Tarihin tecrübesinden faydalanmak ve gerekli dersleri çıkarmak, her topluluk için hayat memat meselesi olarak kabul edilir. Müslümanlar açısından en kritik tarihi dönemlerden biri de, şüphesiz modernleşme dönemidir.
Yakup Döğer
Modernleşme döneminde, bir kurtuluş ideolojisi olarak ortaya çıkan İslamcılık ve İslamcıların yaşadıklarından, onların selefleri olan günümüz İslamcıları gerekli dersleri çıkarabilmiş midir?
Büyük sıkıntıların, kaosların, buhranların yaşandığı, devletin çözülüp çöktüğü, amansız savaşların yaşandığı bir dönemde ortaya çıkan kurtuluş düşüncelerinin, ilk defa karşılaştıkları problemler karşısında birçok hatalar yapması mazur görülebilir. Fakat tecrübe edilmiş hataların selefleri tarafından tekrar yapılması, seleflerini mazur gösterebilir mi? Buradan hareketle, dünden bugüne kısa bir seyir izlendiğinde sonuç ne çıkar?
Bu kısa girişten sonra, İslamcılık Düşüncesinin, dağılmakta olan ne varsa, toparlamak için ortaya çıktığını, ortaya çıkarken de, değişim ve dönüşüme karşı nasıl bir tavır aldığı, modernleşme serencamını nasıl ve hangi kurucu kavramlarla sürdürdüğünü anlamaya çalışacağız. Bilindiği gibi bütün ideolojilerin, üzerine oturduğu, inşa olduğu kurucu kavramları vardır. İslamcılık Düşüncesinin kurucu kavramlarından biri de “ictihad” kavramıdır. Bu kavramın serencamı nedir, bahsi geçen düşünce içerisinde nasıl bir işlev görmüştür?
İslamcılığın kurucu kavramlarından olan “İctihad”, kendi geleneksel mecrasından çıkarılarak ve içi yeniden doldurularak, modernleşmeye ivme kazandırmak için kullanışlı olmuş kavramlardan biridir. İctihad kavramının, İslamcılığın kurucu kavramlarından biri olduğu tartışma dışıdır.
İslamcıların yeni bir düzen kurgusunda hareket noktası ve yorum kaynağı olarak ictihad kavramı, zamanın şartlarına göre kurulan yeni düzeni meşrulaştırmak için oldukça faydalı işlev görmüştür. İctihad kapısının kapalı olması, bu kapalılığın yeni değişimler karşısında büyük bir engel teşkil etmesi, İslamcıları bu kavram üzerinde yeni yaklaşım ve yorumlarda bulunmaya götürmüştür.
İslamcılar ictihad kavramının bir mesele olarak tartışılmaya başlamasının şer’i dayanağını da Mecelle’de yer alan “Ezmânın Tegayyürü İle Ahkâmın Tegayyürü İnkâr Olunamaz” kaidesine dayandırdılar. İslamcılar için bu külli kaide sadece ictihad kavramının tevilinde değil, yeni siyasi ve iktisadi düzene aykırı olan her meselede dayanak olarak kullanıldı.
Her şeyi baştan sona değiştirmeye, kadim kurum ve kuruluşları yerinden yurdundan etmenin gerekliliğine inanan İslamcılar, Mecelle’de geçen kaideyi adeta sihirli bir değnek gibi kullanmayı başardılar. Onlara göre, ulema uhdesinde olan ictihad, ulema sınıfının bir hakkı, yetkisiydi. Adı geçen kaidenin de tasarrufu ulema sınıfının elindeydi. Dünya değişmeye başlamış, değişen dünyaya ayak uyduramayan devlet çökmenin eşiğine gelmiştir. Bu sebepten İslam dini değişen zamanlar ve gelişen olaylar karşısında varlığını, geçerliliğini, ictihad kapısının açılması ile muhafaza edebilirdi.
Geleneksel düşüncenin kabul ettiği “ictihad kapısının kapalı olduğu” tezine İslamcılar itiraz ederek, ictihad eyleminin yeniden canlanması gerektiğini ileri sürdüler. Onların ileri sürdüğü iddialar kısmen haklılık gösterse de, aslında başka bir noktaya işaret etmekteydi. Taklidin, mukallitliğin sakıncalarını detaylıca izaha gayret eden İslamcılar, canhıraş Batılı yaşam tarzını, siyasetini, iktisadını taklit etmeye başladılar. İslamcılara göre, mütekaddimin ulemanın ictihadları, bu içtihadlara dayanan taklitçilik ve bu taklitçiliğe bel bağlamanın sonucunda Müslümanlar dünyadaki gelişmeleri görememiş, takip edememiştir. Bu sebepten din olarak İslam ve Müslümanlar dinamik yapısını kaybetmiş gerilemiştir. Eğer İslam’ın gelişmesi, Müslümanların tekrar söz sahibi olabilmesi isteniyorsa, ictihad kapısı tekrar açılmalıdır.
Geçmişten ve geçmiş ictihadlardan yeni düzen için şer’i bir meşruiyet sağlayamayacaklarını görenler için, ictihad kapısının açılması zaruri ve hayati bir mesele idi. Belki de tek çıkış yoluydu. İctihad kapısını açmak için zorlayan İslamcılar, bu kapının açılması için “Asr-ı Saadet”e gitmenin gerekli hatta zorunlu olduğunu gördüler. Fakat bu geri gidiş nasıl olacaktı? Tarihin içinden, geçmişin tecrübelerinden istifade ederek mi? Yoksa bin üç yüz yıllık tecrübenin ve birikimin üstünden atlayarak mı? Burası İslamcılar için büyük problemdi.
Tarihin içinden geriye doğru giderek Asr-ı Saadet’e ulaşmak isteseler, yapıp etmek istedikleri ne varsa, hiçbir şekilde cevaz bulamayacaklardı. Bu sebepten Asr-ı Saadet’ten yaşadıkları döneme kadar olan zaman dilimini yok saydılar ve tarihin üstünden atlayarak Asr-ı Saadet’e ulaşmaya çalıştılar. Asr-ı Saadet’e ulaşan İslamcılar, bin üç yüz yıllık tarihi tecrübeyi, müktesebatı, fıkhi külliyatı, kelami birikimleri, tefsirleri, bir kenara bırakarak köksüzleştiler.
İşte tam bu vakit, ictihad kapısının açılması zaruret arz etti. Zira ellerinde hiçbir şey kalmayan, bütün sermayesini tüketen müflis tüccarlara döndüler. Fakat onlar “hiçbir şeysiz kalmayı” büyük bir kazanım olarak değerlendirdiler. Artık “ictihad kapısı” da (kendilerince) açılmıştı. Artık Asr-ı Saadet’e benzemekten ziyade, Asr-ı Saadet’i “Asr-ı Hazıra” benzetmek, ictihad kapısını açan ve ictihad yetkisi elinde olan ulemaya kalmıştı.
Peki, İslamcılar ictihad kapısını açmakla ne yapmak istemişlerdi?
Dinlerine güveni kalmayan ve kendilerine de özgüvenlerini yitiren İslamcılar, modernleşmenin dayattığı, ya da kendilerinin talep ettiği her şeye dini yönden cevaz bulmaya çalışacaktı. Kendilerince, İslam yeni meselelerle karşılaşmıştı ve bu meseleler zamanın şartlarına göre çözüme kavuşturulmalıydı. Amaçları zamanın ruhuna uygun çözümler bulmaktı. Tabii bu çözümlere dinin de cevaz vermesi gerekiyordu. İslam düşünce mirası ve geleneği içinde zamanın ruhuna muhalif olan ve acilen çözülmesi gereken problemleri tespit etmeye çalıştılar.
Bu problemlerden biri, çeşitli mezheplerin varlığı idi. İslamcılar, İslam düşünce geleneğinde ve yaşam tarzında yüzyıllardır varlığı kabul görmüş mezhepleri birleştirmek (tevhid-i mezahib), birleştirilemezse aralarındaki ihtilafları en aza indirmek istediler. Aslında bu düşünce, modernizmin dayattığı “tektipçilik”ti. Farklılıklara müsamaha yoktu. Mezhepleri birleştirmek istenmesinin sebebi de, yeni düzende yasama faaliyetlerinin önünü açmak, bazı mezheplerden gelecek itirazları, sivri tepelerini törpüleyerek bertaraf etmekti. Zamanın şartlarına en uygun hükümleri çıkarmak, yürürlüğe koymak ancak bu yolla mümkün olabilirdi. Bunun için ictihad kapısının açılması gerekliydi.
Avrupalı olacaklarını ama aynı zamanda da Müslüman olarak kalabileceklerine kendilerini ikna eden İslamcılar, Batı medeniyetine ağızlarını sulanarak bakıyorlardı. “Alınız ilmini garbın alınız sanatını, Veriniz hem de mesainize son süratını” diyerek, terakki edeceklerdi. Fakat Batı medeniyetinden, bulundukları geleneksel düşünce ve fıkhi kabullerle yeterince faydalanamayacaklarına kanaat getirdiler. Zira “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” diyen muhkem bir külli kaide vardı. Önlerinde duvar gibi duran fıkhi geleneği aşmak için, ictihad kapısının açılması gerekiyordu.
İctihad kapısının açılmasıyla kendilerine, yeni bir kelami, fıkhi, felsefi, tefsir, yorum ve yaklaşımlar sağlayacak, zamanın ruhuna uygun yorumlarla, yapıp etmek istediklerine meşruluk devşireceklerdi. Yeni yorumlarla, modernleşmenin önünü açmayı, İslam’la modernizmi uzlaştırmayı düşünüyorlardı. İctihad kapısını sistematik olarak açamasalar da, ulemanın desteğiyle dini yeniden yorumlamayı büyük oranda başardılar.
İslamcılar için ictihad kapısının açılmasının diğer bir önemli sebebi de, mütekaddim ulemanın din üzerinde hâkimiyetinin kırılmasını sağlamaktı. Eski ulemanın hâkimiyetini kırdıklarında, din üzerinde büyük bir yetki ve hâkimiyet alanını da ele geçirmeyi hedefliyorlardı. Ele geçirmeye çalıştıkları yetki alanı da, eski ulemanın nüfuzunun çok daha ötesinde ve çok daha genişti.
İslamcıların bu cüretkâr tavrı ve düşünce yapısı, eski ulemanın cesaret edemeyeceği boyuttaydı. Onlara göre, Kur’an son vahiydir ve Hz. Muhammed son peygamberdir. Son kitap ve son peygamberin gelmesiyle, insanlık olgunluk seviyesinde olabileceği en mükemmel yere çıkmıştır. Bu sebepten artık insan ahlaki ve fikri olarak kendi kurtuluş kaderini kendisi belirleyebilirdi.
İslamcılar, İslam’daki hükümleri nassa dayalı ve ictihada dayalı hükümler olarak ikiye ayırdılar ve birincilerin değişmeyeceğini ikincilerin ise zamana ve şartlara göre değişebileceğini ileri sürdüler. Nassa dayalı (değişemeyecek olan) hükümlere ise hürriyet, müsavat, kadın-erkek ilişkileri gibi aslında zaman ve şartlara göre değişebilecek hükümleri örnek gösterdiler. Müslümanların meclisinde gayrimüslimlerin yasama yapıp yapamayacağı meselesini ise ictihada dayalı hükümler olarak değerlendirdiler.
İslamcıların ictihad kavramına sarılmalarının diğer bir sebebi de, medrese ile parlamento arasında sıkışmış olmaları idi. Geleneksel devlet düzeni değişmiş, daha önce İslam dünyasının tecrübe etmediği Batı tipi parlamenter sistem gelmiştir. Yeni kurulan düzen ise, yüzyılların birikimi olan fıkhi müktesebattan kendisine cevaz sağlayamamıştı. İslamcıların hemen hepsine yakını ise ya Meclis-i Mebusan’da mebus ya da Meclis-i Ayan üyesidir. Parlamento dışındaki kimlikleri ile parlamento içindeki kimlikleri birbiriyle zıttır. Onları iki kimlikli olmaktan kurtaracak olan ise ictihaddır.
Bu hususa dair, ictihada dayalı yeni yorumlar yapılır. Bu yorumlara göre, Muhammedi şeriat İslam Devletinin tarz ve şekline sınır koymamış ve cüz-i ahkâmı hususunda tek tek açıklamada bulunmamıştır. Yalnız devletin nasıl olacağının esaslarını tayin etmiştir. Mesela şura için gerekli şartları, söz söyleme hürriyetini ve bir araya gelme gibi ki son zamanda ortaya çıkan Avrupa devletlerinde olduğu gibi millet meclisi olan parlamentolar bu esaslar üzerine vaz olunmuştur.
Muhammedi Şeriatın İslam Devletinin tarz ve şekline herhangi bir sınır koymadığını ileri sürmek, ictihad kapısının açılması sonucu yapılan yeni bir yorumdur. Oysa İslamcılar İslam Tarih tecrübesini kendi geleneği içinde, tarihin üstünden atlamadan, tarihi geriye doğru tetkik edip tevarüs ederek meselelerini çözmeye çalışsalardı daha isabetli sonuçlar alabilirlerdi.
İslamcılara göre yeni ictihadlar inkâr edilemeyecek derecede zaruri idi. Bu zarureti inkâr etmek, bir topluluğun hayati gıdasını inkâr etmek demekti. Lakin ne yapacakları ve nasıl yapacakları hususunda net fikirleri de yoktu. Kafalarından geçen, İslam aleminden hakikaten fazileti ve ilim sahibi bir ekibin bir araya gelerek büyük bir meclis oluşturmaları idi. Böyle bir meclis, günün ihtiyaçlarını göz önüne alarak çözümler üretebilirdi. Bu ilim meclisinin en önemli meşguliyeti ise, sosyal işlere temas eden ve artık zaman itibarıyla faydaları kalmayan ictihadları değiştirmek ve yenilemektir.
İslamcıların en çok takıldıkları meselelerin başında gelen, yukarıda belirttiğimiz gibi, mezhepler meselesi idi. Yeni kurulacak ilim meclisinin görevlerinden biri de, mezheplerin hepsini tetkik etmek, bu tetkikin sonucunda yeni bir ictihadla umumi bir mezhep meydana getirmekti. Bu umumi mezhebin en belirgin özelliği hikmet olmalıydı.
Amacımız, ne geçmişi yermek geçmiştekileri tahkir emek, ne de birilerini yüceltip kutsamaktır. Amacımız geçmişin hatalarından bugüne ders çıkarmak, aynı hataların yapılmasının –acizane– önüne geçilmesine yardımcı olmaktır. Şurası herkes tarafından bilinmektedir ki, İslamcılar yüz yıl önce hangi hataları yapmışsa yüz yıl sonra da (günümüzde de) aynı hataları yapmaktadır. Böyle giderse aynı hatalar İslamcıların gelecek nesillerinde de devam edecektir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *