Uzak Diyarlar Masalı

Uzak Diyarlar Masalı

Uzak diyarların birinde bir adam yaşarmış. Masallara aslında böyle başlanmaz, bir varmışlar bir yokmuşlar içinde, evvel zamanın, kalbur samanın içinde olabilirdi ama öyle olmamış bu masal. Uzak diyarlar da neyin nesi ki zaten?

Mehmet Akif Coşkun

Kime göre ve neye göre uzak olabilir ki bu diyarlar. Artık hiçbir şeyin uzağında olmadığımız bir zamanın içinde değil miyiz ki hem. Her şeyle bitişik haldeyiz. Mesafesizlik içinde kimseye yabancı değiliz, kimsenin yabancısı değiliz. Kimsenin yakını olmadığımız gibi kimseye yakınlık da duyamıyoruz. Oysa gözlerimizi uzaklara sabitlediğimizde uzaklarımız keskinleşir, yakınımızdakiler flulaşırdı. Tersine gözlerimizi yakınımızdakine sabitlediğimizde yakınımız keskinleşir, uzağımızdakiler flulaşırdı. Bu boşuna değildi. Şeyler arasındaki mesafe oranınca keskinlik de fluluk da o nisbette var olur. Durumlara ve zamana göre bazen uzaktakine ihtiyaç duyarken bazen yakınımızdakine ihtiyaç duyarız. Artık şeyler arasında bir mesafe kalmadı. Mesafeyi kaldırdık aradan. Mesafenin ortadan kalkmasıyla dikkatimiz dumura uğradı, sabitelerimiz sarsıldı. Ne keskinlik kaldı geriye ne fluluk. Koca bir boşluk içinde hissiz, izsiz, tarihsiz ve vakitsiz kimseleriz. Tüm bu umutsuz gibi görünen vaziyete rağmen bu masal, anlatılmayı gerekli gördü ve biz de alışılagelmiş girizgahı kırpıp destur almadan, kaldıysa eğer uzaklıkların bir izdüşümü olan kimseler, onlar dikkat kesilsinler diyerekten anlatmaya niyet eyledik. Kalmadıysa da illaki vardır uzak diyarların ve uzak zamanların sakinleri. Onlar illaki arıyorlardır masallarını. Bu dünya umutsuzların dünyası olmasın diye değil mi tüm bunlar.

Neyse efendim, işte bu uzak diyarların birinde oldukça hürmet edilen, sevilen, akıl danışılan nevi şahsına münhasır, yaşını başını almış mümtaz bir adam yaşarmış. İsmi nedir, kimin nesi kimin fesidir, nerede ve ne zaman doğmuş, ailesi var mıymış varsa ne olmuşmuş yoksa hiç olmamış mıymış gibi malumatlara sahip değiliz. O uzak diyarın nisbeten dışında sade ve yalnız başına bir hayat yaşayan kalender bir adammış, o kadar.

Masal bu ya, mutlaka bir şeyler olmalı ya, işte bu adama da bir haller olmuş. Diyar sakinlerinin anlattığına göre son zamanlarda davranışlarında gariplikler ve sözlerinde saçmalıklar görülmeye başlanmışmış. Yeri gelmişken söyleyelim, hangi diyar olursa olsun anlatılanlara ihtiyatlı yaklaşmak gerek. Meseleyi olduğu gibi zandan uzak anlatan kaldı mı?

Diyar sakinlerinden her kimin derdi olsa ona gider akıl danışır ve mutlaka elinde bir çareyle dönermiş. Kendisi çare olamasa bile çare olabilecek birine salar, yahut diyarın ileri gelenlerini toplayarak birlikte çare olmanın yollarına bakarmış. Fakat ne olduysa olmuş son zamanlarda tüm bunlardan uzak haller içine girmiş. Derdi olanlar eli boş dönmeye başlamış. Akıldan mantıktan uzak tavsiyeler, telkinler ve hatta baskıya varan tavırlar artık diyar sakinlerini rahatsız etmeye başlamış. İlerleyen zamanda kimse kapısına gelmeyince, kendisi sabah erken saatlerde kapı kapı dolaşarak derdi olan olmayan kim varsa zihninde saplantı haline getirdiği tek bir şeyi çare diye anlatmaya başlamış. Eee sabır da bir yere kadarmış. Bu çok sevilen ve hürmet edilen adam gün geçtikçe diyar sakinlerinin gözünde itibarını iyice yitirmeye başlamış. Adeta delice bir tutkuyu saplantı haline getiren bu adam, dostları tarafından da yalnızlığa terkedilmiş. Her ne kadar bu tutkudan vazgeçirmeye çalışmışlarsa da başarılı olamamışlar.

Derken günün birinde, başka bir uzak diyarda (ne kadar uzak diyarlar varmış zamanda görüyorsunuz) yaşayan bir dostu bu durumdan haberdar olmuş. Dostunun durumuna çok üzülmüş ve sebebini ilk ağızdan öğrenmek için onu ziyaret etmeye karar vermiş. Oldukça çökmüş ve bitap bir halde olan bu adam, dostunu daha kapıda görür görmez iki göz iki çeşme adeta bir çocuk gibi başlamış ağlamaya. Kısa bir hasretlik giderdikten sonra bu halinin sebebini soran dostuna başından geçenleri bir bir anlatmaya başlamış. Buyrun kendisinden dinleyelim.

“Değerli dostum. Bildiğin gibi biz bu diyara üç kuşak kadar önce göç ettik. Başlarda her şey güllük gülistanlık idi. Derken üzerinden fazla geçmeden bu diyarda amansız bir hastalık peyda oluverdi. Kısa sürede hepimize bulaşan bu hastalık, üzerinden yıllar geçtikçe daha da büyümüş, genlerimizi, bilinçaltımızı ve şuurumuzu dahi etkiler hale gelmişti. Nereden ve nasıl bulaşmıştı bilmiyorduk. İçtiğimiz su’dan şüphelendik. Hemen tetkik ettirdik. Su temizdi. Sonra toprağından ve havasından olabileceğini düşündük. Onlar da temizdi. Tüm çabalarımız neticesiz kalmıştı. Diyar halkı da alışmıştı bu vaziyete. Neticede bizi hemen öldürmüyordu. Belki de öldürmeyecekti de. Ya da öldürecek mi bilmiyorum. Fakat bir çare bulunamazsa bizden sonraki nesli acı bir felaket bekliyordu.

Ben bir çaresinin mutlaka olabileceğine inanıyordum. Benim gibi düşünen çok az insan kalmıştı bu diyarda. Fakat onlar da bir arayış içerisine girmeye yeltenmiyorlardı. Biliyor musun dostum, bilmek, eyleme dönüşmediği sürece hiçbir işe yaramıyordu. Bir şeyler yapmam gerekti ve ben de araştırmalarımı derinleştirdim. Yıllarımı alan bu araştırmalarımın neticesinde bu hastalığa çare olabilecek şifanın kaynağını bulmuştum nihayet. Bu bir ağaçtı. Bir meyve ağacıydı. Festâmüş ağacı. Hem meyvesi hem de yaprakları bu hastalığa şifa idi. Ne yazık ki bu ağaç sadece bir yerde yetişiyordu.

Bizim diyara fersah fersah uzak, dağların yamaçlarında yetişen bu nadide ağacın peşine düştüm. Nice zaman sonra tüm zorluk ve imkansızlıklara göğüs gererek vardım o diyara. Güzelliğiyle göz kamaştıran bu diyarı tarif etmeye dilim yetersiz kalır. Üzerime vazife bildiğim sorumluluklarım olmasa burda kalmak için bir an bile tereddüt etmezdim. Şimdi düşünüyorum da keşke kalsaymışım diyorum. Velhasılı o diyarın sakinlerinin yönlendirmesiyle diyarın ileri gelenlerinden birinin huzuruna çıkıp vaziyeti arz ettim. Bana o ağacın tohumundan verdi. Tohumu nereye ve nasıl ekmem hususunda bilgilendirdi. Tohumu bizim diyarın en münbit arazisine ekmem gerektiğini ve o araziye başka hiçbir şey ekilmemesi gerektiğini söyledi. Ağaç büyüyüp meyve vermeye başladıktan sonra tüm araziye aynı ağaçtan dikilebileceğini fakat kati surette başka bir şey dikilmemesi gerektiği uyarısında bulundu.”

“Delilik bu!“

“Delilik ya!”

Adam dostunun bu sözüne acı bir gülümsemeyle karşılık vererek devam etti konuşmasına:

“Nihayet elimde bu tohumla döndüm yurduma. Vaziyeti herkese izah etmeye çalıştım. Bizi nesilden nesile hüsrana uğratacak olan bu hastalığın tek şifasının bu ağacın meyvesinde olduğunu ve bu ağacın ekilmesi konusunda öğrendiklerimi her ne kadar aktarmaya çalıştıysam da başarılı olamadım. Kimse dinlemiyor ve aldırmıyordu. Aldırmadıkları gibi beni ötelemeye ve delilikle itham etmeye başladılar. Kapı kapı dolaştım, anlattım, ikna etmeye çalıştım ama nafile, kimseye söz geçiremedim.”

“Tohumu görebilir miyim?”

Adam oturduğu koltuğundan kalkarak dolabının üstünde duran küçük sandığı indirip, bez bir peçetenin içinde iştiyakla muhafaza ettiği tohumu dostuna uzattı. Dostu eline aldığı tohumu incelemeye başladı. Bir pirinç tanesi kadar büyüklüğe sahip olan bir tohumdu.

“Bu mu kurtaracak sizi bu hastalıktan?”

“Kesinlikle” diye cevap verdi adam.

Dostu elinde evirip çevirdiği tohumu ani bir hamleyle kaşla göz arasında ağzına atıp yutmuştu. Kaskatı kesilen adam ne diyeceğini bilemiyordu. Böylesi bir hareketi dostundan beklemiyordu doğrusu. Binbir türlü cefaya katlanarak gidip aldığı ve herkesten gözü gibi esirgediği tohumu o çok sevdiği ve güvendiği dostu yutuvermişti. Dostu adamın yanına yaklaşıp elini omuzuna attı ve dedi ki:

“Bak canım kardeşim. Senin bu yaptığın deliliğin de ötesinde bir şey. Tamam anlattıkların doğru olabilir belki ama, kimse dinlemiyorsa seni ve herkes halinden memnunsa uğraşmaya değmez. Kendi hayatını feda etmeye değmez. Baksana etrafına. Kimse kalmamış, kimse inanmıyor sana. Oysa sen bu diyarın en mümtaz ve itibar gören kimsesiydin. Şimdi bak haline. Canına kast ederler diye endişeleniyorum. Yalvarırım dostum. Hatırım varsa vazgeç bu sevdadan.”

İşte o günden sonra bu adamı o diyarda bir daha gören olmamış. Diyarı ne vakit terkettiğini, nereye gittiğini, başına ne haller geldiğini kimse bilmemiş. Kimse de merak etmemiş. Diyar sakinlerinin derdine deva olacağı yerde başlarına dert olmuş bu adamın yokluğuna sevinmişler hatta.

Belki tekrar o tohumun peşine düştü, yolda başına bir musibet geldi ve canından oldu. Bilemiyorum. Belki de başka bir diyara, o ağacın diyarına, neydi adı, festâmüş ağacının diyarına göç etti kim bilir. Kim bilir? Kimse bilmez tabi. Kimin umurunda ki? Gelecek neslin başı beladaymış da falanmış da filanmış. Bize ne canım. Gelecek nesil varsa göreceği de var. Bizim derdimiz bize yetiyor bir de gelecek neslin derdiyle mı uğraşacağız. Onlar baksın başının çaresine. Bizim rahatımız yerinde.

Eee masal bu, her masalda olduğu gibi bu masalın da sonuna geldik. Onlar erdiyse muradına biz de çıkalım mı kerevetine. Sahi kerevet neydi bilen kaldı mı? ν

* Resim: Caspar David Friedrich – Der einsame Baum (Yalnız ağaç)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *