Ne tuhaf bir anın şahitleriyiz. Her şeyi olgular halinde parçalayıp dağıttık. Ortada anlatabileceğimiz, anlayabileceğimiz bir şey kalmadı. Sadece büyüsü bozulmuş, gerilimi kaybolmuş bir tortuyla ilerliyoruz. İlerlediğimiz bu yolda geçmişimizin izlerini göremiyoruz. Geçmişizlerin olmadığı bir yol, yol mudur?..
M. Akif Coşkun
Güzel düşünen güzel görür
Derin düşünen güzeli görür
Güzel ve derin düşünen güzele görünür
“Enformasyon zamanı parçalara böler. Zaman, güncel konularla anlık olarak ilgili olanın dar izine indirgenmiştir, onun kadar kısalmıştır. Zamansal yayılımdan [genişlik ve derinlikten] yoksundur. Güncelliğe mecburiyet hayatımızı istikrarsızlaştırır. Geçmişin artık şimdi üzerinde herhangi bir etkisi yok. Gelecek daralır; o anda geçerli olanın sürekli güncellendiği bir bakış haline gelir. Böylece tarihsiz var oluruz, çünkü anlatı bir tarihtir.”1
Gözümle gördüğümü dile getirmeye artık dilim varmıyor. Nedeni illaki vardır ve düşünmeye dursam illaki bir sebebe teşmil eyleyeceğim, biliyorum. Ama düşünmek istemiyorum. Sebebini dahi merak etmiyorum. İçimdeki merak duygularım birer birer kuruyor. Ne yeni sapaklarda yeni arayış evrilmelerine merakım var ne de yorgunluk duraklarında üzerinde düşünmeye. Bir şeyler üzerine konuşmanın anlamını yitirdiği bir anın şahitleriyiz, ama yine de alışılagelmiş zihnimizle alışılagiden dilimizle ama daha kısa, daha hızlı, daha özsüz konuşmayı sürdürebiliyoruz. Birbirimize bir şeyler anlatma derdiyle konuşmuyoruz. Birbirimize bir şeyler dayatma derdiyle de konuşmuyoruz. Birbirimize ne için konuştuğumuzu da bilmiyoruz ve zaten bu kısa-hızlı-özsüz konuşmalarımız kısa bir zaman sonra hızlı bir şekilde ardında bir öz bırakmadan kayboluyor. Konuşmayı biraz uzun, biraz yavaş ve biraz özlü hale getirmeye yeltensek bu sefer de tahammül etmekte zorlanıyor, konuşulanları gereksiz buluyoruz. Ne tuhaf bir anın şahitleriyiz. Her şeyi olgular halinde parçalayıp dağıttık. Ortada anlatabileceğimiz, anlayabileceğimiz bir şey kalmadı. Sadece büyüsü bozulmuş, gerilimi kaybolmuş bir tortuyla ilerliyoruz. İlerlediğimiz bu yolda geçmişimizin izlerini göremiyoruz. Geçmişizlerin olmadığı bir yol, yol mudur? Bilmiyorum, bilmek dahi istemiyorum.
Bilmek dili sezer, dil de bilmeyi anımsar.2
Gözümle gördüğümü kendime saklamaya gönlüm el vermiyor. Ancak dilim de varmıyor. Her iki durumun yokluğu zaten hissedilmiyorsa bunu dert edinmenin alemi var mı? Karmaşık duygular içinde ilerliyorum. İhtiyat ile öfke arasında gidip geliyorum. Yazıp yazıp karalıyorum üzerini. Kelimelerim iğreti duruyor, cümlelere yakıştıramıyorum kendimi, çiziyorum üzerimi. Kitaplarımın arasında gezinip duruyorum. Açıkçası ne aradığımı da bilmiyorum, ne bulacağımı da, bulduğumla ne yapacağımı da. Üzerinde düşünmemeye çalışıyorum. Bulacağım her neyse beni acıtacağından korkuyorum. Acıdan bu kadar korkar mıydım? Hangi acıdan? Acının tarifi yeniden yazılıyor diye mi tüm bunlar. Acının, korkunun, yokluğun, yoksunluğun, yok sayılmışlığın ve artık daha ne vardıysa sayılacak, ahlakın, inancın, davanın, şahid olmanın, şehid olmanın, mücadelenin, mücahedenin, artık gerisini siz getirin, tüm bunların tarifi ve tarihi yeninden yazılıyor diye mi böyleyim. Oysa mevcut tanımlarla ne de güzel bir duruşum vardı. Rahatımız yerindeydi. Rahatım yerindeydi, rahatım yerinde, rahatım yerimde, rahatım yerim de.
Bir kaçış durmadan bir kaçış. Durmadan söyleyememek her şeyi açık ve seçik. Herkes zaten açık ve seçik. Durmadan kitaplara sığınmak kadar aziz. Fakat yetiremiyorum. Yorulmuş vakitlerden kaçıp sığınıyorum kitaplara. Üstüme sayfalarını çekip sağırlaşmak istiyorum gürültülerden. Bir kıyamet kopsa, yer yerinden edilse, yeryüzünde cümle hayat tekrar âdemlense ne olur? Hesabını kolayca verebilir miyim öyle olsa.
İnsan, derinlere olduğu gibi, yükseklere de düşebilir. Derinlere düşmeyi esnek tin, yükseklere düşmeyi ölçülü aklı başındalığın yerçekimi engeller.3
Kitaplığımın tozlu raflarından bir kitap yuvarlanır avuçlarıma. Sert bir hoyraz tarar sayfaları yırtarcasına ve gözüme sokarcasına ve öğütlercesine biz büyükleri: Rahat ol bırak kendini. Değil mi ki düşüncelerin de kırılgan. Neden kasıyorsun kendini? Düşüncelerinin gölgesinde serinleyen sanatın, ve diline yuvalanan bahanâtın ne kadar kaim? Bak türküler okuyan sesin bile nağmeli değil mi?
Rahat ol bırak kendini, yol mu alacaksın sanki, yol mu vereceksin tuzla buzlanmış fikirlerinle. Neden kasıyorsun kendini? Binbir sabırla ve iştiyakla ve inançla yoğurduğun ve yonttuğun heykelin ilk yağmurla aşınmayacak mı sanki? Rahat ol bırak kendini. Bak okuduğun ve yazdığın şiirlerin başıboş üküncü yengi serbest nazım. Neden kasıyorsun kendini? Seni çepeçevreleyen ne varsa, neyin varsa ve hatta içini kuşanan, seni sen yapan, senden alan o kooskoca kalbin bile kırılgan. Rahat ol bırak kendini. Daha ölmedin ve ölmeyeceksin bir vakte kadar. Görecek günlerin var görüleceklerin. Ölürken yeterince ve zaten kaskatılaşacak değil misin? Neden kasıyorsun kendini? Su gibi ol aziz, gibi ol akışkan. Zaten her şey kırılgan.
“Öyle bir çelişkiler boşluğuna düşersin ki ne kadar zeki, akıllı ve cesur olursan ol içinden çıkamazsın! Bir gün bir şey istersin, ertesi gün o istediğin şeyi elde edersin, daha ertesi gün bunu istemiş olmanın düşüncesinden bile utanırsın, sonra da istediğin oldu diye hayata lanet okursun. Kibirinin, hayatın içine balıklama dalma özgürlüğünün, inatla istiyorum demenin sonucu budur. İnsan hayatta yolunu el yordamıyla bulmalı, pek çok şeye gözünü kapamalı, mutluluğu hayal bile etmemeli, elinden kaçan mutluluk için söylenmemeli. İşte hayat budur! Hayatın mutluluk ve zevk olduğunu kim söylemiş? Deliler!“
(Gonçarov – Oblomov)
1 Byung-Chul Han, Anlatının Krizi, Ketebe, s.28.
2 Friedrich Hölderlin, Şiir ve Tragedya Kuramı, Notos Kitap, s.103.
3 Friedrich Hölderlin, Şiir ve Tragedya Kuramı, Notos Kitap, s.41.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *