Coğrafi sınırları tanımlı bir ülkede yaşayan insan kalabalığını “bir ‘millet-halk-toplum-ulus’ yapan”; onları “bir”leştiren; dayanıştıran; ortak hedefe koşturan; dirliği/yönetimi düzenleyip ortak geleceği paylaştıran “en temel unsur” veya “motivasyon” nedir?..
Hüseyin Alan
Cevaplara bakalım:
Tevhid dini İslam’ın cevabı “kabile asabiyesi” değil “imani asabiye”dir. Buna göre insanlar hangi asabiyeyi birleştirici unsur ve ortak değer olarak kabul etmişseler, siyasi sosyal ve iktisadi etkinlikler başta dünyevi tüm işlerini buna göre düzenlemeyi de kararlaştırmışlar demektir. (Bunun neliği yazı konusunun dışındadır.)
Modern uygarlık öncesi klasik çağın cevabı “din” idi. Kadim dinler bu işi yapıyordu: İslam milleti, Hristiyan milleti, Mecusi milleti, Budist milleti, pagan milleti gibi.
Modern çağın ve medeniyetinin cevabı “devlet” oldu: Devlet, sınırları tayin edilmiş bir vatanda yaşayanları ulus-millet temelinde insanları birleştiren, dirliği/düzeni sağlayan, yegane hükümran olandı: Dolayısıyla devlet, ortak değer oldu..
Kana-aileye dayalı yöneticiliğin ortak değer kabul edildiği, keyfi buyurganlığın yasa sayıldığı devletler yapısının tasfiyesinden sonra geçilen modern devletlerde;
Ortak değer kabul edilen yazılı bir anayasaya ve ona bağlı düzene; laikliğe; kuvvetler ayrılığına; yöneticilerin seçimle gelip gitmesine; tek dille öğretilen ulusal tarih ve edebiyat öğretisine; fikir serbestisine; özgürlüğe; serbest ticarete geçiş.. gibi unsurlar, devletin bileşenleri, bütünün parçaları olup ana unsur değiller.
Başka bir deyişle bu unsurlar aynı vatanda yaşayanların, kendileri dışında ve üstünde örgütlü, merkezi iktidarı temsil eden devlete karşı anayasal hakları, özgürlüğü, güvenliği, refahı, mutluluğunu teminat altına alan ilkeler olup, aynı zamanda devleti sınırlayan ilkelerdi. Fakat bu ilkeler devletin makbul vatandaşlık imalinde gerek şartlar olarakta var oldu…
Siyaset tarihinde devletin varlık sebebinin pek değişmediği ama “uluslaşma, laiklik ve endüstrileşme” şartının modern devletin ayırıcı vasfı olduğu anlatılır. Klasik devlet ile modern devlet burada esastan ayrışır.
Bu durum başka bir açıdan devlet ile dinin iki ezeli siyasi rakip olduğuna da işaret eder…
Modern çağı başlatan batı Avrupa’da ilkin, sonradan evrenselleştiği için küreselleşen dünyada, eskiyi bırakıp yeniye geçişte mağlup olan ve devletin hizmetine giren kilise, dolayısıyla onun nezdinde din (ve dinler), aslında neydi? Devletten bağımsız örgütlü; kendi cemaat üyeleri olan; kendine has mülkleri, vergi sistemi, yargısı olan siyasal bir güçtü.
Kilise, uluslaşma, laikleşme ve endüstrileşme çağına geçişte ezeli siyasi rakibi devlete yenilip teslim olduğunda doğal olarak ulusallaştı:
Cismaniliği bırakıp ruhanileşti; dünyevileşmeyi bırakıp uhrevileşti; maddi-fizik alemden çıkıp manevi-metafizik aleme gitti.
Dolayısıyla devlet, ulusal birliği sağlayan, idari dirliği tesis eden ve koruyan tek ortak değer kaldı, oldu…
Türkiye’nin İslami dayanaklı kendine has düşünsel, tarihsel ve toplumsal millet-devlet temelli ezeli yapısı, modern ulus devlet, endüstriyel toplum ve laik hukuk sistemine geçişe itiraz ettiği ve uyum sağlamadığı halde, Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetle finale ulaşan ve adı konan modern medeniyete geçişte hayli zorlanan mensuplarıyla, yapılacak çok şey yoktu. Çünkü
Geçiş yukardan yapılıyor, reformlar peşpeşe uygulamaya konuluyor, süreç içinde aşağının yeniye uygun şekillenmesi bekleniyordu. Burada ilginç bir şey oldu, toplumu merkezden iki ana hatta ayırıldı; eskiden istifade edenlerle yeniden istifade edenler ayrıştı.
Batı medeniyet evrenine geçişin hedeflendiği rotada tek partili dönemin parti devlet modeli, süreçte muhalif siyasi partilerin modern siyaset ve devlette olduğu gibi demokratik misyon üstlenmesi yerine o toplumsal kırılmadan beslenmeyi politik mücadeleye dönüştürdü.
İktidar gelen partilerin iktidar süreleri uzadıkça, kurucu partinin “parti-devlet” modelini tekrarlamasıyla iktidar mücadelesi müesses nizamı yönetmekten çok devlet imkan ve fırsatlarını kendi ve taraftarları lehine kullandırma mücadelesine dönüştü.
İlave etmeli ki süreçte dünyanın siyasal ve iktisadi değişimine uyum çabasının zoruyla siyasal krizleri, askeri sivil bürokrasi darbeleri takip etti. Toplumu yukardan hizaya sokuş geleneği devam etti. Arada devletin ortak değer oluşu ve kamusal nitelik özelliği yıpratıldı.
Netice, daha evvelinden başlandığı halde adı konduğu için diyelim yüzüncü yılını idrak eden cumhuriyette, siyasal ve ekonomik sorunlar bir türlü hallolmadı; hukuk biteviye politikleştiği için güvenlik ve mutluluk endişe kaynağı olmayı sürdürdü: Kuruluş yıllarının ideolojik mirası sayılan toplumsal kamplaşma alttan alta kendini ya tuttuğu partide ifade ederek varlığını muhafaza ediyor, ya da kendi güvenlik alanına çekilip kapalı devre yaşamayı yeğliyor.
Dolayısıyla ortak değer sorgulaması ve arayışları zümresel kamplaşmayı da tetikliyor…
Darbe dönemlerinin katkısıyla yerini hukukun üstünlüğü, katılımcı demokrasi ve özgür dünyaya dönüşe kaptıran Atatürkçülüğün, son yıllarda kendine yüklenen “ortak değer” misyonunu bu bağlamda okunabilir mi? Devletin yerini Atatürkçülük alabilir mi?
Atatürkçülük ortak değer sorununa bir çözüm arayışı mıdır, yoksa onu temsilen tarihsel toplumsal kırılmada bir hesaplaşma mıdır bilinmez!
Bilinmesi gerekenin cumhuriyette kurucu irade ve ilkeleri temsil eden Atatürk’ün, kendi doğal seyrinden ve olması gereken yerden çıkartılıp siyasi rekabette Atatürkçülüğe dönüştürülerek üretilen bir karşıtlığa dönüştüğü, tarihsel toplumsal kamplaşmayı dışlayan bir kimlikle çatışmayı tetiklediğidir.
Devletin ordusu olması gereken askerlerin veya kentli seçkin ailelerin çocuklarının belirli aralıklarla “Atatürk’ün ordusuyuz” sloganlarını ilkeleştirmesi başka nasıl izah edilir?
Leyhte ve aleyhte olsun sembolik olarak öne çıkartılıp arka plandaki toplumsal kültürel kamplaşmayı ve politik rekabeti örten ve de tetikleyen Atatürkçülüğün, yasal korumayla neyin korunduğu nasıl makul izah edilebilir? Buradan nereye varılır?
Bu durumda Atatürkçülük veya karşıtlığı ekseninde toplumsal bazda ayrışmanın, ortak değer olarak gönülleri ve vücutları birleştirmesi umulanı değil, tarafgirliğe hizmete koşullu fanatizme yol açtığı görülmez mi?…
Bu ülkede birlikte yaşayanlar ve ortak gelecekte buluşmak isteyenlerin “ortak değer” sorununu çözmekte zorlanması, yerleşik siyaset anlayışı ve devlet pratiğinin burada olumluya doğru katkı sağladığı söylenemez. Buna sebebin toplumsal siyasal yapıyı ortaklıktan çok kamplaşmayı önemseten ve buradan beslenen partici politika serüveninin kitlelerce ödüllendirilmesi gösterilebilir.
Buysa devletin “kamu mülkü” olmaktan çok “ele geçirenin güç manivelası” olduğu gerçeğini örtmüyor!..
Resmi ideolojik norm, toplumsal ve siyasal model hususunda farklı düşünenleri olgun karşılamıyor, tarafların açıkça tartışıp iletişime geçmesini ve orta noktada buluşmasını engelliyorsa; sorun ortak değer sorununun hallolmadığına işaret eder. Burası çözülmezse diğer her sorun büyüyerek kamplaşmayı derinleştirecektir…
“Tarih tekerrür etmez insanlar yanlışı tekrarlar” denir. 1800’lerin başında Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı’nın çöküş dönemini ve sebeplerini anlatırken, Osmanlı devletinde bir veya iki kurumun değil sistemin bozulduğunu söylüyordu. Dolayısıyla bir iki kurumun modernleşme uğruna ıslahı veya reformuyla kurtuluş olmayacak, sistemi ele almak ve kendi köklerinden hareketle yenilenmek gerekecekti.
Tarih paşayı haklı çıkarttı, tahlilini doğruladı. Teklifi rağbet görmediyse ve mukadder olan başa geldiyse tarih tekerrür edecektir!
Osmanlı’dan ibret almayan cumhuriyetin onca zaman sonra benzer hatayı tekrar etmesini izlemek, tarihsel yasa değilse nedensellik prensibini hatırlatır…
Bitirirken diyelim: Siyaset sosyolojisinde anayasanın bir “ortak değer” olduğu tezi çoğunlukla kabul edilir. Buna göre anayasa, belirli bir ülkede yaşayan milletin-halkın ortak iyi bir yaşam için uzlaştığı yazılı metindir. Devlet toplum ilişkisinde halkın teminatıdır.
Normal şartlarda bu böyleyse
Sıklıkla anayasa değiştiren veya muhalif olduğu için muhaliflerce, iktidar olduğu için iktidarlarca biteviye anayasa tartışması yapıp duran ülkelerde, anayasaya yüklenen o misyondan bahsetmek doğru olmaz.
Anayasa, ihtiyaç hasıl oldukça yapılan yasalar gibi değildir. Kurucu yasadır. Yasaların referansı olduğu kadar ulusal birliği ve bütünlüğü garanti eden hukuktur. Dolayısıyla en üst normdur. Kişileri grupları sınıfları değil, devlet dahil herkesi ilzam eder. Herkesten kendisine saygı bekler…
Bahsedilen ile kast edileni ayırt ederek, çağdaş her anayasanın laiklik şartını da göz önüne alarak deriz ki,
Allah İsrailoğulları nezdinde insanlara şöyle hitap etti; (mealen)
“Siz, bizim yolladığımız şeriata uymadınız. Kalktınız kendiniz şeriat yaptınız. Fakat buna da uymadınız!”
İnsanoğlunu bundan daha iyi anlatan ne olabilir?!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *