Eski Düzene Yeni Oyuncular

Eski Düzene Yeni Oyuncular

Bizatihi Trump’ın gelmesi ya da Biden’ın gitmesi dengeleri değiştirmemektedir. Değişen dengeler başkanları değiştirmektedir. Amerikan senaryosu ise özünde bellidir. Oyuncu kadrosu değişebilir ama mevcut senaryo içinde kalmakla yükümlüdürler.

Büyük Şeytan Amerika’nın eskiyen başkanı yerine, henüz yeterince eskimediği düşünülen yeni başkanı göreve getirildi. Gelişi de 2020’deki gidişi gibi gürültülü olan Trump bu defa, o dönem kavgalı olduğu ‘teknoloji grubu’ ile birlikte sahneye sürüldü. Geçen yılın Temmuz ayından bu yana Elon Musk’ın yanına ilave edilen Trump, teknoloji dünyası ile varılan uzlaşmayı da temsil ediyor artık. Diğer teknoloji ‘milyarderleri’ de Musk’ın ardından peş peşe kuyruğa takılacaktı. 20 Ocak’ta yemin töreninde verilen resim, bundan sonraki dönemin, Trump’ın ‘öngörülemez’ olduğu iddia edilen politikalarının, Amerikan teknoloji merkezlerinin ‘dijital dünya’ kurgusu planı ile baş başa yürütüleceğinin sinyalini veriyor. Trump’ın Amerikan askerini, masrafları azaltma iddiasıyla dünya üzerinde konuşlandığı birçok noktadan çekme iddiası Pentagon tarafından hoş karşılanmazken, doğacak boşluğun teknolojinin genişleyen gücüyle doldurulması, devletler arasındaki ihtilafların da çatışma yerine masada uzlaşma ile çözümü öngörülüyor. ABD’nin dijital dünyaya geçiş dönemi politikaları açısından Trump’ın pazarlıkçı iş adamı görüntüsü de bu planı destekler niteliktedir.

Donald Trump, ABDnin 47. dönem başkanı olarak yeniden seçildi. Dört yıl aradan sonra ikinci dört yıllık görevini ocak ayı itibariyle yeniden devralmış durumda. Trump’ın, seçim kampanyası döneminde gerek izleyeceği dış politika gerekse iç politika üzerine birçok vaadi oldu. Göçmenler konusu, Filistin meselesi, İran ile ilişkiler, Rusya-Ukrayna savaşı, iklim krizi, kürtaj meselesi ve ABDnin ekonomik anlamda daha üretken bir ülke olması gibi pek çok konuda görüşleri yayınlandı.

Trump’ın ilk dönem başkanlığında dünya yeni bir yönetim anlayışına tanık olmuş, Trump nerdeyse tüm diplomatik ilişkilerini sosyal medya üzerinden yapmaya başlamıştı. Diplomatik nezaket ve kurallar bir yana, Trump’ın açıktan tehditkar ve nezaket yoksunu cümleleri ile piyasalar altüst ediliyordu. Türkiye’ye yazdığı nezaketsiz mektup, Suriye konusunda Türkiyenin Münbiç’e olası bir taarruz yapması halinde ekonomisini mahvederim gibi tehditler, kullandığı üslup, kibirli Amerikan politikasının sadece dışa yansımalarıydı.

Karbon salınımının en üst düzeyde olduğu ülkenin ABD olduğu gerçeğini umursamadan Paris anlaşmasından çekilerek, diğer devletlere meydan okumuştu Trump. Karbon salınımından doğacak tüm maliyetleri ise kendisi dışındaki ülkelere, özellikle de gelişmekte olanlara” yükleyerek dünya halklarını, doğal olmayan, laboratuvar ortamlarında hazırlanan kimyasallara mahkum etmenin kapılarını da ardına kadar açmıştı. ABD böylece dünyayı umursamadan kirleteceğini ilan ederken, karbon nedeniyle alınacak vergi ve diğer yükümlülükler de dünyanın geri kalanının üzerine yükleniyordu.

İlk döneminde göçmenler konusunda da katı bir yönetim sergilemişti Trump. Meksika sınırından geçişleri önlemek için beton duvarlar örülmüş, ülkede yaşayan göçmenlerin sınır dışı edilmesi ve göçmen kadınların kürtajdan faydalanmaması gibi pek çok konuda göçmenlere sıkıntılar çıkarılmıştı. Eski Trump ne yapacağı belli olmayan öngörülemez bir politik şahsiyet olarak tarihe geçmişti. Şimdi yeniden sürprizlerle dolu ve sadece “İslam ülkeleri” açısından değil, özellikle Avrupa ülkeleri açısından da öngörülemeyen bir müttefik olacağı imajı çizilmektedir.

Trump’ın ikinci dönemi en çok Avrupa Birliği devletlerini endişelendiriyor. Avrupa, ABD başkanının, dünyanın merkezinde olmayı isteyeceğini ve tüm yatırım alanlarını kontrol altında tutarak baskıcı politikalar üreteceğini düşünüyor. Ayrıca ABD’nin Avrupada aşırı sağı destekleyerek yönetimde kaosa, halkın içinde ikiliğe neden olacağı, Avrupa’yı savunma için daha fazla bütçe ayırmaya zorlayacağı, bunun Avrupa liberalizmini gerileteceğine dair endişeler taşıyorlar ki haksız da sayılmazlar.

NATOyu modası geçmiş bir kurum olarak tanımlayan Donald Trump’ın Avrupa devletlerini de ihmalkâr” olarak değerlendirmesi, ABD’nin NATOdan çekileceğini üstü örtülü ifade ettiği yönünde görüşlere sebeb olmaktadır. DSÖ’den çekilme kararnamesini imzalaması, Rusyanın olası bir müdahalesi durumunda Avrupa’ya destek vermeyeceğini ifade etmesi de Avrupa’yı endişelendirmektedir. Bu durum Avrupa açısından ABD’yi, öngörülemez bir müttefik konumuna taşımaktadır. Önceleri Ortadoğu ülkelerinde iktidar değişimini hızlandırmak için planlanan Arap baharının benzerleri artık gizlenmeden açıkça Avrupa için aşırı sağ ve ekonomi politikaları üzerinden yürütülmektedir. Avrupa bunu kabul edilemez bulmaktadır ancak zulüm bumerang gibidir ve nereye atılırsa atılsın gerisin geriye döner ki bu tarihte tekerrür etmiş bir şeydir. Tüm dünyaya karşı ABD’nin safında hareket eden Avrupa, ABD’nin kendisine cephe almasıyla birlikte ortada kalmanın sıkıntısını yaşamaktadır.

ABD’nin Trump’ın gelişi ile öncelikli hamlelerinden biri de Paris iklim anlaşmasından çekilmek oldu. Trump’ın ilk döneminde de çekilme kararı alınmış ancak Biden döneminde anlaşmaya tekrar taraf olunmuştu. İkinci kez çekilmenin gerekçesi ise “Çin, cezasız bir şekilde çevreyi kirletirken Amerika Birleşik Devletleri kendi endüstrilerini sabote etmeyecektir.” oldu. Aslında demek istendi ki biz de Çin gibi cezasız bir şekilde çevreyi kirleteceğiz ve buna kimse engel olamayacaktır.

Grönland, Kanada ve Panama Kanalı’na yönelik Trump’ın talepleri de Avrupa’nın kaygılarını artıran diğer unsurlardır. Kanada demek İngiltere demektir ki, İngiliz Milletler Topluluğu’na bağlı federal bir cumhuriyet olan Kanada’nın devlet başkanı da İngiltere kralı veya kraliçesidir ve onların atadığı genel vali aracılığıyla yönetilir. Trump Kanada üzerinden açıkça İngiltereye gözdağı verirken, diline doladığı Grönland ve Panama Kanalı da ABDnin ekonomik güvenliği için gerekli görülmektedir. Ancak asıl amacın küresel ticaretin ve kaynakların kontrol altına alınması, stratejik noktalara erkenden konuşlanma isteği olduğu görülmektedir. Bugüne kadar diplomatik usullerle perde arkasından götürülen işler artık Trump üzerinden alenen yapılmaya, diplomatik teamüller yıkılmaya başlandı. Tıpkı Trump’ın ilk döneminde rahip Brunson olayında Erdoğan’a yönelik, diplomatik üslubun dışına çıkılarak yazılan mektup örneğinde görüldüğü gibi. Anlaşılan o ki gücüne güvenen haydutların, taleplerini daha tehditkâr ve hoyratça dile getirdikleri bir döneme girilmektedir.

Ortadoğu’ya dönersek, Trump’ın baskısı ile İsrail adı verilen işgalci yapının Hamasla ateşkese zorlanması, yeni başkanın daha göreve başlamadan önceki ilk icraatıydı. Konuya Hamas’ı tehditle başlayan Trump, İsrailli esirleri bir an önce salıvermesini yoksa Hamas’a gerçek bir cehennemi yaşatacağını dile getirirken dış politikadaki bilinen Amerikan çizgisini de yansıtıyordu. İsrailin arkasında durduğunu ve ateşkes” olsa bile uzun vadede politikalarının Filistin aleyhine olacağını herkese kanıtlıyordu.

Büyük şeytandan bundan başka bir sonuç beklemek elbette Müslümanlar açısından mümkün değildir. Zira Trump ilk başkanlığından sonra katıldığı bir tv programında, Ortadoğuda trilyonlarca dolar harcandığını ama Amerikanın bunun karşılığında hiçbir şey elde edemediğini ifade etmişti. İsrail ile Filistin arasındaki savaşın da kendilerini ilgilendirmediğini, bu savaşın sadece bu iki grubu ilgilendiren bir savaş olduğunu öne sürmüştü. İsrail’e ateşkes baskısı bu düşünceye dayandırılsa da asıl gerçeğin 15 ay süren aralıksız bombardımanda istenen sonucun elde edilememesi, Gazze halkının bu şekilde bölgeden uzaklaştırılamaması, Hamas’ın yok edilememesi, Amerikan kaynaklarının da oluk oluk tüketilmesi idi. Öte yandan Hamas’ın bilinen lider kadrosu yok edilmiş, aynı şekilde Hizbullah geriletilmiş, İran’la bağlantı kesilmiş, Suriye’de Golan Tepeleri’nin ötesine geçilmiş durumdadır ki ABD’nin bölgede bu statükonun oturması için de zamana ihtiyacı vardır.

Bölgede adı İsrail olsun olmasın, benzeri bir terör yapılanmasına batının ihtiyaç duyduğu kuşku götürmez bir gerçek. ABD ve batı için bölgede buldog görevi üstlenen İsrail daima destek altında ve güvenli bir şekilde orada tutulmaktadır. Ancak Gazze savaşı gösterdi ki ne kadar desteklenirse desteklensin Siyonist terör teşkilatının bölgede ilanihaye güvenli bir şekilde kalması mümkün görünmemektedir. Bu nedenle bölgede iyi bir ‘koruyucu’ daha düşünülmektedir. Suudi Arabistan’la İsrail ‘normalleşmesini’ içeren İbrahim Anlaşmaları’nın ikinci aşaması şu anda ısıtılmaktadır, uygun ortam bulunduğunda herkesin önüne sürülecektir. Trump’ın ilk döneminde Arap dünyasından BAE, Bahreyn ve Fas ile Siyonist teşkilat arasındaki ilişkiler tesis edilmişti. Mısır zaten 1979’da, Ürdün de 1994’te İsrail’le ilişkilere başlamıştı. Bu kervana General Abdulfettah el Burhan yönetimindeki Sudan da 2021’de dahil edilmişti. Müslüman Arap kamuoyu için hala büyük önem taşıyan Suudi Arabistan’ın İsrail’le ilişkisi ise, kamuoyundan gelebilecek tepkiler nedeniyle aradan çıkarılamamıştı! Hatta tam adım atılacakken başlayan Aksa Tufanı bu girişimi geçici olarak durdurmuş, süreç bugüne kadar askıda kalmıştı. Dışişleri Bakanı Blinken, Gazze savaşı sırasında birkaç kez, Suudi Arabistan’la ilgili olarak her şeyin hazır olduğunu dile getirmişti. Trump’ın gelişi ile bu sürecin tamamlanması muhtemeldir.

ABDnin Gazzede ‘ateşkese’ zorlaması elbette orada şehid edilen masumları düşündüğünden ya da İsrailin zulümde aşırıya kaçması nedeniyle değildir. Trump’ın ifade ettiği gibi milyarlarca dolar harcanmasına, onca silah ve mühimmat yardımlarına ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya gibi birçok devletin askeri ve siyasi desteğine rağmen Hamasa ve Gazze halkına diz çöktürülememiş olması savaşın bitirilmesi için en önemli sebepti. Sahada kazanamadıklarını masada almak ümidiyle ateşkes süreci başlatılırken Trump da daha başkan koltuğuna oturmadan, barışın mimarıymış, dünyaya barış getirecek bir lidermiş havasına büründürüldü.

Bunca küstahlığına ve hoyratlığına rağmen Trump’ın yaptığı ender hayırlı” sayılabilecek açıklamalardan biri belki de ‘cinsiyet’ konusundaki yaklaşımı olmuştur. Yalnızca kadın ve erkek cinsiyetin tanınacağını ve federal fonların cinsiyet geçişleri için kullanılmayacağını ifadelendirerek bu konunun en azından şimdilik kapatıldığını duyurdu. Bugüne kadar söz konusu lobinin faaliyetleri ile bu hayasız akın dünyanın her yanına ulaştırılırken, bu konunun ABD açısından rafa kaldırıldığı anlaşılıyor.

Trump’ı Pentagon ile karşı karşıya getiren girişimi ise, Suriyenin kuzeyinde bulunan Amerikan birliklerini çekme taraftarı olduğunu ifade etmesidir. Bu konuda ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) ile Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray’ın aynı düşünmediği biliniyor. Trump 2019’da yaptığı açıklamada Suriye için sonsuza kadar orada kalamayız derken, Pentagon Kürtleri ölüme terk ettiğimizde onlar da kendilerine başka müttefik ararlar ve bize bir daha asla güvenmezler diyerek Kürt gruplara silah ve maddi destekte bulunmaya devam edeceklerini açıklıyordu. Yeni dönemde ise Türkiye’nin etki bölgesi haline gelen Suriye’nin batısına karşılık, Pentagon ve YPG işgalindeki Suriye’nin doğusunun geleceği soru işaretleri taşımaktadır.

Rusya-Ukrayna savaşı hakkında da Trump, Biden yönetiminden farklı düşündüğünü göstermektedir. Geçtiğimiz aylarda Trump eski bir danışmanını Ukraynaya göndererek savaşın bitirilmesi ve Amerikan kaynaklarının Ukraynada tüketilmemesini istedi. Başkanın danışmanı daha sonra BBC’ye yaptığı açıklamada, Ukrayna’nın doğusunda Rus işgalindeki bölgelerden bahsetmeden, Kırım’ı bile Rusya’dan geri almanın gerçekçi olmadığını ve ABD’nin de umurunda olmadığını ifade etti. Amerikalı danışman, Zelenskiy bu savaşı durduracağız, barış ancak Kırım’ı geri aldığımızda olacak dediğinde, Başkan Zelenskiy’e hatırlatırız: Kırım gitti” dedi ve şöyle devam etti: Eğer önceliğiniz Kırım’ı geri almak ve Amerikan askerlerinin Kırım’ı geri almak için savaşmasını sağlamaksa, kendi başınızın çaresine bakın.” Bu sözler, Trump’ın Amerikan kaynaklarının yalnızca ABDyi daha güçlü kılacak şekilde ülke içinde kullanılmasını istediği şeklinde yorumlanıyor.

Evet, Trump’ın ABD’ye bir dönem daha başkanlık etmesi bekleniyor. Dünyayı, Amerikan ekonomik çıkarlarının merkezde olduğu bir süreç beklerken, bir yandan da ABD merkezli batı egemenliğinin devamı için Avrupa’da, Ortadoğu’da, Asya’da, Afrika’da ve Amerika kıtasındaki hamleleri sürecektir. Trump’ın söylemleri ve ‘tahmin edilemeyen’ hamleleri ile ABD’nin çıkarları ön planda tutulurken, Amerikan teknoloji şirketleri merkezli olarak tasarlanan dijital dünya düzeninin de taşları döşenecektir.

Artık ölmüş bir Amerikan rüyasını yeniden kitlelere empoze etmek için mücadele edilirken dünyanın geri kalanının yanması, yok olması batının, ABD’nin ya da Trump’ın umurunda bile değildir. Trump dünyaya barışı getirmek için çabalayacağı yalanını söylerken, ABDnin egosu nedeniyle dünyanın birçok yerinde insanlar silahların, bombaların altında dehşet içinde, açlık, susuzluk ve korkuyla yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Trump ve benzerleri, savaşları kendi toprakları dışında sürdürür ve çıkarları uğruna insanları birbirine kırdırırken hem kundakçı hem de itfaiyeci rolünü üstlenmeye de devam etmektedirler. Trump’ın seçilmesini dünya için bir başlangıç, yeni bir umut olmasını dileyenler hüsrana uğrayacaklardır.

Bizatihi Trump’ın gelmesi ya da Biden’ın gitmesi dengeleri değiştirmemektedir. Değişen dengeler başkanları değiştirmektedir. Amerikan senaryosu ise özünde bellidir. Oyuncu kadrosu değişebilir ama mevcut senaryo içinde kalmakla yükümlüdürler. Müslümanlar bunun bilincinde olarak zalimden merhamet dilemediği gibi, merhamet beklentisinde de olmazlar. Müslümanlar kendi gündemlerini inşa etmek, yeryüzünde halife kılınmasının zorunlu sonucu olan kaygılarının peşine düşerek adil bir dünyanın, tevhidi bir siyasetin inşasına çaba göstermek durumundadırlar.

Zalimlerin kırbaçları mazlumların sırtından inmeyecektir. Ta ki mazlumlar zalimden aman dilemeyi bırakıp zulme önce fikren, sonra da bütün gerekenleriyle başkaldırmayı başardıkları vakit. Rabbimizin bildirdiği gibi, “Zalimler nasıl bir inkılapla devrileceklerini yakında öğreneceklerdir.” (Şuara, 227)

HAMAS ÜMMETİN YÜZ AKI

7 Ekim Aksa Tufanı tarihe altın harflerle yazılan destansı bir direnişin öyküsüdür. Kıyamete kadar ümmetin çocuklarına anlatıp duracağı kadar büyük bir öyküdür bu. Bu savaşı değerli kılan “…nice az toplulukların nice çok topluluğa galebe çaldığı…” ayetinin tezahürü olmasıdır, 360 km2lik bir alanda yaklaşık iki buçuk milyonluk halkıyla, bir avuç Kassam Tugayı savaşçılarıyla yedi düvele karşı verilmiş bir zafere sahip olmaktır.

Osmanlı’nın Hicaz topraklarından çıkmasıyla kanayan bir yaraya dönüşen Filistin toprakları bugüne kadar birçok savaşın, siyasi entrikanın merkezine dönüştü. Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs İngilizlerin yardımı ve desteği ile bir Yahudi beldesi haline getirilmiş, 1900lü yıllardan itibaren kademeli olarak işgalci çeteler yardımıyla genişletilmiş ve 1948’de batının himayesinde ilan edilen İsrail devletiyle oradaki Siyonist varlık perçinlenmiştir. Bununla da yetinmeyen Siyonist güruh, parça parça Filistin topraklarını yutmaya devam etmişlerdir. 1967’de imzalanan Camp David anlaşmasıyla da kendisini bölgede bir güç olarak kabul ettirmişlerdir.

7 Ekim Aksa Tufan’ı ile ilk kez işgal altındaki topraklara girilirken, ilk kez onlarca esir alındı ve ardından başlayan savaşta Siyonistler ilk kez binlerce askerini yitirdi. Bu savaş, öncesi ve sonrasıyla, İsrail’e verdiği hasarla öncekilerden oldukça farklıdır. En başta, yenilmez ordu ve istihbarat, aşılmaz demir kubbe gibi efsaneleri bu savaşla yerle bir oldu. Demir kubbe yarıldı, askeri üsleri, havaalanları, Mossad merkezi, Netanyahunun evi dahil birçok stratejik nokta hedef alındı. İsrail, aynı zamanda dünyanın tüm halkları nezdinde itibarını kaybetti. 1945’ten beri silah olarak kullandığı Holokost kartını yitirdi. Dünya artık Yahudilere masum gözüyle bakmadığı gibi, bilakis katliamın faili olarak görmektedir. Artık Yahudiler kendilerini dünyanın hiçbir yerinde güvende hissedemeyeceklerdir. Siyonizme destek veren ticari markalar artık herkes tarafından bilinir ve boykot edilir hale geldi. Ancak hepsinden önemlisi, İsrailin işgal ettiği Filistin topraklarındaki mağdur pozisyonunu, dolayısıyla dünya halklarının gözündeki meşruiyetini yitirmiş olmasıdır. Bundan sonra saat devamlı olarak İsrail ve müttefiklerinin aleyhine işleyecektir.

Bu savaş sadece Filistinliler için değil Müslüman ümmet için de bir uyanışın vesilesi olmalıdır. Üstündeki ölü toprağından kurtulmanın yollarını arayan Müslümanlar gerek İsrail protestoları ile gerekse mücahitlere ve Gazze halkına gıda yardımları gönderebilmek için seferber olmuşlardır. Bu süreçte Müslümanlar, küfre karşı yek vücut olmanın hayati önemde olduğunu da idrak ettiler diye düşünüyoruz.

Gazze Müslümanlara çok şey öğretti ama sadece Müslümanlara değil tüm dünya halklarına öğretmen oldu. En başta medeniyet denilen, insan hakları diye tanımlanan efsunlu cümlelerin sadece beyaz tenli mavi gözlü batı insanını kapsadığını, onun dışında ne siyahi, ne Kızılderili, ne sarı benizli, ne de Müslümanları kapsadığını ifşa etti. Vicdan sahibi batı kamuoyu, devletlerinin ikiyüzlülüğünü her hafta meydanlarda protesto ederken, binlerce kişi de bu süreçte İslama ısındı, binlercesi İslam’la şereflendi.

Öte yandan, Batılı devletlerin hala İsrail’e açıkça destek sağlamaya devam ettiğini müşahede etmekteyiz. Ekonomik, askeri ve siyasi destek kesintisiz sürerken, Türkiye gibi bazı ülkeler de tarafsızlık adı altında İsrail’le ilişkilerini kesintisiz sürdürmektedirler. Savaş öncesinde İsraille sağlanan yakınlığa özlem duyanlar ateşkesin sağlanmasıyla yeniden depreşmeye başladılar. İş dünyasından, normalleşmeninsağlanması ile birlikte İsrail’le yapılacak ticaretin bir an önce başlamasını özlemle dışa vurmaktan çekinmeyenler bulunmaktadır.

Gazze’deki savaşa dair tüm dünyanın not ettiği en önemli nokta, Gazze halkının çoluk çocuk demeden bombalar altında şehadeti tadarken, direnişe verdiği destekten bir an olsun vazgeçmemesidir. İmanı ve halkının desteğiyle mücahitler büyük bir direnişi başardılar. Eğer bu savaş sadece İsrail ve Hamas arasında gerçekleşiyor olsaydı, Allahu alem bu direniş İsrail’i Filistin’den söküp atmak için yeterli olurdu.

Hamas sadece askeri hedeflere karşı savaş verirken İsrail hedef ayırt etmeksizin hastane, okul, cami, pazar yeri daha vahimi, kendisinin güvenli alan ilan ettiği yerleri dahi dünyanın gözü önünde yakıp yıkmaktadır. Hamas, esirlere insan muamelesi yaparken İsrail işkenceden geçirmektedir. Aliya İzzetbegoviç’in bizim onlara adaletten başkaca bir borcumuz yoktur” sözünü doğrularcasına, Hamas hak etmeyene intikam duygusuyla yaklaşmadı. İşte bu yaklaşım savaş hukukunu, Müslümanların ilkesel duruşlarını dünyaya göstermesi açısından çok değerlidir.

Ateşkesle birlikte Hamas’ın defalarca teşekkür ettiği grupları da unutmamak gerekir. Zira İran Hamasa bir taraftan askeri ve ekonomik yardım sağlarken diğer taraftan da bilfiil füzeleriyle İsrailde birçok stratejik noktayı vuruyordu. Hizbullah ve Irak İslami direnişi, düşmanın cephesini genişleterek dikkatini ve gücünü dağıtmasına neden olurken, Yemen’de Ensarullah hareketi de İsraile ait gemileri engelliyor, Amerikan uçak gemilerine saldırıyordu. Şii olduğu için eleştirilen bu gruplar, Sünni olmasına rağmen Hamasa desteklerini sonuna kadar sürdürdüler. Savaşın sonunda da Hamas kendisine yakışan bir şekilde kendilerine teşekkürlerini sundu. Ayrıca görüşmelerde masada olmasa da masa dışından gösterdiği gayret için Türkiye’ye de teşekkür etti.

Büyük İsrail zaten hep hayaldi artık hayal olarak bile kafalarda yer bulamaz hale gelmiştir. Arz-ı Mevud mefhumu kendine ancak fıkralarda yer bulabilecek, bir süre sonra da unutulup gidecektir. ABD ve Avrupa yardımları olmasa, savaşacak gücü de, ayakta duracak mecali de bulunmayan İsrail, koltuk değnekleri ile nereye kadar yürüyebilecek bakalım. İsrailin Lübnan’dan ve Suriye’den teselli mahiyetinde küçük parçalar koparmaya çalışması kimseyi aldatmamalıdır. İran’ın bölgeden uzaklaştırılması, Hizbullah’ın geri çekilmesi, Suriye’de Avrupa ve ABD destekli bir hükümetin kurulması, tamamen İsrail lehine gelişmeler olarak görülmekte de acele edilmemelidir. Biz müzakere sürecinde Hamas’ın askeri başarısını masada da göstermesini diliyoruz. Onlar davalarını ellerinden geldiğince büyüterek yürütüyorlar. Bizim ümmet olarak küfürle mücadeleyi bir bütün olarak ve tüm boyutlarıyla görmeye ihtiyacımız vardır. Küfürle İslam’ın savaşının kıyamete kadar süreceğini hiçbir zaman unutmamalıyız.

İktibas Dergisi, Şubat yorumu, sayı 554

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *