Siz Kiminle Müttefiksiniz?

Siz Kiminle Müttefiksiniz?

Dünyanın mazlum toplulukları bu müstekbirlerin savaşları karşısında kendilerine bir alan savunması ya da bu savaşın içerisinde bir müttefik arayışı içerisine girmektedirler. Ne var ki küresel güçlerin hegemonyasını kabul edip onlar gibi olmaya gayret etmeleri, kendilerini bir av olmaktan kurtaramayacaktır.

Dünya nereye doğru yol alıyor sorusunu herkesin kendine sorması gerekiyor. Küresel güçlerin kendi arasında başlatmış olduğu bir savaşta yine küresel şirketler kendi varlıklarını büyütürken zaman zaman devletleri bile aşan pozisyonda hegemonyalarını da pekiştirmektedirler. Yeni dünya düzeninde lider olarak seçilenler bu küresel şirketler eliyle de kararlaştırılmakta ve onlar da gereken hizmeti ifa edebilmek için varlıklarını ortaya koymaktadırlar. Bir Amok koşucusunu andıran liderler saldırgan, acımasız ve görgüsüz bir şekilde toplumlara ve hatta dünyaya ayar vermeye kalkmaktadırlar. Adına ticari savaş denilen ve ticari unsurlarla sürdürülen savaşın, aslında sadece ticaretle ilgili olmadığı, dünya üzerinde sosyal ve siyasal birçok dengenin de bu oligarşik düzen eliyle değiştirileceğinin haberini bizlere vermektedir.

Çin ile ABD arasında başlayan ticari gerilim elbette artan vergi oranlarıyla birlikte tüm ülkelere yayılırken, halkların temel birçok ürüne artık ucuza erişemeyeceğini ve dünya üzerinde açlık ve sefaletin daha fazla olacağını göstermektedir. Bu durum dünya üzerinde birçok ülkenin bölünebileceğinin, dini ve etnik çatışmaları beraberinde getirebileceğinin, büyük ekonomik krizlerin yolda olduğunun da göstergesi olarak algılanmaktadır. Bu şekilde yeniden dizayn edilmekte olan dünya daha acımasız ve duygusuz bir hale getirilecek gibi görünüyor. Artık net bir düşman ya da dost ayrımından öte, devletleri de aşan, dünyayı kontrol etmeyi hedefleyen yeni mekanizmaların denendiği bir savaş alanı içindeyiz. Bu düzen içerisinde devletler de güçleri oranında yer bulmakta ve herkes kendi egemenlik ya da etki alanında oyun kurma ve aktör olmanın peşine düşmektedir.

Suriye’de gerçekleştirilen “devrim”, Filistin’de devam eden soykırım, Ukrayna savaşının bitmemesi ya da bitirilmek istenmemesi, Avrupa’nın Afrika ile birçok bölgeden çıkarılması, terörsüz Türkiye çalışması ve Suriye’de YPG’nin Suriye ordusuna katılması gibi daha birçok siyasi ve askeri hareketlilik bu yeni düzenin ayak sesleri olarak duyulmaktadır. Bu düzen içerisinde saldırılacak düşman olarak başta İslam coğrafyasının seçilmiş olması ise manidardır. Siyonist rejim, Suriye toprakları üzerinde işgalini genişletme ve kalıcılaştırmayı hedeflerken diğer yandan Lübnan’ı istikrarsızlaştırmaya devam etmekte. Gazze’yi sürekli bombardıman altında tutmakta, dünyanın gözleri önünde sayısız suç işlerken, Batı Şeria halkını da canından bezdirmektedir. ABD ise Gazze’ye olan desteği yüzünden Yemen’i bombalarken İran’a da hem bir anlaşma teklifi sunmakta hem de nükleer silahlar üzerinden tehditler savurmakta. Myanmar’da Müslümanlara ait tüm varlıklar tehdit edilirken, Sudan’da iki taraf birbiriyle yıllardır savaşmakta, Doğu Türkistan halkı ise tümüyle baskı altında tutulmakta. Bir yanda Cammu Keşmir’i içine alan yeni bir terör ve savaş tehdidi, öte yanda Fas ile Cezayir arasındaki gerilim, Libya’da bitmeyen bölünmüşlük, Somali’de, Nijer’de, Nijerya’da, Mali’de,  Burkina Faso’da terör olayları ara vermeden devam etmektedir. Görünen o ki ticari savaşların yanında silahlı savaşlar da İslam topraklarında sürekli varedilmeye çalışılmaktadır.

Neden İslam coğrafyası silahların gölgesinde ve bombaların hedefi olarak durmaktadır? Her ne kadar gerçek bir İslami anlayış henüz güç olarak ortaya çıkmasa da İslam’ın kendisi doğal varlığı ile vahşi kapitalizmin karşısında duracak yegane güçtür. Küresel güçlerce bu bilindiği için de İslam’ı söndürmeye, sindirmeye, toparlanıp ayağa kalkmasını engellemeye dönük etkili bir savaş vermektedirler. Ümmetin yüz akı olarak bir avuç Gazze ve Yemen, İslam’ın cihad temsiliyetini yerine getirmektedir. Allah onları zafere ulaştırsın. Cihad, neredeyse yüzyılı aşkın bir zamandır gerçek anlamından uzaklaştırılmış durumdadır. Cihadı tekrar asli anlamıyla harekete geçirecek Müslüman kitleler çoğaltılmalıdır.

Küresel güçler bir yandan ticari anlamda dünyayı istedikleri gibi şekillendirmek arzusundayken diğer yandan hangi ülkenin nasıl bir siyaset belirlemesi gerektiğini, ne kadar silaha sahip olabileceğini ve neyi ne kadar üretebileceğini programlama küstahlığına da sahiptirler. En güçlü silahlara sahip olma hakkını yalnızca kendilerinde görmektedirler. Yeryüzünün tüm varlığına tek başlarına hükmetme derdindeki bu müstekbir grup, insanlığın dinlere, kutsallara ne oranda bağlılık gösterebileceğine de kendileri karar vermek istemektedirler. Hatta bir ülke yahut toprak parçasını, kendilerine ait olmadığı halde küstahça talep edebilmekte, orada yaşayanların isteklerinin bir önemi de kalmamaktadır onlar için. Bir devlet başkanına değerli toprak minerallerini alma karşılığında hamilik sözü verirken kameralar önünde aşağılamaktan da çekinmemektedirler. Geçmişte bir nebze var olan nezaket, diplomatik dil, görgü kuralları denilen şeyler bugün çöpe atılmış durumdadır. Adına delilik dedikleri ama aslında delilik olmayan külhanbeyliğin ve küresel güçlerin eyvallah etmeyen müstekbir duruşlarının bir örneği olarak varolmaktadırlar.

Dünyanın mazlum toplulukları bu müstekbirlerin savaşları karşısında kendilerine bir alan savunması ya da bu savaşın içerisinde bir müttefik arayışı içerisine girmektedirler. Ne var ki küresel güçlerin hegemonyasını kabul edip onlar gibi olmaya gayret etmeleri, kendilerini bir av olmaktan kurtaramayacaktır. Suriye bu durumun en güncel örneklerinden biridir. Beşar Esad zalimine karşı verilen mücadele bu küresel güçlerin kayığına binilerek yapılan bir mücadele olmaktan ötürü bugün vahim bir noktadadır. Suriye “devrimi”nden sonraki tabloya bakıldığında bu “devrim” en çok kimin işine yaramıştır sorusu akla gelmektedir. “Devrim” sürecinde şeytanlaştırılan İran bölgede pasifize edildikten sonra Türkiye’nin bölgede aktif bir aktör olduğu dile getirilmeye başlandı. Oysa bugün tablonun hiç de öyle olmadığı “devrim”in en çok da ABD ve İsrail işgal rejiminin işine yaramış olduğu görülüyor.

Suriye’nin tüm silah depoları, askeri üsleri, askeri havaalanları İsrail tarafından bombalanarak İsrail’e güvenli bir sınır oluşturulurken, Suriye topraklarının bir bölümünü de işgal eden İsrail, Suriye’nin güneyindeki stratejik noktalarda askeri üslerini de oluşturmaya başladı. Şara yönetimi ise bu duruma ses çıkaramadığı gibi İsrail ile dolaylı olarak anlaşma yoluna gidiyor. Bölge şimdi tam olarak ABD ve İsrail için güvenli bölge haline dönüştürülüyor. Bu süreçte Türkiye ise bir aktörden ziyade ABD ve İsrail ile paralel politikaların sahibi olduğunu göstermektedir. Türkiye ve İsrail’in Azerbaycan’da sessiz sedasız gerçekleştirdiği görüşmeler de bundan sonraki sürecin, İsrail’le uzlaşma ile sürdürüleceğini beyan etmektedir. Bu uzlaşmanın da hamisi yine ABD olacaktır.

ABD ve İsrail, acımasızca ve hiçbir insani duygu taşımadan Gazze’de ve Yemen’de savunmasızları aralıksız bombalamaya devam ederken bir yandan da, insan aklıyla dalga geçer gibi, Hamas’a silah bırakmasını, Ensarullah’a da Amerikan savaş gemilerini hedef almamasını öğütlemektedir. Yemen ve Gazze küresel hegemonyanın ne askeri gücüne boyun eğmekte ne de sosyo-kültürel yapısını benimsemektedir. Her iki nokta da bu zalimlerin karşısında varolmaya devam etmektedir. İşte bu denklem, az bir topluluğu sayıca çok nice topluluğa karşı galip getirecek bir denklemdir. Eğer bir savaş verilecekse bu savaş öncelikle; gücünü sınırsızca saldırmaktan alan, her türlü hukuksuzluğu uygulayarak ayakta kalmayı kendine şiar edinen müstekbir anlayıştan uzak durarak verilmek zorundadır. Allah’ın emrettiği adalet ve hukuk içinde kalarak, toplumsal dinamikleri bu minvalde kurarak yapılmak zorundadır. Aksi takdirde, ona benzemek istemediğimiz halde onun yürüdüğü yolları tercih etmek gibi bir hataya düşmüş oluruz.

Müstekbirler yaptıkları işten o kadar eminler ki hesaplarında Allah hiçbir zaman yoktur. Gazze’ye bakarken orada yaşayanların bir insan olarak kıymeti harbiyesi yoktur nazarlarında. Gazze yalnızca emlak değeri olan bir mülkten başka bir değer ifade etmez onlara. Şehrin, ülkenin, inançların, halkların o coğrafyayla kurduğu bağların, tarihin de bir önemi yoktur onlar için. Bu müstekbirler için hiçbir kutsalın da önemi yoktur ne Mescid-i Aksa’nın, ne Süleyman tapınağının, ne de bir Hıristiyan kutsalının… Küresel güçler için halkları istedikleri kıvama getirecekleri birer araç olmaktan, aparat olmaktan başkaca bir amaç taşımaz bunlar. Siyonizm, Yahudilik, Evangelizm, Protestanlık veya herhangi bir inanç, sadece halkları prangalara mahkum edecek aparatlardan biri olarak görülmektedir. Varsa yoksa kendi çıkarları birincil önemdedir. İşte bu yüzden hiç utanmadan sıkılmadan Gazzelileri yurdundan çıkaracak, tehcire zorlayacak bir ifadeyi çok basit bir olaymış gibi dillendirebilmektedirler. Gazzelileri “misafir” edecek körfez ülkelerine gerekli finansal desteği de birilerine verdirerek işi çözeceklerini düşünebilmektedirler. Adeta bir bakkal hesabıyla kendilerince üç koyup beş kazanacaklardır, hem bölgedeki batı karakolu İsrail’i bir “baş belasından” kurtaracaklar hem de deniz kenarına yapılacak oteller, finans merkezleri ve tatil köyleriyle de ceplerini dolduracaklardır. Dünyaya da, bakın Gazze’yi daha müreffeh bir yaşama kavuşturduk diyerek güya ne kadar insancıl olduklarından, ne kadar barışçıl olduklarından dem vuracaklardır. Hem kundakçı hem itfaiyeci rolünü kıyamete kadar oynamaya devam edebilecek bir arsızlık sergilemektedirler.

Hamas asla silah bırakmayacağını beyan ederek kafirlerle onların anladığı dille, Yemen’le birlikte savaşını sürdürüyor. Allah cehdlerini mübarek kılsın ve attıklarını isabet ettirsin. Bu savaş Allah’tan başka ilah olmadığının ilanıdır. Bunca siyasi ve askeri güce karşı savaşını kendi değerleriyle veren bu halk, Rabbini ve onun izzetli dinini dünyaya gündem etmektedir. Bu cihad, Filistin’de yaşayanların yalnızca birer rakamdan ibaret olmadığını gösterdiği gibi, onların konformizm peşinde olmadığını da göstermiştir. Batılı değerlerin ne kadar kof, İslam’ın ne kadar izzetli olduğunu da zihinlere nakşetmektedir.

Küresel güçlerin hegemonyalarını kurmak istedikleri bir dünyada Müslümanların kendine dönük bir iç muhasebe yapma zamanları çoktan gelmiştir. Sürekli birbirleriyle çatışan, mezhebi ayrılıkları ya da düşünsel farklılıkları kaşıyarak ayrıştıran bir dili terketmek gerekmektedir. Bu dili sürekli diri tutmak isteyen oryantalist kafa rahatsız etmektedir. Bu dil bizi birbirimizden daha da uzaklaştırıyor. Yaşanan gelişmelere İran da sünni diğer ulus-devletler gibi tepkiler verirken, sünni dünyanın gözünde İran’ın şeytanlaştırılıp ABD ve İngiliz politikalarının ve müttefiklerinin “sevimli” hale getirilmesi manidardır. Mü’minlerin birbirlerine karşı merhametli olma ve kafirlere karşı şedid olma zorunluluğu ne yazık ki toplumsal algı mekanizmaları eliyle tersine çevrilmektedir.

Öte yandan, küresel güçler tarafından üzerimize doğrultulmuş sanal silahları da görmezden gelmemeliyiz. Gazze ve Yemen gibi gerçek namlular üzerimize çevrilmeden kendimize dair bir anlayış ve yol geliştirmek zorundayız. Rabbimizin Kur’an’da bildirdiği gibi, ortak bir kelimede buluşarak müstekbirlerin zihinlerimizi teslim alma çabalarının karşısında bir duruş sergilemek zorundayız. Elbette kafir sürekli yeni planlar kurmaya, tuzaklar hazırlamaya devam edecektir. Bu, sünnetullah gereği bildiğimiz, tarihsel olarak da aşina olduğumuz bir gerçektir.

Küfre en ufak bir sempati duymadan kendi inanç ilkelerimizi merkeze alarak, tevhid ve adalet ölçeğinde, İslam’ı yaşadığımız her yerde ve her anda temsil edecek ciddiyeti üzerimizde taşımamız gerekmektedir. Aksi takdirde imtihanını veremeyecek kullardan olarak Rabbimize döneriz ki bu bizim kurtuluşumuz olmayacaktır.

İktibas, Mayıs ayı yorumu

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *