MEB’lerini oluştururlar. İşte ‘Mavi Vatan’ ismi ile reklamı yapılan alan, Türkiye adına tanınan MEB’lerin toplamıdır. Ancak 2019 yılına kadar Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de KKTC dışında bir sınırlandırma antlaşması bulunmamaktaydı. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi, kendi çıkarlarına göre Sevilla Haritası[4] olarak belirledikleri sınırlara göre Doğu Akdeniz’de enerji arama ve çıkarma faaliyetleri yürütmekteydi.
Türkiye’nin 2019 yılında Libya’nın Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile imzaladığı deniz yetki sınırlandırma anlaşması, Doğu Akdeniz’deki dengeleri kökten değiştirmiştir. (Merak edenler, bu anlaşma ile Türkiye’nin elde ettiği kazanımları basit bir araştırma ile çevrimiçi yayınlardan okuyabilirler.) Bu tarihten itibaren, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) en büyük endişesi, Türk hükümetinin buna benzer bir anlaşmayı Mısır ve ardından Suriye ile imzalama ihtimali olmuştur. Çünkü şimdiye kadar bu iki ülke, Akdeniz’de diğer ülkelerin (Libya, Mısır, Lübnan, KKTC ve Türkiye) kıta sahanlığı haklarına tecavüz ederek, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde Münhasır Ekonomik Bölgelerini ilan etmişlerdir. Kızışan hidrokarbon ve enerji yarışında bundan sonra yaşanacak çekişmelerde; Türkiye, Suriye, Filistin ve KKTC gibi ülkelerin oyunu bozmalarını istememektedirler. Ancak Türkiye şimdiye kadar, Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda oldukça pasif davranmıştır. Bölge devletlerinin birbirleriyle yapmış olduğu sınırlandırma antlaşmalarına sadece notalar ile tepki göstermekle yetinmiş, kendisi bir antlaşma yapma teşebbüsünde bulunmamıştır. Sadece 2007 yılında, güneyde Mısır ve Anadolu kıyıları arasındaki orta hatta TPAO’ya arama ruhsatı vermiştir. Bu sayede Türkiye, zımni olarak bahsi geçen bölgede bir kıta sahanlığı ve MEB ilan etmiştir. Belirtilen parsel, GKRY’nin ilan ettiği parsellerin bazıları ile de çakışmaktadır. Bu yolla Türkiye, GKRY’nin ilanını tanımadığını da fiili olarak göstermiştir.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, daha işin başından beri Türkiye’nin Suriye ile ilgili gelecek hayallerinin arasında imzalayacakları deniz yetki sınırı anlaşması bulunmaktadır. Bu sayede, Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve GKRY’nin önü kesilmek istenmiştir. Hatta İsrail, Lübnan ve Filistin de anlaşma imzalanmak isteyen sıradaki ülkeler… Filistin yönetimi ile şuan böyle bir anlaşma yapamayacağını bilen bazı muhalefet yetkilileri, (kendi tabanlarına oynayarak) iktidarı sıkıştırmak için Filistin ile deniz yetki sınırı anlaşması yapılması fikrini öne sürdüler. İsrail gibi Orta Doğu’nun gayri meşru çocuğu varken bunun şimdilik mümkün olamayacağını herkes biliyor.
YENİ TÜRKİYE’NİN ‘YENİ SURİYE’Yİ İNŞASINDA TEHDİTLER
Türkiye, Suriye’de geçici hükumetin kurulduğu ilk günlerden itibaren, yeni Suriye devletinin iktisadi ve siyasi olarak yapılanmasında etkin rol almak istediğini gösterdi. Dış İşleri Bakanı ve MİT Müsteşarı’nın Suriye ziyaretleri sonrasında Ahmed el-Şara hükumetinin bir sonraki ziyaretçisi Türkiye Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu oldu. Uraloğlu 24 Aralık 2024 tarihinde gerçekleştirdiği bu ziyarette ağzındaki baklayı saklayamayıp Suriye’nin Akdeniz’e açılan önemli bir kapı olduğunu belirterek; ‘Suriye ile ilerleyen zamanda bir deniz yetki anlaşması muhtemelen yapılıp, Doğu Akdeniz’deki çıkarlarımızın korunması noktasında vaziyet almamız kesinlikle söz konusu olacak’ dedi. Eğer mümkün olur da Türkiye ile Suriye arasında böyle bir deniz yetki anlaşmasını imzalarsa, (tıpkı Libya ile imzalandığında olduğu gibi) bu gelişme bölgesel güç dengeleri ve Yunanistan-Güney Kıbrıs ikilisinin dolayısı ile AB’nin Doğu Akdeniz planları konusunda ciddi etkiler doğuracaktır. Bunun gayet farkında olan AB, Suriye’ye yönelik hamle yapmakta gecikmedi. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi ve Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Kaja Kallas, Suriye’ye yönelik ağır yaptırımların aşamalı olarak kaldırılması için Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye gözdağı verdi. 24 Ocak 2025 tarihinde Türkiye’ye gelerek Hakan Fidan ile yaptığı görüşme sonrası Kallas, Suriye ile bir deniz yetki sınırı anlaşması olmayacağına dair Hakan Fidan’dan söz aldığını ve Fidan’ın kendisine ‘birkaç kişinin söylediği laflar bunlar’ diye karşılık verdiğini belirtti. Hemen sonrasında 09 Şubat 2025 tarihinde Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgos Yerapetritis ve beraberindeki heyet, Suriye Dışişleri Bakanı ile görüştü. Görüşmede aba altından sopa gösteren Yunanistan, Akdeniz’de uluslararası hukuk ve deniz hukukuna bağlılığın önemine işaret ettiklerini söylediler. Şunu da hemen belirtelim, Netanyahu Ege’deki adaların silahlandırılmasını da içeren bir takım görüşmeler için Yunanistan Cumhurbaşkanı’nı ziyarete gidecek. Anlaşılan İsrail hem güneyden, hem de Batı’dan Türkiye’den emin olmak istiyor.
Doğu Akdeniz hâkimiyeti ve enerji kaynaklarının Şam-Ankara işbirliğinde kazanılması planlarının dışında, İsrail’i ve beynelmilel siyasetin ‘kem’ gözlerini Türkiye üzerine çeviren bir başka gelişme de tabii ki askeri üsler oldu. 2025 yılı Mart ayının son günlerinde, Türkiye’nin Fırat’ın Batı’sında kalan Suriye topraklarının tam ortasında (Palmira’da), Suriye’nin askeri kapasitesini arttırmak ve olası hava saldırılarının önüne geçmek amacı ile iki adet askeri üs kuracağı haberleri çıktı. Her ne kadar ulusal medyada bu haberler, ‘bu üslerin İsrail’in olası saldırılarını bertaraf etmeyi amaçlayan ve Suriye’nin hava savunma sistemini tam anlamıyla yönetecek kapasitede olduğu’ şeklinde servis edilse de, 2011 yılından beridir ABD bilgisi dâhilinde ilerleyen bir ‘rejim değişikliği’ operasyonunda Türkiye’nin Beyazsaray’a rağmen bir üs kurmaya kalkışması düşünülemez ve bu üssün ABD’nin hizmetinde servis göreceği herkes bilinir. Ancak, Netanyahu’nun ABD ziyaretinden üç gün önce (04 Nisan 2025 tarihinde) İsrail’in Humus’a bağlı Palmira (Tedmur) bölgesinin batısında stratejik bir noktada yer alan ve kara yolu ile Humus ve Şam gibi büyük kentlere bağlanan T4 üssünü ve üssün içindeki hava savunma sistemlerini ve oraya incelemeye giden Türk teknik ekibi hedef alması, Türk kamuoyunun Suriye’de yapılan askeri harcamalara olan tepkisini frenlemede ve kafalardaki soru işaretlerini kaldırmada imdada yetişti. Esasında savaş sebebi sayılabilecek bu meselenin üstü iktidar kanadınca örtüldü. Şimdilerde devam eden İran-ABD görüşmeleri de netice vermiş olacak ki, ABD Suriye’deki güçlerini aşamalı olarak çekiyor ve jandarmalık görevini Türkiye’ye bırakıyor.
KAPİTALİZMİN FENDİ, YENİ TURANCILIĞI YENDİ
İçinde bulunduğumuz zamanlarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1974 yılından beridir dış politikasının stratejik hedefleri arasında bulunan ‘Kıbrıs Meselesi’ ciddi yara almış gözüküyor.
Zira, Türkiye’nin eski adı ‘Türk Konseyi’ olan ve 2021 yılından itibaren ‘Türk Devletleri Teşkilatı’ ismiyle merdiven altı bir marka haline getirmeye çalıştığı Türkî Cumhuriyetlerden dördünün (Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan) önce Güney Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne büyükelçi ataması veya Roma büyükelçilerini Güney Kıbrıs için akredite etmesi, ardından da Özbekistan’ın başkenti Buhara’da 03-04 Nisan 2025 düzenledikleri ‘Birinci Orta Asya-AB Zirvesi’ sonrası bildiri yayımlaması, konunun uzmanı bazı gazeteciler tarafından Türkiye için tam bir ‘jeopolitik felaket’ veya ‘jeopolitik darbe’ olarak nitelendirildi. (Zirve’de AB’nin Global Gateway-Küresel Geçit ismini verdikleri 300 milyar avroluk projesi kapsamında gerçekleşecek yeşil dönüşüm, enerji, sürdürülebilir kalkınma yatırımlarının yanısıra Ukrayna, Afganistan, Trans-Hazar Koridoru gibi meseleler ele alındı. Ancak şuan için biz sadece Türkiye gündemine oturan kısmı ile ilgileneceğiz.)
Yaşanan bu gelişmelerin Türkiye için neden bir dönüm noktası olarak görüldüğünü daha iyi anlayabilmemiz için, tarihin sayfalarında kısa bir yolculuğa çıkıp geçmişi biraz hatırlamamız gerekiyor.
1571 yılında Sultan II. Selim zamanında Venedik savaşı ile fethedilişinden sonra yaklaşık 300 yıl ada Osmanlı hakimiyetine girer. II. Abülhamid zamanına kadar geçen dönemde bir sıkıntı olmasa da, Rusya belasını uzaklaştırmak isteyen Abdülhamid’in adayı İngilizlere kiraya vermesi ve İngilizlerin adada üs kurma hakkı elde etmesi, esasında günümüz kabusunun başlangıcıdır. 1914 yılında Osmanlı’nın Almanya yanında savaşa girme kararı ile İngiltere tarafından kalıcı olarak ilhak edilmiş; Rumlar, İngilizler ve Türkler birlikte yaşamaya başlamışlardır. 1923 yılında imzalanan Lozan anlaşması ile de Türkiye, adadaki haklarından feragat etmiş, Kıbrıs bir İngiliz kolonisi olarak hayatını devam ettirmiştir.
1830 yılında bağımsızlığını kazanan Yunanistan’ın Kıbrıs ile birleşme idealleri (enosis) bu tarihlerden beridir hiç bitmemiştir. 1930 yılından itibaren bu fikir yeniden canlandırılmış ve II. Dünya Savaşı sonrası Rumların isyanları artarak devam etmiştir. Savcı Rauf Denktaş ve ‘Kıbrıs Türktür Partisi Başkanı’ Fazıl Küçük liderliğinde de ‘Taksim Planı’[5] ortaya atılmıştır. Adadaki Türkleri ve İngilizleri kovmak için 1955’de EOKA (Kıbrıslı Rum Silahlı Örgütü) kurulmuştur. Adadaki Türk tarafı da Rauf Denktaş önderliğinde 1958’de ‘Türk Mukavemet Teşkilatı’ kurmuştur. Çatışmaların iyice artması sonrası, ABD ve İngiltere desteği ve BM’in aldığı kararlar neticesinde Türkiye, İngiltere ve Yunanistan masaya oturmak zorunda kalmıştı. 1959’da Zürih ve Londra anlaşmaları ile garantörlük anlaşması imzalandı ve 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. İngiltere, Yunanistan ve Türkiye garantör devletler olarak belirlendi. Buna göre adada herhangi bir anlaşmazlık çıkması halinde, bu ülkelerin adaya müdahale hakkı vardı. Yani anlayacağımız; 1974’te düzenlenecek Kıbrıs barış harekâtı adı altında adaya müdahale etmek isteyenler, 1959’da Türkiye’yi garantör devlet olmaya ikna etmişti bile. Kendileri can ve mal güvenliklerini emniyete alarak, kendi yapamadıklarını başarması için Türk askerini Kıbrıs’ta çalıştırmıştı. Tıpkı şimdilerde ABD’nin Suriye’de Türk askerini kullanması gibi… Ancak adadaki olaylar sanıldığı gibi sona ermedi. Rum tarafının siyasi liderleri ve Yunanistan’ın kışkırtmaları ile 1963 yılından itibaren adada şiddet olayları yeniden patlak verdi. İsmet İnönü ve Süleyman Demirel hükümetlerinin zamanında yapılamayan müdahaleler başbakan Bülent Ecevit ve başbakan yardımcısı Necmettin Erbakan zamanında 1974 yılında gerçekleştirildi. Sonunda dönemin İngiliz generalinin kaleminin renginden adını alan ‘Yeşil Hat(Green Line)’, Güney Kıbrıs ve Kuzey Kıbrıs ayrımını yapan bir tampon bölge olarak yerini aldı. 1983 yılında bağımsızlığını ilan eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını Türkiye ve Bangladeş hariç hiçbir devlet tanımadı. Üstüne üstlük Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) 2004 yılında AB’ye girmesine karşılık Türkiye halen girememiştir. (Bangladeş ABD baskıları ile kararını geri çektiği için, KKTC’yi tanıyan tek ülke Türkiye olarak kalmıştır.) Halen de durum değişmemiştir. Çünkü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1983 yılında aldığı 541 nolu karar ve 1984 yılında aldığı 550 nolu kararlar buna engel olmaktadır.
BM Güvenlik Konseyi’ne ait 541 sayılı karar; BM’ye üye tüm Devletlere, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne saygı gösterme” ve “Ada’da, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti dışında herhangi başka bir hükümeti tanımama” çağrısında bulunur.
550 sayılı kararda ise “Ayrılıkçı girişimlerin bir sonucu olarak ilan edilen sözde ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ adlı devletin hiçbir şekilde tanınmaması yönündeki çağrısını bir kez daha yineler; tüm devletlerin bu yapıya hiçbir şekilde yardım etmemesi ya da destek vermemesi gerektiğini vurgular” ifadeleri yer alıyor.
İşte Semerkant’ta düzenlenen ‘Birinci Orta Asya-AB Zirvesi’ sonrası yayınlanan bildirinin dördüncü paragrafında, şimdiye kadar Türkiye’nin Kıbrıs’taki tüm emeğini eline verecek minvalde şu ifade yer aldı:
“Tüm Devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne, tüm uluslararası ve bölgesel forumlarda saygı göstermeyi ve bu ilkelere aykırı herhangi bir adımdan kaçınmayı taahhüt ettik. Aynı ruhla, BM Güvenlik Konseyi’nin 541 (1983) ve 550 (1984) sayılı kararlarına olan sağlam bağlılığımızı yineledik. Bölgesel işbirliği çerçevesine katılımın, AB ve Orta Asya ilişkilerinin güçlendirilmesi için gerekli kalmaya devam eden bu uluslararası ilkelere tam saygı göstermesi gerektiğini vurguladık.”
Bu arada, zirveye de katılan ve kamuoyunun çokça ‘kardeş ülke’ mahlasıyla beklentiye sokulduğu Azerbaycan, Güney Kıbrıs Rum kesimini henüz resmi olarak tanımadı ancak KKTC’yi de tanımadı. Son yıllarda İsrail-Azerbaycan ilişkilerinin Türkiye-Azerbaycan ve hatta Türkiye-İsrail ilişkilerinden bile iyi olduğunu düşündüğümüzde, Türk dünyasının boşa umutlandığını söyleyebiliriz.
Türk Devletler Teşkilatı üyesi devletlerin Türkiye ile olan dostluklarını bir kenara bırakıp AB ile el sıkışmalarının dışında, bu zirve öncesi başka gerilimler de yaşandı. 01 Nisan 2025 tarihinde, Kıbrıs tarihine adını kanlı harflerle yazdırmış olan EOKA terör örgütünün 70. kuruluş yıl dönümü vesilesiyle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’da kutlamalar ve gösteriler yapıldı. Türk Büyükelçi’nin olduğu bir sırada, Yunanistan’daki gösterilerde ‘Kıbrıs Yunandır, Türkiye ırzına geçilendir’ denilmesi, Türkiye devletinin ‘izahat isteme’ dışında fazlaca dillendirmediği bir mesele olarak kalmıştır. Ayrıca, Yunanistan Milli Eğitim Bakanı Sofia Zacharaki’nin aldığı bir kararla, 01 Nisan tarihi Yunanistan’da EOKA’nın kuruluş yıldönümü olarak ilk defa okullarda kutlandı.
Bütün bu olanlar hakkında; Ersin Tatar, Fatih Erbakan ve Mansur Yavaş tarafından cılız bir iki ses dışında konuşan olmadı, hâkim iktidar sessizliğini koruyor. TÜRKSOY Genel Sekreteri Sultan Raev ve İlham Aliyev de, eksik olmasınlar Ersin Tatar ile çekildikleri fotoğrafları sosyal medyada paylaşarak lütfetmişler.
HÜLASA…
Anlayacağımız o ki, Suriye’de ABD’yi arkasına alarak oyunda yer almak isteyen Türkiye, Kıbrıs meselesi üzerinden kuşatılmış gözüküyor. AB açıkça Türkiye’ye, Suriye’de ayağını denk alması gerektiğini söylemiştir. Türkiye bundan sonraki süreçte, Filistin meselesi üzerinden İsrail’in; Doğu Akdeniz ve Kıbrıs meselesi üzerinden AB’nin kıskacına girmiştir. ABD’nin Orta Doğu’da kurmak istediği post-kolonyal sömürü sisteminin benzerini Orta Asya ülkelerinde kurmak, Avrupa Birliği’nin de en büyük stratejik hedeflerinden birisidir. Avrupa bu hamlesi ile, artık ekranlara da açıkça yansıyan ABD-Çin ekonomik savaşının nişanelerinden olan Çin’in ‘Kuşak ve Yol Projesi’ne karşı bir hamle yapmış ve Halford J. Mackinder’ın ‘Kara Hâkimiyet Teorisi’ne göre hareket etmiştir. Doğu Avrupa’da varlığını artırıp Akdeniz üzerindeki ticaretin güvenliğini sağlayarak dünya metaından daha fazla faydalanmak istemektedir. Dergideki sınırlı satırlarımızdan dolayı fazlaca değinemediğimiz bu küresel ekonomi savaşları, belki başka bir yazının konusu olabilir.
Esasında Suriye; Türki Cumhuriyetleri kullanarak Çin’e karşı mevzi kazanmak isteyen AB’nin; başlattığı vergi savaşları ile AB ve Çin’e açıkça savaş ilan eden ABD’nin ve dünya ekonomisini elinde tutan Çin’in mücadelesinin yansıdığı bir arena gibidir. Türkiye ise, hiçbir faydaları olmayan putlarına sırayla kurban sunmakla meşgul bir kul(!) gibi mevlalarının sözünü dinlemeye devam etmektedir.
Ulus devlet ideolojisinden zehirlenen ve kamuoyunda entelektüel olarak dillendirilen birçok aydın, yazar ve akademisyen; yaşananların doğal olduğunu ve her ülkenin kendi milli çıkarlarını düşündüğünü söylemektedirler.
Milliyetçi/mukaddesatçı/maneviyatçı muhafazakâr camianın önde gelenleri de, evrensel ümmet anlayışı yerine çoktaan bu ‘yerli ve milli’ kaygılara duçar olmuştur. Rabbimizin ‘Ancak müminler kardeştir.’[6] hatırlatması, son tahlilde yürürlükte değil gibi davranılmakta, ‘Türklük’ ülküsünün birleştirici güç olduğu sanrısı ile kurnazlık yapılmaya çalışılmaktadır. ‘Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım bekleriz…’[7] sözü, sadece namaz sırasında kıyamda okunan bir ayet olarak kalmıştır. Oysa, mümin kişilerin ve iktidarların bu sözde durması halinde, Rabbimizin vaadi gerçekleşecektir. ‘Ey iman edenler, eğer siz Allah’a, Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da (düşmanınıza karşı) size yardım eder.’ diyen Rahman (haşa) yalan söylemez. Buna şehadet eden Gazze halkı ve (Allah onlardan razı olsun) Hamas direnişçileri güzel bir örnek olarak bize ve tüm insanlığa yeter.
İvedi olarak Türkiye’deki Müslümanların da iktidarın da yönünü/yüzünü/kıblesini Allah’a ve Rasulüne çevirmesi gerekmektedir. Tüm kâfirler birleşmiş iken; Müslümanların tefrika icat etmeye ayıracak zamanı yoktur. Kitabın ‘mehcur’[8] bırakılmasını kâinat artık kaldıramamaktadır. Ne acıdır ki; yüzyıllar önce ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi, sen de bizim için bir tanrı yap’[9] diyen İsrailoğulları’nın yerini, şimdi sanki muhafazakâr demokrat diye tanımlanan ‘ılımlı Müslüman’ diye okunan bir kesim almıştır. Kendilerini İslam ile tavsif edenler, kurduğu devasa fabrikalarla ve geliştirdiği teknolojisi ile, para ve üretimi toplumun en üst değeri haline getiren ateist Çin’e ve tüm dünyaya para bankerleri ve baronlarla diz çöktüren Firavun ABD’nin ve AB’nin kendi değerlerine özgü kurdukları düzenlerine gıpta ile bakabilmektedir. İzzeti Allah ve Rasulü’nün yanında aramak yerine sürekli süper güçlere yamanmanın ve onların düzenlerine benzer bir düzen istemenin bir sonuç getirmediğini Gazze halkı tüm dünyaya göstermiş ve bu çarpık/batıl düzenin gerçek yüzünü tüm insanlığa ilan etmiştir. Çünkü onlar ‘Allah’ın yardımı’ kavramına iman ederek teslim oldular. (Bizler olamadık.) Onlar ‘Allah’ın izniyle nice az bir topluluk, daha çok bir topluluğa üstün gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir’[10] ayetine mazhar olabilmişlerdir. (Bizler olamadık…)
Ulus devlet, modernizm, liberalizm, pragmatizm, sekülerizm ve demokrasinin insanı düşürdüğü bataklık ve çıkmazdan kurtuluş, Musa’nın (a.s.), Muhammed’in (a.s.) ve bizim de Rabbimiz olan Allah’ın tek bir ilah olduğunu unutmamak ile olacaktır. Allah, Müslüman oldum diyerek O’na teslim olanları tüm dünyaya üstün kılmışken, halen daha ‘gelişmiş ülke’ statüsü kazanmaya çalışarak yaşamak acziyettir. Müslümanlar şu modern devirde, -namazlarının emretmesinden dolayı[11] gerçekleşen- azgelişmişliğin üstünlük olduğuna inanmadıkça değişim gerçekleşmeyecektir. Rabbimiz Kur’an’da ‘buzağıyı ilah edinenler’i dünyada alçaklık ve ahirette gazap beklediğini[12] vaad etmektedir. Rabbim yakıtı insanlar olan cehennem azabından bizleri muhafaza eylesin. Muhakkak ki mutlak doğrular Allah’a aittir…
Dipnotlar
[1] Ahmet Tekin meali
[2] https://www.youtube.com/watch?v=XoZfvQFY6xQ&ab_channel=TVNET
[3] https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/28adf605812cb23_ek.pdf
[4] Sevilla Haritası; 2000’li yılların başında Sevilla Üniversitesi akademisyenleri tarafından Avrupa Birliği’nin (AB) talebi üzerine hazırlanan harita Doğu Akdeniz’deki Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşmazlığının çözümünü amaçlıyordu ancak haritadaki kıta sahanlıklarını Türkiye kabul etmiyor. Ankara’ya göre bu harita Türkiye ve KKTC’nin MEB haklarını çiğniyor. Bunun nedeni haritadaki Yunan kıta sahanlığının Türkiye’ye ne kadar yakın olursa olsun Yunan adaları temel alınarak hesaplanmış olmasıdır. Örneğin Yunan ana karasına 580 km uzaklıkta kayalık parçası olarak nitelendirilebilecek yerler dahi Türkiye’ye birkaç km yakınlıkta olmasına rağmen Yunanistan’ın hakkı olarak görünüyor. Sevilla haritasına göre kabul edilen sınır, yukarıdaki haritada kesik çizgilerle gösterilmiştir. Haritanın iddiasına göre Meis Adası’ndan başlayan Yunan kıta sahanlığı, güneye doğru Akdeniz’in ortasına kadar iniyor ve Türkiye’ye Antalya Körfezi dışında Akdeniz’e bir çıkış noktası bırakmıyor.
[5] Taksim, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1974’teki Kıbrıs Harekâtı’ndan önce Kıbrıs’ın ve 1974’ten sonra Kıbrıs’ın kuzeyinin bir il olarak Türkiye’ye katılmasını hedefleyen düşünce
[6] Hucurât Suresi 10. ayet
[7] Fâtiha Suresi 5. Ayet
[8] Furkân Suresi 30. Ayet
[9] Araf Suresi 138. Ayet
[10] Bakara Suresi 249. ayet
[11] Hûd Sûresi 87. Ayet
[12] Araf suresi 152. ayet
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *