Netanyahu’nun gitmesi yeterli mi?

Netanyahu’nun gitmesi yeterli mi?

Netanyahu bugün topun ağzında gibi görünse de tarihi birikim, 50 yıldan uzun süredir yürürlükte olan sistemin yeni bir “Netanyahu”yu mümkün olan en kısa sürede vitrine çıkaracağına işaret ediyor.

Mehmet A. Kancı / AA

İsrail’in Gazze’ye başlattığı saldırıyla beraber yalnızca İsrail sorununun geldiği nokta değil, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)-İsrail ilişkilerinin kapsamı da bir kez daha tartışmaya açıldı. ABD Başkanı Joe Biden’ın İsrail’e geçmişte hiçbir Amerikan yönetiminde görülmeyen ölçüde verdiği destek Gazze’den dünyaya yayılan katliam görüntüleri kadar hayret uyandırdı. Biden’ın 18 Ekim günü Tel Aviv’e yaptığı ziyaret çevresindeki gelişmeler de dikkate alındığında ortaya çıkan manzara uluslararası toplumun yalnızca İsrail’e değil, Washington’a bakışında da kırılma noktası teşkil etti. Bu ziyaret, İsrail’in El-Ehli Baptist Hastanesini bombalamasına ve bu saldırıya bağlı olarak Ürdün Kralı 2. Abdullah’ın, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı ABD Başkanı Biden ile bir araya getireceği toplantıyı iptal etmesine rağmen gerçekleşti.

50 yıldır Birleşmiş Milletler’de (BM) İsrail aleyhindeki her karara kalkan olan ABD yönetimleri, 18 Ekim’e kadar en azından zevahiri kurtarmak adına, görünürde dengeli politikalar yürütmeye çalışırdı. Beyaz Saray bu defa buna dahi ihtiyaç duymayacak kadar açık bir şekilde İsrail lobisine teslim oldu. ABD siyaseti 2024’teki seçimler öncesinde İsrail dış politikasının dümen suyu sandalına dönüşürken Biden’ın Tel Aviv ziyareti de bir nevi seçim gezisi haline geldi.

Peki, iki ülkeyi bu kadar karmaşık ilişkilerle birbirine bağlayan nedir? Netanyahu nasıl oldu da Gazze’de soykırım uygulayabilecek cesareti elde etti?

Geçmişten bugüne İsrail-ABD ilişkileri

Bu soruları yanıtlarken meseleye sadece 7 Ekim merceğinden bakmak İsrail’in uluslararası topluma dayatmaya çalıştığı gibi süreci tarihsel bağlamından koparmak olur. Özünde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 1971’den itibaren İsrail’in ABD yönetimi nezdinde elde ettiği ve giderek kontrolden çıkan imtiyazların ete kemiğe bürünmüş halidir. 1956 yılındaki Süveyş Krizi sırasında Fransa-İngiltere-İsrail üçlüsünün bölgedeki ihtiraslarına set çeken ABD diplomasisi 1962’de John F. Kennedy’nin başkanlığı ile beraber rotasını değiştirdi. Richard Nixon’ın başkanlık, Henry Kissinger’ın ise ulusal güvenlik danışmanlığı koltuğuna oturmalarıyla ABD-İsrail ilişkilerinin doğası da kökten değişti.

Bu değişim ABD’nin İsrail’e yaptığı yardımların miktarında da görülüyor. İsrail’in kuruluşunu takiben 1949 yılından 1965’e kadar ABD’nin yardımı, yüzde 95’lik kısmı gıda ve ekonomik olmak üzere, 63 milyon dolardı. 1967 Arap-İsrail Savaşı ile beraber bu yardımın miktarı yılda 102 milyon dolara yükseldi. Nixon-Kissinger ikilisinin ABD politikalarına damga vurmaya başlamasıyla beraber yardımın miktarı 1971’de çoğu askeri olmak üzere 634,5 milyon dolara ulaştı. 1973 Arap-İsrail savaşının ardından Amerikan yardımının miktarı artık milyar dolarlarla ölçülüyordu ve 2,5 milyar doları bulmuştu. Beyaz Saray İsrail’e oluk oluk yardım yapmakla kalmıyor, bu yardımların Kongre tarafından denetimini de engelleyecek düzenlemeleri yürürlüğe koyuyordu. 1974’te Kongre denetiminin önüne geçmek için yardımlar kredi adı altında sağlanmaya başlandı. Bu kredilerin geri ödemeleri ise hep askıya alındı. 1976’ya gelindiğinde İsrail artık ABD yardımı alan ülkeler arasında ilk sıraya yükselmişti.

İsrail’de iktidar değişimi

Tam da bu esnada İsrail siyasetinde “Netanyahular” üretmeye yönelik bir gelişme yaşandı. 1974 yılına kadar İsrail’de, Filistinlilerle yeri geldiğinde savaşan yeri geldiğinde diyalog kurabilen demokratik sosyalist Mapai ya da sol eğilimli İşçi Partisi iktidardaydı. 1971 yılında ABD’deki İsrail lobisinin eliyle iki ülke ilişkilerinin doğası değişirken İsrail’deki sağ partiler de Ariel Şaron ve Menahem Begin liderliğinde birleşerek Ulusal Liberal Hareketi’ni yani Likud Partisi’ni teşkil etti. Bu siyasi hareket ilerleyen yıllarda İsrail’i yeni savaşlara sürükleyecek liderleri de üretecekti. Menahem Begin, İzak Şamir, Binyamin Netanyahu ve Ariel Şaron, Likud sayesinde başbakanlık koltuğuna oturan isimlerdi. Ariel Şaron, 2000 yılında Mescid-i Aksa’ya yaptığı ziyaretle Filistin toplumunu kışkırtarak İkinci İntifada’yı başlatan isim oldu.

İsrail lobisinin ağındaki ABD

ABD-İsrail ilişkilerinin tarihi ve Likud Partisi’nin kimliği yakından incelendiğinde Netanyahu’nun toplamda 16 yıl olmak üzere 4 defa İsrail’de en uzun süre başbakanlık yapan isim olması tesadüf değil. Netanyahu’nun çeşitli defalar 16 yıla yayılan iktidarı, özünde İsrail lobisinin ABD ve İsrail arasında kurduğu şüpheli parasal ve siyasi ilişkiler üzerinde yükselen bir siyasi güçtür. Çift taraflı işlediği artık ayan beyan ortada olan bu sistem hem İsrail’de hem de ABD’de siyaset sahnesini şekillendirmeye devam ediyor.

ABD’de seçim kampanyaları için ihtiyaç duyulan mali destek, gerek başkanlığa gerek Senato ya da Temsilciler Meclisi üyeliğine heveslenenleri kaçınılmaz şekilde Amerikan-İsrail Kamu İşleri Komitesi’yle (AIPAC) muhatap ediyor. AIPAC bugün ABD Kongresi’nin yüzde 95’ini şekillendirmekle övünen bir İsrail lobi kuruluşudur. Bu kuruluş yalnızca seçilmişleri değil atanmışları da belirleyecek güçtedir.

Geçtiğimiz günlerde, New York’ta Mısır kökenli bir sokak satıcısını taciz ettiği için nefret suçu gerekçesiyle tutuklanan Barack Obama dönemi bürokratlarından Stuart Seldowitz, Netanyahu’yu iktidara taşıyan zihniyetin ABD’deki izdüşümüdür. Seldowitz, Obama’nın ABD Başkanlığını yürüttüğü 2009 ile 2017 yılları arasında Ulusal Güvenlik Konseyi Güney Asya Direktörlüğünün yanısıra, ABD Dışişleri Bakanlığında İsrail ve Filistin dairelerinde çalıştı. İslam ve Filistin düşmanı bir kişinin bürokrasinin bu kademelerine yükselebilmiş olması, ABD siyasetinin ve bürokrasisinin ne derece zehirlendiğinin çarpıcı bir örneğidir.

1982-1989 yıllarında ABD Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan George P. Shultz, ABD dış politikasının ne ölçüde İsrail etkisinde olduğuna tanıklık eden en üst düzey yetkililerinden biridir. 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgali üzerine ABD Başkanı Ronald Reagan ve Shultz, Kongre’nin Tel Aviv yönetimine 250 milyon dolarlık yardım yapma girişimini engellemeye çalışır. Shultz, olayların gelişimini şu şekilde anlatır:

“Bu yardım İsrail’in Lübnan’ı işgali, yasaklı mühimmat kullanması, Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarındaki katliama göz yummasının akabinde veriliyordu. Başkan Reagan ve ben bu ilave yardıma şiddetle karşı çıktık. Başkan Reagan ve ben senatörleri defalarca arayarak ağırlığımızı koyduk. 9 Aralık’ta resmi bir muhalefet şerhiyle, ilave yardımın İsrail’in politikalarını desteklemek ve ödüllendirmek anlamına geleceğini bildirdim. İsrail Dışişleri Bakanı Şamir, Başkan Reagan’ın muhalefetini dostane olmayan bir tavır olarak niteleyerek barış sürecini zedelediğini iddia etti. Bu ilave ödenek Başkan Reagan ve benim desteğim olmaksızın Kongre tarafından onaylandı. Çok şaşırmış ve hayal kırıklığına uğramıştım. Bu bana İsrail’in kendi kongremiz üzerindeki ağırlığını çok canlı bir şekilde gösterdi.”

Netanyahu bugün topun ağzında gibi görünse de tarihi birikim, 50 yıldan uzun süredir yürürlükte olan sistemin yeni bir “Netanyahu”yu mümkün olan en kısa sürede vitrine çıkaracağına işaret ediyor. Bu sebeple, Türkiye başta olmak üzere Filistin halkının geleceği için kalıcı çözüm arayan ülkeler, Netanyahu’nun şahsından ziyade Washington-Tel Aviv arasında kurulan ilişki zincirini kırmaya odaklanmalıdır.

[Gazeteci Mehmet A. Kancı, Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *