Yaklaşık bir asır öncesinde Anadolu’nun bir köyünde yaşanmış bir olayı konu edindiğim bu hikâyeyi, “Aksa Tufanı”yla küresel zulüm ağası büyük şeytan ABD ve onun bölgedeki kâhyası siyonazi işgal çetesine mü’min tokadı indiren Kassam mücahitlerine ithaf ediyorum…
Şükrü Hüseyinoğlu
O gün ağanın adamları yine köyün sokaklarına dağılmış, avazları çıktıkça bağırıyorlardı:
– Duyduk duymadık demeyin! Yarın, ağaya kışlık yakacak toplamak için topluca ormana gidilecektir! Herkes sabah yedide binekleriyle birlikte köy meydanında hazır olacaktır!
Güneşin batmaya doğru yol aldığı, gökyüzünün yeni yeni kızıllaşmaya başladığı bu saatlerde köylüler bostandan-bahçeden, tarladan evlerine yeni henüz yeni dönmeye başlamışlardı. Köye dönüşte de yeni işler bekliyordu, akşama kadar bostanda-bahçede, tarlada yorulan köylüleri.
Sabah çobana kattıkları büyükbaş ve küçükbaş hayvanları ahırlarına yerleştirecekler, kadınlar koyun ve inekleri sağacak, ardından sofralar hazırlanıp ailece akşam yemeğine oturulacak.
Fakat ağanın adamlarının o itici nidaları köyün sokaklarında yankılanmaya başlayınca, köylülerin kendilerince kurdukları bu hayat döngüsü bir kez daha alt-üst oluyor, ağa ve avanesi dışında tüm köy ahalisi kendilerini bir kâbusun tam ortasında buluyordu.
Herkes bu zulme lânet okuyor, ağaya beddua ediyor, kendi aralarında hoşnutsuzluklarını mırıldanıyor, lakin sabah olduğunda ağanın emrivakisi gereğince köy meydanında toplanılıyor ve her evden birkaç kişi binekleriyle birlikte ağaya yakacak getirmek üzere ormana doğru hareket ediyordu.
Bu değişmeyen bir zulüm döngüsü halinde sürgit devam eden bir durumdu. Köylüler, belli aralıklarla gelen bu emrivakilere boyun eğip kendi iş-güçlerini bırakmak ve ağanın hizmetine girmek durumunda kalıyorlardı.
Bu köydeki ağalık sistemi biraz farklıydı. Örneğin her ailenin kendi tarlası, çoğunun da bostan ve bahçesi vardı. Fakat gücünü tek parti iktidarının köydeki temsilcisi olma ve onun adına vergi toplama konumundan alan ağa, köylüleri yılın çeşitli günlerinde zorbalıkla kendi işlerinde çalıştırıyor, bunun için kimseye ücret de vermediği gibi, tarlasında, bahçesinde çalıştırdığı, yakacak toplamaya gönderdiği köylülere kaba davranıyor, zaman zaman adamlarını köylülerin üzerine saldırttığı oluyordu.
Ağanın zulmü, köylüler arasında kulaktan kulağa dillendiriliyor, beddualar edilip lânetler okunuyor, köylüler bu zulümden kurtulma ümidiyle yaşıyorlardı. Ne var ki bu durumu değiştirmeye yönelik bir adım atmaya cesaret eden olmuyor, zillet hali zulmü besleyip kalıcılaştırdığı gibi, devam eden zulüm de bir kısır döngü olarak köylülerin yaşadığı zilleti derinleştiriyordu.
Zalim ağa, daha birkaç hafta önce yine adamlarını köyün sokaklarına salıp, her evden en az iki kişinin üç gün boyunca kendi tarlasında çalışmak üzere orak ve tırpanlarıyla birlikte sabahları köy meydanında hazır olmaları emri vermişti.
Tam da rençberliğin bu yoğun zamanında insanlar kendi tarlalarında ekinleri ortada bırakıp ağanın tarlasında çalışmak zorunda kalmışlardı.
– Duyduk duymadık demeyin! Yarın ağaya yakacak toplamak için ormana gidilecektir! Herkes binekleriyle birlikte sabah yedide köy meydanında hazır olsun!
İşte o lânet olası emrivakilerden biri daha yapılıyordu. Ağanın adamlarının sesleri sokaklardan çekildikten sonra köye derin bir sessizlik çökmüştü.
– Boyu devrilesice zalim! Hiç insaf yok mudur bu adamda komşu?
– Allah tez elden canını alsın, onda insaf ne gezer!
– Ah komşu ah! Canı çıkasıcanın yerini dolduracak zalim mi yok? Baksana şu adamlarına!
Köylülerin kendi aralarındaki bu tür çaresizce konuşmaları dışında köyde adeta hayat durmuştu. Sanki fırtına öncesi sessizlik yaşanıyordu bu şirin Anadolu köyünde.
Karanlık yavaş yavaş köyün üstüne çökerken, köyün gücü kuvveti yerinde delikanlılarından Keremoğulları olarak bilinen ailenin oğlu Hasan artık ağaya karşı isyan bayrağı açmanın zamanının gelip geçmekte olduğunu düşünüyor, içinde fırtınalar koparken, ağa zulmüne karşı neler yapılabileceği üzerinde kafa yoruyordu.
Bu zulmün bir kırılma noktası olmalıydı, bu da ancak birilerinin ayağa kalkmasıyla, bedel ödemeyi göze alıp seslerini yükseltmesiyle olabilirdi.
“Bu sefer bu zalime boyun eğmemeli, sesimizi yükseltmeliyiz” diyerek kapıya yöneldi. Köyün delikanlılarını tek tek zihninde tarttı. Kafasına koymuştu, bu defa ağanın zulmüne karşı koyacaktı.
Bu işte kimler kendisine destek olabilirdi? Kendisince kafasında bir “direnişçi” listesi oluşturdu. Sonra en yakın komşusu Bekir’den başlamak suretiyle, ağaya karşı başlatılacak bu isyana katılması muhtemel olan gücü kuvveti yerinde akranlarına meseleyi açmak üzere evden çıktı.
Bu arada meselenin ağızdan ağıza yayılıp ağaya ulaşması ihtimaline karşı tedbirli olması gerektiğini biliyordu. Bu sebeple her önüne gelene bu meseleyi açmayacak, güvendiği kimselerle paylaşıp onların desteğini temin etmeye çalışmakla yetinecekti.
Bekir kendisini kapıda karşıladı. Selamlaşma ve hoşbeşin ardından Hasan doğrudan konuya girdi.
– Ağa yarın herkesi kendisine odun toplamaya çağırdı, işittin değil mi?
– İşitmez olur muyum Hasan, ne gelir ki elden?
– Gelmeli Bekir, bir şeyler gelmeli. Yoksa bu işin sonu gelmez.
– Gayri doğru dersin, lakin ne yapabiliriz ki?
– İşte ben de bunun için geldim Bekir, bir düşüncem var bu konuda.
Hasan, Bekir’in evinden yalnız çıkmamıştı, Bekir de ona katılmıştı. Artık köyde direniş saflarında iki kişi vardı! İki arkadaş, isyana katılacağını düşündükleri akranlarını ziyaret etmek gayesiyle artık gece karanlığının iyice çöktüğü köyün sokaklarında ilerliyorlardı.
– Hasan, ne dersin bu işi başarabilir miyiz?
– İnşallah Bekir, başarmak zorundayız. Yoksa bu zilletten kurtulamayız.
Sonra üç kişi, dört kişi, beş kişi, altı kişi oldular. Bazısı adeta böyle bir adımı bekliyorlarmış gibi hiç tereddüt etmeden katıldılar bu isyan dâvetine, bazısı bahaneler ileri sürüp geri durmuştu, bazısı da ağaya gücünüz yetmez deyip nasihat vermeye kalkışmıştı.
Nihayet gecenin sonunda yedi kişi olmuşlardı ve artık yarın nasıl bir isyan başlatacaklarını belirleyip planlamaları gerekiyordu. Vakit gece yarısına ilerlemiş olsa da, yarın nasıl bir tutum takınacaklarını belirlemek üzere Hasan’ın evinde toplanıp ne yapacaklarını konuşmaya karar verdiler.
Yedi arkadaş eve doğru yürürken şimdiden muzaffer direnişçiler havasına girmiştiler bile. Ağa zulmüne karşı duracak olmanın haklı gururu tavırlarına, hatta yürüyüşlerine bile yansımıştı.
Toplantı bittiğinde saat sabaha doğru üçü gösteriyordu. Uykusuz ve yorgun fakat kıpır kıpırdılar. Yarın için omuzlarına aldıkları büyük yükün heyecanı sarmıştı hepsini. Tatlı bir gerginlik içerisindeydiler. Belki tek endişeleri isyanlarının başarılı olmama ihtimaliydi. Fakat ağanın bu insanlık dışı dayatmasına boyun eğmeyip karşı koyacak olma kararı bile onların başını dik kılmaya, dolayısıyla kendilerini mutlu hissetmelerine yetmişti.
Arkadaşlarını uğurlarken Hasan, aldıkları kararı hiç kimseye açmamaları konusunda arkadaşlarını son bir defa daha uyarmayı ihmal etmemişti. Gerek ağa, gerekse köylüler için bir sürpriz olacaktı bu başkaldırı, fakat tabi ağa için acı, köylüler içinse tatlı bir sürpriz…
Başkaldırıyı nasıl yapacaklarını ve sonrasında ağa ve adamlarından gelecek muhtemel tepki ve saldırılar karşısında kendilerini nasıl savunacaklarını planlamışlardı. Her şeyi göze almış, tabir yerindeyse gemileri yakmışlardı.
Kavgaysa kavga, çatışmaysa çatışma!
Sabah yedi olduğunda köylüler binekleriyle birlikte köy meydanında toplanmış, ağanın adamlarının maiyetinde ormana doğru hareket etmeye başlamışlardı. Yedi direnişçi de köy meydanında toplanan köylüler arasında yerlerini almış, ormana doğru yol almaya başlamıştı.
Ormandan bineklerinin taşıyacağı kadar odun toplayan köylüler, öğleden sonra yavaş yavaş köye dönmeye başlamışlardı. Yedi arkadaş ise işlerini ağırdan alıyor, biraz daha geç dönmelerinin eylemlerinin başarısı için faydalı olacağını düşünüyorlardı. Eylem vakti köyün tenha değil kalabalık olmasını başarılı olmak için gerekli görüyorlardı.
Ağa evinin önünde oturmuş, kimin ne kadar odun getirdiğini gözlemeye başlamıştı. Adamlarının bir kısmı köylülere eşlik etmek için ormana gitmiş, bir kısmı da ona eşlik ediyordu.
Köylüler birbiri ardınca odun yüklü binekleriyle ağanın evinin önüne gelmeye başlamışlardı. Ağa ve adamları birazdan olacaklardan habersiz keyifle çaylarını yudumluyor, bineklerinin yükünü ağanın evine indiren köylüleri kibirle izliyorlardı.
Hoşnutsuzlukları yüzlerinden kolaylıkla okunabilen köylüler bineklerinin yükünü indirip yorgun ve çaresiz bir şekilde evlerinin yolunu tutarken, Hasan ve altı arkadaşı da odun yüklü binekleriyle birlikte artık köyün girişine gelmiş bulunuyorlardı.
Akşam kararlaştırdıkları üzere köye hep beraber giriş yapacaklar, ardından herkes odun yüklü bineğini kendi evine sürecekti.
Bir süre sonra ağanın kahkahasını yukarı mahalleden gelen adamlarından birinin bağırtısı kesti.
– Ağam, ağam! Keremoğlu Hasan, Mollanın Bekir, Biçicilerden Mustafa… Ormandan getirdikleri odunları buraya değil, kendi evlerine götürmüşler. Sana başkaldırmışlar ağam!
– Sen ne dersin Halil, buna nasıl cüret ederler!
Ağanın başından kaynar sular dökülmüştü sanki. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. Ağaya isyan etmek, onun emrine karşı gelmek ne demekti!
Evet, o da köylülerin kendisini sevmediğini, gıyabında kendisine lânet okuyup beddua ettiklerini biliyordu. Fakat zorbalıkla onları dize getirmiş, düzenini kurmuş ve köylülere boyun eğdirmişti. Dilediği gibi düdüğünü öttürüyordu. Hal böyleyken aldığı bu haber de neyin nesiydi?
Hiç beklemediği bu isyan haberi karşısında ilk sarsıntıyı geçirdikten sonra kendini toparladı.
– Bakın şu çulsuzlara! Ben onlara ne yapacağımı bilirim. Ağaya başkaldırmak ha! Bakalım er mi yaman bey mi yaman!
Adamlarını yanına alıp hızlı ve tehditkâr adımlarla ilk olarak Hasan’ın evine doğru yürümeye başladı. Ellerinde sopalar ve ormandan köylülerin getirdiği odunlarla Hasan’ın evinin önüne gelen ağa ve adamlarının bağırışlarını duyan Hasan, dışarı çıkmaması için kendisine yalvaran hanımına aldırmayıp ceketini üzerine aldı ve dışarı çıktı.
Bu arada olacakları tahmin eden ve teyakkuzda bulunan direnişçi arkadaşları bağırışlardan olayın patlak verdiğini anlayıp Hasan’ın evinin önüne gelmeye başladılar.
Ağa adeta çılgına dönmüştü. Hasan’ı ve diğer isyancıları bir bardak suda boğacak haldeydi.
– Hasan! Duyduğum doğru mu?
– Nedir duyduğun Cemil Ağa!
– Demek odunları kendi evinize getirdiniz ha! Doğru mu hu Hasan?
– Doğrudur Cemil Ağa. Ben topladım, kendi evime getirdim.
– Ben şimdi sana haddini bildiririm.
Ağanın bu sözüyle birlikte adamları Hasan’ın üzerine yürüdüler, ellerindeki sopalarla ona vurmaya başladılar. Kavga başlamıştı. Hasan ve arkadaşları yumruklarla ağanın adamlarını savuşturmaya çalışırken, birçok köylü de onlardan cesaret alıp kavgaya girdi. Sopalar ve yumruklar havada uçuşuyor, kıran kırana bir kavga yaşanıyordu.
Bir tarafta ağa ve adamları, diğer tarafta Hasan, arkadaşları ve köylülerden fırsat bu fırsat deyip ağanın karşısında kavgaya karışanlar…
Birçok kişinin yaralanmasına yol açan bu büyük kavga bir müddet sonra her iki tarafın akrabalarının araya girmesiyle sona ermiş, köyde sükunet sağlanmıştı.
Hasan da başına aldığı bir sopa darbesiyle yaralananlar arasındaydı. Bununla birlikte kavga sona erip herkes evine çekilmeye başladığında Hasan ve arkadaşları, ağaya karşı ilk başkaldırıyı gerçekleştirmiş, onun zalim otoritesini sarsmış olmanın sevinç ve gururunu yaşıyorlardı.
Artık köyde hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Hasan ve arkadaşları, o gün aldıkları direniş kararıyla “karşı konulmaz ağa” imajını yıkıp yerle bir etmiş, köylülere kimlik aşılamış, ağanın zalim otoritesini ayakları altına almışlardı.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *