Taşralılığın Tiranlığı

Taşralılığın Tiranlığı

Taşralı bağnazlıklar, tiranlıklar ilgili toplumlarda, hayatı, tahammül edilemez hale getiriyor. İslami bilincin, bilgeliğin, irfanın, vicdan ve merhametin, adaletin ruhunu kurutuyor.

Atasoy Müftüoğlu

İslam dünyası toplumlarında, halklar/aydınlar/ilahiyatçılar, akıl ve gerçeklik alanına yabancılaşan bir zihin dünyasına sahip oldukları için; teorik anlamda küresel bir entelektüel-felsefi farkındalığa, ufka ve etkiye sahip değiller. Aziz İslam, İslam tarihi boyunca en büyük, en derin, en kapsamlı dejenerasyona taşralılıklar yoluyla maruz kaldı. Taşralılık, İslam toplumlarında zihinleri mumyalayarak, taşralı klişeleri, önyargıları tahkim ederek, cehaletin içselleştirilmesine yol açtı. Müslüman halklar, İslam’ın kendisine yabancılaştıkları günden bu yana, sahte-yanlış-kurgu umutlar peşinde sürükleniyor. Taşralılığın, geleneğin, göreneğin, örf’ün, din’i ya da politik popülizmlerin, yerli-milli retoriğin, mezhepçi ve kabileci patolojilerin, tekdüzeliğin, hamasetin, bağnazlığın, karizmatik popülist/oportünist politik ya da din’i tek adamların derin tiranlıkları ve hakimiyeti, Müslüman halkları-kültürleri, İslam’ın kendisine yabancılaştırarak, İslam’a rağmen farklı bir din algısı oluşturdu. İslam’a rağmen, İslam’a karşı oluşturulan bu farklı din algısının, gerçek-ilkesel varoluşsal bir anlamı ve değeri olmadığını, değişen koşullar doğrultusunda araçsal/faydacı değer ve anlam taşıdığını bilmek gerekir.

İslam’ın kendisine yabancılaşan toplumlarda, bugün, her tür popülizm, her tür taşralılık belirleyici hale gelmiş bulunuyor. Her popülizmin, her taşralılığın, her tür faşizmle bir yakınlık ve akrabalık içerisinde bulunduğu bilinen bir gerçektir. İslam toplumlarında bütün niteliklerin, bilgeliklerin ve estetiğin sonunu, popülizmler/oportünizmler ve taşralılıklar hazırlamıştır. Bugün, içerisinde yaşadığımız toplumda da, popülizmler ve taşralılıklar, niteliklere ve bilgeliklere göz açtırmıyor, hayat hakkı tanımıyor. Bugün, içerisinde yaşadığımız toplumsal gerçeklik kültürel sefalet, toplumsal anksiyete; romantik yalanlar ve hamasetle örtbas ediliyor. Yazarlar, aydınlar, akademisyenler, ilahiyatçılar ve her zaman otoriter figürleri/unsurları kutsayan muhafazakârlıklar, iktidarlar tarafından dayatılan resmi görüşler etrafında hizalandıkları için, her geçen gün çok daha derinleşen kültürel sefaletle yüzleşmeye cesaret edemiyor. Hamasetin, taşralılığın ve taşralı muhafazakârlığın belirleyici olduğu bir toplumda hiç bir zaman, hiç bir şekilde tarih olamaz.

Taşralılık, din’i ve siyasal popülizmlerin/oportünizmlerin arkasında, bilinçsiz bir biçimde sürüklenmek anlamı taşır. Siyasal ve din’i popülizm, bir bilinç ülkesi olan İslam’ı ne yazık ki, bugün, taşralılıkla malûl hale getirmiş bulunuyor. Taşralılık ve tekdüzelik, İslam toplumlarında hiç bir yoğunluğa, derinliğe, özgünlük/farklılık/çeşitliliğe inceliğe hayat hakkı tanımadığı için, bu toplumlar, yüzyıllardır, evrensel zihinler, kadrolar yetiştiremiyor. Evrensel zihinler, kadrolar, bilgi ve bilgelikler üretemeyen İslam dünyası toplumları, yüzlerce sömürgeye bölünmüş/bölünebilmiş olmalarına rağmen, bu can yakıcı, utanç verici yenilgilerle bir türlü hesaplaşamıyor, hesaplaşma yolu arayamıyor. Sömürgeci modernliğe maruz kalarak doğrudan ve dolaylı olarak sömürgeleştirilen toplumlar ve kültürlerde, İslami özgürlük, bağımsızlık, direniş ve cihat fikri erozyona uğruyor, unutuluyor ve unutturuluyor. Bugün, Müslüman halklara, İslami özgürlüğün/bağımsızlığın/direnişin ve cihadın ne anlama geldiğini, çok ağır bedeller ödeyerek, çok büyük acılara ve mahrumiyetlere katlanarak Gazze’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de Ensarullah direnişi hatırlatmaya çalışıyor.

Popülizmler ve taşralılıklar, Müslüman halkları kültürleri, varoluşsal meselelere/önceliklere, İslami bütünlük ve kendilik bilincine, İslam’ın kalbine yabancılaştırarak, yerli-milli aidiyetleri, yaklaşımları öne çıkarıyor. Günümüzde, İslam mezhepleri, yerli-milli çıkarlar/rekabetler doğrultusunda araçsallaştırılıyor. Bireysel anlamda olsun, toplumsal ve siyasal anlamda olsun, çıkarcılığı ilke haline getirmek, onursuzluğu sıradanlaştırıyor, normalleştiriyor. Önemli olan tek şeyin çıkar ve kâr olduğuna inanan, hayatın çıkar ve kâr’dan ibaret olduğunu düşünen bir zihniyet ahlaka ve anlama ihtiyaç duymaz. Ahlaktan bağımsız ekonomi ve siyaset, sadece kötülüğe ve adaletsizliğe hizmet eder. Eleştirel aklın, eleştirel düşünce ve tefekkürün gelişmediği toplumlarda, seküler ya da muhafazakâr putperestlikler söz sahibi olur. Seküler ya da muhafazakâr taşralılıklar, bilgi’nin, bilincin ve bilgeliğin, diğerkamlıkların ufkunu kapatır. Seküler ya da muhafazakâr popülizmler, taşralılıklar, sistematik adaletsizliklerden, yerleşik ayrımcılıklardan, keyfi kararlardan, gücün istismarından, sorumsuz kayırmacılıklardan, propoganda yoluyla yalanın gerçeğe dahil edilmesinden rahatsız olmazlar. Seküler ve muhafazakâr çıkar tercihi, her tür içtenliğin ve dürüstlüğün düşmanıdır. Seküler ya da muhafazakâr popülizmler ve taşralılıklar nezdinde, muhalif olmak, eleştirel olmak, her zaman “hain” olmakla eş anlamlıdır. Popülizmler ve taşralılıklar fikirlerle, bilgeliklerle asla ilgilenmezler, propoganda ve ötekileştirmelerle, dışlayıcılıklarla ilgilenirler. Popülizmleri ve taşralılıkları derin önyargılar, ideolojik karşıtlıklar, istismar politikaları güçlü kılar. Popülizmler ve taşralılıklar nezdinde, her şey mubah ilkesizliği, temel bir ilke halini almıştır. Çok aziz ve mükerrem İslam’ın politik popülizm ve taşralılık adına araçsallaştırılması, istismarı kadar büyük bir kötülük olamaz. Popülizmler ve taşralılıklar erkeklerin sömürdüğü, kadınların sömürüldüğü, kadınların ikincilleştirildiği bir toplumu savunur.

Günümüzde, insanlık/dünya/tarih, araf’ta bir dünya, araf’ta bir toplum tablosu oluşturuyor. Kuralsız küreselleşme küresel kurumları etkisizleştiriyor, işlevsiz kılıyor. Kurumsal yapılar, demokrasiler büyük bir çöküş yaşıyor. Teknolojik çılgınlıklar, aşırılıklar, keyfilikler, yapay zekâ insani bir dünya ve insani bir gelecek için risk oluşturuyor. Yapay zekâ istismarları karşısında büyük bir ahlaki ve entelektüel dikkate ve farkındalığa sahip olmak gerekiyor. Yirmibirinci yüzyılın, belirsizlikler, istikrarsızlıklar ve yeni soğuk savaşlar dünyasında, İslam ve Müslümanlar, ideolojik ve etnik farklılıkları, taşralı kültürleri, taşralı insan modelini aşarak, evrensel insani-vicdani bir çerçeve oluşturabilirler. Günümüz toplumlarında, İslam toplumlarında da “istikrar” ancak, otoriter-totaliter yöntemlerle sağlanabiliyor. İkinci ya da üçüncü el bilgi artıklarıyla hayatlarını sürdüren popülizmler ve taşralılıklar için ortak iyi ve herkes için iyilik, herkes için adalet ne yazık ki mümkün görünmüyor.

Sömürgeci-ırkçı modernlik, modern tarih boyunca, her şeyden önce, sömüreceği halkları insanlıktan çıkararak, onlara barbarca/canavarca davranışı meşrulaştırdı, barbarlığı/canavarlığı modernite adına normalleştirdi. Sömürgeleştirilen masum halklar, keyfi bir biçimde soykırıma tabi tutuldular. Sömürgeci ırkçı modernlik ve modern dünya bugün, bütün imkânlarıyla Siyonist soykırımı himaye ediyor. Siyonist proje’nin, Avrupa sömürgeciliğinin/emperyalizminin bir uzantısı olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Her zaman ideolojik bir büyülenme ve büyüklenme içerisinde bulunan Batı demokrasileri, Siyonist soykırım ve etnik temizlik vahşeti karşısında gerçek yüzlerini sergilemekten kaçınmıyor. “Demokrasi”, “Aydınlanma” ve “modernlik”lerin, tarihi tanınmayacak hale getiren, etkili propoganda masalları olduğu bugün tartışmasız bir biçimde görülebiliyor. Kültürel ırkçılığın yükselişi, liberalizm ve Batı-sonrası bir geçiş dönemi içerisine girildiğini gösteriyor. Bugün, bütün bu yaşananlar karşısında özellikle İslam toplumlarının/kültürlerinin yeniden çok kapsamlı-derinlikli bir eleştirel düşünme ve sorgulama dönemine girmeleri hayati bir zorunluluk halini almıştır. Müslümanlar olarak, özellikle, terör devleti İsrail karşısında sergilenen edilgenliğin, çaresizliğin, suskunluğun, teslimiyetçiliğin köklerine inmemiz gerekiyor. Teslimiyet ve itaati sorgulayan bir tarih yaklaşımına ihtiyacımız var. Siyasal güçsüzlük, etkisizlik bir yana, günümüzde, aziz İslam’ın teorik anlamda bile bir itibarı/saygınlığı yok. İslam toplumlarında düşünce hayatı, kültürel hayat, ilahiyat hayatı, gerçek/temel/varoluşsal sorunların farkında ve bilincinde olmadığı için, gerçek cevapların ne olabileceğine ilişkin hiç bir fikri yok. Sömürgeci emperyalist saldırılar, Müslüman halkları insanlıktan çıkarırken, kendilerini İslam’a nisbet eden İslam ülkeleri de, sömürgeci emperyalist saldırılar karşısında sessizliği ve teslimiyetçiliği seçerek kendi kendilerini onursuzlaştırıyor. Bu çok ağır, çok rencide edici şartlar karşısında, evrensel İslami dayanışma bilinci ve İslam’ın evrensel imkânları ne yazık ki “milli çıkar” engeline takılarak, harekete geçirilemiyor.

İslam dünyası ülkelerinin, toplumlarının, kültürlerinin, politik yenilgi/utanç/teslimiyet ve hiçlik biriktirmek ve bütün bunları hamaset ve taşralılıkla örtbas etmek yerine, varoluşsal riskler almaya ve bedeller ödemeye cesaret ederek, kapsamlı bir tarihsel yüzleşme, sorgulama, özeleştiri ve hesaplaşma dönemi başlatmaları gerekir. Ahlaki duyarsızlığın, entelektüel duyarsızlığın hiç bir geçerli mazereti olamaz. İslam’ın geleceğinin, sömürgeci çıkarlardan, milli çıkarlardan çok daha önemli olduğunu kaydetmek, hayati önemi olan bir konudur. İslami geleceğin yeniden inşa’sı, Müslüman halkların, kültürlerin, İslami düşünce/kültür/ilahiyat hayatının, İslam’ın taşralı tezahürleriyle ilişkilerini terkederek, İslam’ın kendisiyle yeniden buluşmalarıyla mümkün olabilir. İnsanlık ve bağımsızlık onurunu/bilincini kaybetmeyen her halk, Filistin halkı örneğinde görülebileceği üzere her tür sömürgeciliğe ve soykırıma karşı bir direniş kültürü ve pratiği gerçekleştirebilir. Özgürlüğe giden yollar, dayanışma, sorumluluk, adanmışlık ve direnişle açılabilir. Bir yanda, gerçek bir özgürlük mücadelesinin ve evrensel İslami özgürlüğün, ne anlama geldiğini kanıtlamak üzere, bütün varlıklarını ve canlarını İslam’a adayan Filistinli direnişçiler tarihte eşi ve benzeri görülmeyen bir soykırıma maruz kalırken, bir diğer yanda, sanki böyle bir soykırım yaşanmıyormuş gibi hareket ederek, soykırım devleti İsrail’le, kontrollü gerilim ve ticari ilişkileri sürdüren İslam ülkelerinin bu tercihleriyle, İslami özgürlük mücadelesine ihanet ettiklerini belirtmek gerekir.

İçerisinde bulunduğumuz dönemde, İslam toplumları bünyesinde yeni parçalanmalara, yeni karşıtlıklara, yeni gerilimlere işaret eden etnikçiliklerin ve mezhepçiliklerin yükselişe geçtiği, toplumsallaştığı somut olarak görülebiliyor. Herhangi bir toplumda etnikçiliğin ve mezhepçiliğin yükselişi, güzel günler ve gelecekler göremeyeceğimize işaret eder. Etnikçilik ve mezhepçiliğin yükselişi çok derin bir kültürsüzlükle ve bilgelik yoksunluğuyla malûl bulunduğumuzu gösterir. Bir medeniyet tahayyülü, tasavvuru teorisi, projesi/pratiği, bütün farklı İslami yorumları içerecek-kapsayacak ahlaki ve entelektüel bir zemin üzerinde kurulabilir. Farklı kimi yorumları mezhep ve etnik farklılıkları dışlayarak, tahkir ve tekfir ederek bir milliyetçilik ve mezhepçilik çalışması yapılabilir, ancak, asla bir medeniyet çalışması yapılamaz. Günümüzde, tek değer olarak çıkarı ve oportünizmi içselleştiren toplumsal bir yabancılaşma ve toplumsal bir sapkınlık ile karşı karşıya bulunuyoruz. İktidarları korumak ve sürdürmek adına uygulanan ikiyüzlü siyaset ile her şey mubah zihniyeti, öteki’nin, muhalif ve eleştirel olanı alçaltan, İslami değerleri araçsallaştırarak oluşturulan partizan üstünlükçülük, toplumu ahlaki anlamda, kültürel anlamda yoksullaştırıyor, çölleştiriyor. Hangi toplumda olursa olsun etnikçiliğin ve mezhepçiliğin, yerli-milli politik retorik ve propoganda tarafından toplumsallaştırılması ilgili toplumlarda taşralılığın tiranlığının hangi ölçüde belirleyici hale geldiğini gösterir. Kültürel ve entelektüel anlamda yoksullaştırılan, popülist propoganda klişeleri ve kurgulanmış bir geçmiş ve şanlı tarih nostaljisi içerisine hapsedilen toplumlarda, bugün, ne yazık ki, toplumsal sorumluluklara yabancılaşan bireyci dindarlıklarla, ilkesel sınırlara/ölçütlere yabancılaşan çıkarcı dindarlıklar toplumsallaşıyor. Bu tür toplumlarda, kültürel hayat, eğitim hayatı, akademik hayat siyasal otoritenin kontrolü altına girdiği için, evrensel anlamda bağımsız/özgün içerik üretemiyor. Taşralı tiranlıklar kendilerini dünyanın merkezine koydukları için, dünyayı tanımıyor, dünyanın kendilerini tanımasını bekliyor. Günümüz İslam toplumlarında, siyasal hurafelerle günü kurtarmaya çalışan ulus-devletler, modern devletin yapısal uzantıları-kopyaları oldukları için, niceliksel değişimlerle oyalanıyor, niteliksel/yapısal değişime asla cesaret edemiyor. Gerçek bağımsızlıkların yapısal değişimle gerçekleştirilebileceğini, taşralı bir zihin/bilinç dünyasıyla yapısal değişimlerin mümkün olamayacağını düşünen ulus-devletler kırılgan-resmi bağımsızlıklarla hayatlarını sürdürüyor.

Moderniteye, Batılılaşmaya, sekülerleşmeye maruz kalan, ya da, moderniteyi, Batılılaşmayı ve sekülerleşmeyi kendi iradeleriyle seçen İslam ülkeleri, bu tercihleriyle, yapısal bir soykırıma maruz kaldıkları için, İslam’ı, bütüncül bir varoluş, dünya görüşü, hayat tarzı, bilgi-bilgelik sistemi olarak temsil ve tecrübe iradesini kaybettiler. Karşı karşıya bulundukları yapısal soykırımla yüzleşebilecek, hesaplaşabilecek, yapısal soykırımın yıkıcı-yok edici bütün etkilerini reddedebilecek bir entelektüel-kültürel-siyasal iradeye sahip olmayan ülkelerde, bugün, zaman zaman Türkiye’de yaşandığı gibi İslam, ancak, “şeriat isteriz-hilafet isteriz” gibi teatral sloganlarda yaşatılabiliyor. Taşralı bağnazlıklar, tiranlıklar ilgili toplumlarda, hayatı, tahammül edilemez hale getiriyor. İslami bilincin, bilgeliğin, irfanın, vicdan ve merhametin, adaletin ruhunu kurutuyor. Taşralılık, muhalif eleştirel unsurlara karşı, büyük bir acımasızlık, duyarsızlık kabalık, sertlik sergilediği için, toplumlarımız bunaltıcı, sıkıcı toplumlara dönüşüyor. Hayati önceliği olan, merkezi önceliği olan meselelerle hiç bir şekilde ilgilenmeyen, bu nedenle de varoluşsal bir tehdide dönüşen taşralılık, taşralı zihin dünyası, propoganda yoluyla, popülizm yoluyla, manipülasyon ve hamaset dili yoluyla sömürgeleştirilebilir toplumlar, kitleler oluşturabiliyor. Bugün, seküler anlamda epistemik-kültürel bir mühendislik projesine dahil edilen Türkiye’de, eğitim hayatı, bu epistemik-kültürel mühendislik uygulamalarını sorgulamak yerine, bunlarla yüzleşmek yerine, bu uygulamalara politik hurafelerle, mistik-batıni hurafelerle cevap vermeye çalışıyor. Taşralı bağnazlığın, ufuksuzluğun ve patolojik bencilliğin bir sonucu olarak, bugün, emperyalistlerin gerçekleştirmek istediği etnikçi-mezhepçi karşıtlıkları-rekabetleri-çatışmaları-parçalanmaları, kendilerini İslam’a nisbet eden topluluklar kendi tercihleriyle üretiyor, büyütüyor, toplumsallaştırıyor.

Taşralı bağnazlık ve bencilliklerin İslam medeniyetinin, Arap-Türk-Fars-Kürt-Hint vb. ortak kültürü tarafından oluşturulduğunu, gelecekte, yeni bir İslam medeniyeti kurulacaksa, bunun, aynı şekilde ortak kültür, ortak bilgelik ve dayanışma yoluyla mümkün olacağını bilmeleri/anlamaları gerekir. Taşralılıklar ve popülizmler, niteliksel bir kültürel değişimi gerçekleştirmekten aciz oldukları için, kendilerini muhafazakâr/dindar olarak tanımlayan kesimler, kültürsüzlükle malûl bulundukları için, sokak diliyle, maganda-mafya ve çete diliyle, kendilerini temsilen yapılan siyaseti bir kahramanlık örneği olarak alkışlayabiliyor. Dışlama ve tabi kılma yoluyla şekillendirilen siyasal ortamda, muhafazakâr-dindar kesimler, muhalif ve eleştirel çevrelerin aşağılanmalarından, tahkir edilmelerinden zevk duyarak derin bir sosyopatolojiyi toplumsallaştırıyor. Bugün, sözünü ettiğimiz sosyopatoloji toplumsallaştırıldığı için, kendilerine ancak, bir antika müzesinde yer bulunabilecek, aydınlar, gazeteciler, ilahiyatçılar, yerli-milli, etnikçi mezhepçi çarpıtılmış, vulgarize edilmiş bir İslam ve dindarlık icat etmek üzere olağanüstü çabalar harcıyor.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *