Hepimizin masasında parçaları kaybolmuş bir yap boz duruyordu. Bundan eminim. Ne o yap bozu hatırlıyoruz ne de doldurulması gereken o boşlukları. Ubuntu hikayesi, bize unuttuklarımızı hatırlatan hikayelerden sadece bir tanesidir.
Kendimizi Aramaklar Yolculuğu-26
Fotoğraflar, yazı ve şiir: Mehmet Akif Coşkun
Enkazlandı yüreğin
Biz tırnağına değen taşına ahladık
Küfürden medet ummak kadar
Kendi fücurumuzun kafiriyiz
Vakti Zamanında Afrika’da görev yapan bir antropolog, bir kabilenin çocuklarına bir oyun teklif eder. Ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşan ödülü hak edecek ve meyvelerin hepsine sahip olacaktır. Çocuklar hepsi birden el ele tutuşarak koşarlar ağaca ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar. Çocukların bu davranışından etkilenen antropolog neden böyle yaptıklarını sorduğunda şu cevabı verirler:
”Biz ‘Ubuntu’ yaptık. Yarışsaydık eğer, yarışı kazanan sadece bir kişi olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan meyveleri yiyebilir? Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yemiş olduk. Ubuntu’nun anlamını şöyle açıklarlar:
”Ubuntu: Ben ‘Biz’ olduğu zaman ben’im.”
Bu maruf hikayeyi bilmeyenimiz yoktur. Son zamanlarda bu hikayeyi çok düşünüyorum. Düşündükçe farklı kapıların eşiğine varıyor, kapıyı açıp açmama konusunda bir an olsun mütereddid oluyor, merakıma ve heyecanıma yenik düşüp o kapıyı da aralıyor, karşılaştığım yeni düşüncelerle bir sonraki kapının eşiğine daha yol alıyorum. Hikayeyi parçalarına ayırıyorum. Parça parça inceliyorum. Nitekim bu hikayedeki şuuru da öyle parçalamadılar mı? Birazcık da ben parçalasam ne zararı olur diye düşünüyorum. Parçaladıkça görüyorum ki, aslında bunlar, yani hikayenin parçalanmış bu hali, masamın üzerinde yıllardır tamamlayamadığım yap bozumun kayıp parçalarına denk düşüyorlar. Karşılaştığım bu manzara içimde öylesine bir ızdıraba sebep oluyor ki, yıllardır aradığım o kayıp yap boz parçalarının oluşturduğu bu boşluğu doldurmaya cesaret edemiyorum.
İçinde yaşadığımız dünyanın temelleri, parçalayıp yönetenlerin, sömürenlerin, semirenlerin hedefi üzerine kurulmuştur. Ne de büyük bir başarı. Bir arkadaşımın sözünü hatırlıyorum, ”Şeytana saygı duyuyorum, işini çok iyi yapıyor.” Bu söz, tersten ateşlendiğinde şunu söylüyor aslında, ” İnsana saygı duymuyorum, sürekli hüsran içinde”.
Coğrafyalarımızı parçaladılar, bölündük. Aramıza duvar ördüler, sağırlaştık, duyarsızlaştık, umarsızlaştık, ağladık inledik. Birbirimize yabancılaştık. Zamanla tenimizin rengi değişti, dilimizin döngüsü değişti. Uzakları keskin gören bakışlarımız buğulandı, bakışlarımız değişti. Bölünen kirli coğrafyaların birbirine yabancı kimlikleriydik artık. Coğrafyamız parçalanmıştı ama, bu kirli tezgahın farkında olanlarımız, bu tezgahı tertipleyenleri rahat bırakmıyordu bir türlü. Coğrafyalar bölünmüştü ama bu yetmiyordu. Düşünceleri de bölmek gerekiyordu. İnançları da bölmek gerekiyordu. Dünya haritasına benzemiyordu ki bu melanet, ucu bucağı görünmeyen, elle tutulamayan, mantıkla ölçülemeyen bu haritayı cetvelle bölebilesin. Bu harita, kirli tezgahın farkında olanlarımızın elinde olduğu müddetçe yönetilemeyeceklerdi. Yönetimin sağlamlığı için tam anlamıyla bir parçalanma gerekliydi. Düşünceleri ve inançları da parçalamak gerekiyordu.
İşe taa başından başladılar. Önce ortak kelimelerimizi böldüler. Parçalanan bu kelimelerimiz ortak cümlelerimizin bölünmesine sebep oldu. Aklımızın dinamik yapısı bozulmaya başladı sonra. Bozulmaya başladıkça (öyle olduğunu bize inandırdıkça) elimize bizim için düşünen, bizim için karar veren, bizim için seven, bizim için nefret eden, bizim için inanan yapay bir aklı verdiler. Bu rahatlık karşısında yaşadığımız o tatlı hülya içinde derinleştikçe (battıkça) elimizden nelerin uçup gittiğini bile farkedemedik. Ara ara yine düşünebiliyor, konuşabiliyor, inanabiliyorduk ama, onların aklıyla düşündüğümüzü, onların cümleleriyle konuştuğumuzu, onların itikadıyla inandığımızı bir türlü kabul edemiyorduk. Çünkü zahirde her şey aynı görünüyordu. Öyle miydi?
Artık ubuntumuz kaybolmuştu? Mitolojiye dönüşen bu hikayeden devşirebileceklerimiz de onunla birlikte kaybolmuştu. Birlikte düşünmenin ve birlikte inanmanın karşısında hiçbir gücün mukavemet edemeyeceği gerçeği de kaybolmuştu.
”Biz” olmadığı için artık ”Ben” de yoktu…
Hepimizin masasında parçaları kaybolmuş bir yap boz duruyordu. Bundan eminim. Ne o yap bozu hatırlıyoruz ne de doldurulması gereken o boşlukları.
Ubuntu hikayesi, bize unuttuklarımızı hatırlatan hikayelerden sadece bir tanesidir. Varsa bir ubuntu hikayeniz (ya da size unuttuklarınızı hatırlatacak bir hikayeniz), durmayın parçalayın onu. Parçaladıkça hatırlayacaksınız. Hatırladıkça acıyacaksınız. Acıdıkça hiçbir kuvvetin nüfuz edemediği öz benliğinize doğru yol alacaksınız. Yap bozunuzun boşlukları tamamlandıkça bereketli bir damlaya dönüşecek ve sizin gibi bir süreçten geçen bir diğer damlayla ”bir”leşerek daha büyük bir damla olacaksınız. Sadece ubuntunuzu yitirmeyin yeter. Zira zifiri karanlıkta kaybolanlardan oluruz.
Cümle ağlasın
Ben ağlamayacağım
Cümle kıyam etsin
Ben etmeyeceğim
Kelimelerin yatağını bozup
Cümlenin gözlerine ve kıyamına
Bir sapan taşı olamazsam
Cümleden saysınlar beni
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *