Her yazı bir sitemle başlar, ben sitemimde ne kadar haklıyım onu bilmiyorum. Hak iddia etmek için yola çıkmadım. Haksız olduğumu da söylemiyorum. Sadece bir sitemim var. Sitemimi kucaklayacak bir zeminin olmayacağı korkusunu taşıyorum sadece…
Kendimizi Aramaklar Yolculuğu
Mehmet Akif Coşkun
“Hepimiz, yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta yaşamdan öyle kopuğuz ki, gerçek ‘canlı hayata’ karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz.” (Dostoyevski)
Her yazı bir sitemle başlar. Sitem kelimesini asli anlamıyla kullanacak olursam, yani farsça kökü itibariyle eza, eziyet, zulüm anlamında, bu durumda yazı, insanın gördükleri karşısında istemli istemsiz bir çığlığıdır. Ben yine de en hafif ve dilimizdeki anlamıyla sitem demeyi tercih edeceğim. Çünkü sitemde bir sessizlik hakimdir. Sessiz bir çığlıktır sitem. Gece gibi. Gece ile sitem arasında nasıl da bir ünsiyet kurabildim görüyorsunuz değil mi? Hangi niyet üzere bakılıyorsa ona göre ya ünsiyet kurulur ya da üzliyet (Lafı eğip bükmektense kelimeleri eğip bükmek işime geliyor, mazur görünüz). Topluma, insana, hayvana, doğaya ve eşyaya, onlarla olan zorunlu yahut keyfi ilişkilerimizden azade olarak nasıl bir niyet ile bakarsak onlarla aramızdaki mesafe de o nisbette ya daralır yahut açılır. Hüsnü zan hüsnü nazarı doğurur. Hüsnü nazar ise aramızda müşterek bir şeylerin olup olmadığını ortaya çıkarır. Müşterek noktalarımızdan birbirimize tutunarak bir oluruz. Ünsiyet kurmak, onun özüne vakıf olmak demek değildir. Onun özüne hiçbir zaman tam anlamıyla vakıf olamayacağız. Zaten özüne vakıf olma gibi bir insani hasletimiz de yoktur. Sonradan felsefesi yapılarak aklımızı karıştırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Aklımızın karışması da aslında başka bir özelde mühimdir.
Her yazı bir sitemle başlar. Sitem ile lafı lafa kırdırır, anlatmak istediklerimizin perdesinde zaman zaman alakasız gibi görünen bahislere de yer veririz. Lafın lafı açması, lafın laf ile müşterekliğindendir. Kalabalık bir şehir meydanında elimde fotoğraf makinesiyle bunları düşünüyor olmam boşuna mı? İnsan ruhunun aşikar ettiği tüm hallerine şahit olduğum bu kent gürültüsünün merkezinde sessizce onları okumam boşuna mı? Tüm bu insanların özü bana kapalı olsa da bu kent gürültüsünün ortasında onlarla aramda ortak olan şey bu kent gürültüsünün zeminidir. Bu gürültüye sebep olanlardan biri de benim. Hiç yoksa bile bu zemini paylaşıyor olmam onlara olan bakışımı tazeliyor. Her biri, özelini bilmediğim bir kara kutu gibi gelip geçiyor önümden. Hangisine tâbiyim, hangisine hakimim? Ne bu kent gürültüsünün zemininden hoşnutum, ne de bu zeminde gürültüsüne ortak olduğum paydaşlarımdan. İçimde sürekli harlanan bir acıyla kavruluyorum. Kendimi birçoğuna yabancı görüyorum. Birçoğunda cehaletin izlerini okuyabiliyorum ve bu bana acı veriyor. Cehaletten kurtulmak acıyla yüz yüze gelmektir. Kendini ne kadar kurtarabildiysen yüzüne de acı o kadar suretlenir. Bu zemin üzerinde insanların yüzüne kesiflenince onların da benzer acılar içinde olduğunu görebiliyorum. Bunun ne kadar farkındalar bilmiyorum.
“Doğru programlanmış bir fotoğraf makinesi, bir fotoğrafçı veya bütün fotoğrafçıların toplamı tarafından bütünüyle kavranıp anlaşılamaz. Bu bakımdan bir karakutu sayılır. Zaten fotoğrafçıyı fotoğraf çekmeye motive eden tam da bu kutunun karanlığıdır. Her ne kadar fotoğrafçı olanaklar peşinde koşarken kendini aygıtın içinde kaybediyor olsa da, elindeki kutuya yine de hakimdir. Çünkü aygıtın nasıl yemleneceğini ve fotoğraflar püskürtmesinin nasıl sağlanacağını bilmektedir. Bu sayede aygıt, fotoğrafçı onun içinde neler olup bittiğini bilmediği halde, fotoğrafçının ondan istediği şeyi yapar. Ve işte bu, tüm aygıtsal işleyişinin karakteristik özelliğidir. İşlevci hem aygıtın dışını kontrol edebildiği için ona hakim, hem de aygıtın içi kendisine kapalı olduğu için ona tâbidir.” (Vilém Flusser)
Her yazı bir sitemle başlar. Ve ben sitemimi konuşlandırabileceğim uygun bir zemin aramaya devam ediyorum. Benim gibi kendi sitemlerine zemin arayanların olduğuna da inanıyorum, biliyorum ve görüyorum. Bazen yollarımız kesişiyor hemzemin oluyoruz. Bazen o bana yol veriyor bazen ben ona yol veriyorum. Karşılıklı bir mutabakat içinde oluyoruz. İşte yukarıda bahsettiğim ortak zeminin bereketini çıkarıyoruz. Kendi arayış haritamızda ne kadar çok hemzemin varsa gidilebilecek o kadar yol var demektir. Her zaman aynı yolda gitmeyiz, bazen farklı bir niyet farklı bir hedef üzere olur, farklı yolların yolcusu oluruz. Yollarımız sürekli değişir, sürekli başka yollarla kesişir. Hemzeminin insanın arayışına sunduğu bu bereket sayesinde insan nefes alır, direnci artar. Hal böyleyse madem neden birbirimizin yollarını çıkmazlarız? Neden birbirimizden vazgeçeriz? Neden gereğinden fazla bir beklenti içine gireriz? Neden yeterince hassasiyet sahibi olmayız? Neden ilk izlenimimizi temel kabul edip tüm yargılarımızı onun üzerine inşa ederiz.
Hikayedir, anlatılır, şehirlerarası bir otobüs seferinde iki çocuk ortalıkta koşturup gürültü yapıyorlarmış. Haliyle yolcular kendi aralarında çocukların annesinden babasından dem vurup görgü, kural yoksunu çocuklarını en azından yolculuk esnasında neden tembihlemediklerini, neden kayıtsız kaldıklarını birbirlerine şikayet ederken babaları durumu farkedip yolculara şöyle seslenmiş: “Değerli yolcular, farkındayım çocuklarım haddinden fazla rahatsızlık verdiler size. Ancak bugün annelerini defnettik. Cenazeden dönüyoruz. Yokluğunu hatırlatmamak için seslenmedim. Bundan dolayı kusura bakmayınız.”
İnsanın temel bir yanılgısıdır bu. İlk karşılaştığı izlenimi, ilk edindiği fikri, ilk inandığı yargıyı esas kabul etmek ve bütün ilişkilerini bunun üzerine kurmak yabancılaşmanın sebebidir. Bununla, her şeye anlayışla yaklaşmamız gerektiğini söylemiyorum. Bu ahmakça bir tutum olur zira. Anlayışla yaklaşmak, ki ben buna anlayışlamak diyorum, sadece aynı yolun yolcusu olduklarımıza gösterebileceğimiz bir haslettir. Bu konuda bile bir mesafe alamamışsak zaten aynı yolun yolcusu hiç olamamışız demektir. Her şeyi olduğu gibi anlatmakla yükümlü değilim. Her şeyi anlatacak yetkin bir dile de sahip değilim. Yetkin bir dile sahip olsaydım, konuşmanın da anlamı olmazdı. Yazmanın da bir lüzumu olmazdı. O nedenle tam anlamıyla ifade edemiyoruz. Ne kadar çok dile, kelimeye kavrama sahip olsak da yetersiz kalıyoruz. Dilin yetersizliği bu anlamda bir lütuftur. Madem ki “dil, insanı içsel yaşamından bile dışlayan bir bütünlüktür“,*o halde bunun lütfu nerdedir?
Birbirimizi anlayışlayarak o lütfa sahip olabiliriz. Birbirimizi bir bütün olarak anlamada ısrar etmenin bizi birbirimizden kopardığını neden göremiyoruz. Neden ilişkilerimizde Allah’ın yardımını dilemiyoruz? İnsanlık sınırının bittiği yerde Allah’ın sınırı başlar. Bu sınır insanlığın sınırını da kabzeden sınırsız bir vadidir. Bu, insan aklının alamayacağı ve insan dilinin betimleyemeyeceği kadar akıldan ve mantıktan uzak bir vadidir ve insanı gözyaşlarına boğar. Birbirimizin gözyaşlarına muhtacız. Birbirimizin dertlerine muhtacız. Yetersiz dilimizin bize bahşedilmiş bir lütuf olduğunu, yollarımızın hemzemininin bu şekilde varolacağını bu şekilde idrak edebiliriz. Dilimiz bu şekilde yetersizliği ile zenginleşir, uylaşır. Dil uylaşımla basamakları çıkar. Edebiyat, felsefe, din ve sanat uylaşımsal dilden devşirilerek doğar, büyür ve gelişir. Edebiyat ve şiir bu dilin kelimeleriyle oynayarak kendine bir zemin oluşturur. Sanat, bu dilin kelimelerini yontarak bir tahayyül dünyası inşa eder. Felsefe, bu dilin kelimelerini başka bir boyuta taşıyarak bir düşün dünyasına davet çıkarır. Yine din, bu uylaşımsal dili kullanarak dünya dışından, dünya dışında olmadığını tebliğ eder. Kuran, anlaşılabilsin diye o toplumun yabancısı olmadığı ama şairlerin dilinden de uzak bir dille, o toplumun dilini kullanarak şairlerin dilinden daha üst bir dil ile indirilmiştir. Ve bize şayet dersini çıkarabilirsek, ders olmuştur.
Her yazı bir sitemle başlar, ben sitemimde ne kadar haklıyım onu bilmiyorum. Hak iddia etmek için yola çıkmadım. Haksız olduğumu da söylemiyorum. Sadece bir sitemim var. Sitemimi kucaklayacak bir zeminin olmayacağı korkusunu taşıyorum sadece. Kimi zaman ümitlerimi elden kaçırdığım olsa da bir kıstasın eteklerine tutunuyorum vicdanımın azabına katlanarak. O nedenle şiirimin suretini okumaya çalışıyorum fotoğraflayarak. Bana bir nebze nefes aldıracak, bir nebze muhabbetinden ikram edecek duraklarıma hamd ediyorum. Bir gülümseme dahi renk vermeye yetiyor tüm bu gürültüler arasında, karmaşık duygu ve sitemlerimle şaşkın şaşkın etrafıma anlamsız bakarken bir an kendime gelmeme yetiyor. Tam da bunları düşünürken, bilmem neye nasıl yorsam, ağır ağır ilerlediğim bir kitapta şunları okuyorum:
“Belki yanılıyorum, ama herhangi bir kimse hakkında, yalnızca gülüşüne bakarak hüküm vermek kabildir bence; onun için hiç tanımadığımız birinin gülüşü daha ilk karşılaşmanızda hoşunuza giderse, karşınızdakinin iyi bir adam olduğundan tereddüt etmeyiniz.” *
Bu yazımın vesselamında gülümsemesini eksik etmeyen kıymetli Esat ağabeyimin ellerinden hürmetle öpüyorum. Kayseri’ye yolu düşen hemzemin dostlarımıza Akabe Kitabevi’nin sahibi Esat abimizle tanışmayı ayrıca tavsiye ediyorum.
Her yazı sitemle başlıyor evet ama sitemle bitmez, bitmemeli, bitmesin.
(* Dostoyevski)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *