Kazananlara Kaybedenlere

Kazananlara Kaybedenlere

Dünyanın ve Müslüman coğrafyasının genel yapısını düşündüğümüz zaman, mahallenin boşalmasına rağmen hala ayakta durabilen insanlar İslamî hareketin başarısıdır. Bugün küresel yangının orta yerinde bir avuç müminin yanmaktan korunup, diri kalabilmeleri bile Allah’ın lütfettiği bir başarıdır.

Mehmed Durmuş

28 Mayıs 2023 seçimleri Türkiye’de bir milat oldu. AKP kurucusu ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan büyük bir demokratik zafere imza atarak, çok ortaklı muhalefet cephesini zîr ü zeber etti. Muhalefetin mesihimsi iki belediye başkanının 14 Mayıs akşamı henüz seçim sonuçları yayınlanırken televizyona çıkıp, “sonuçlar iyi gidiyor, 13. Cumhurbaşkanı K. Kılıçdaroğlu’dur” mealinde beyanat vermeleri, muhalefetin neden hüsrana uğradığının da belgesi niteliğindeydi.

Bu yazıda, Recep Tayyip Erdoğan’ın son demokratik galibiyetinin, muhalefet cephesinde meydana getirdiği hercümercin ‘İslamcı’ versiyonuna değinecek ve İslamî hareketin yenilip yenilmediğine dair değerlendirme yapacağız. R. Tayyip Erdoğan’ın 21 senedir hiç tökezlemeyen seçim başarısı İslamî kesimde bir tartışmaya sebebiyet veriyorsa, bunun temelinde yatan sebeplere eğilmek gerekmektedir.

Müslümanlara yöneltilen eleştirinin özü şudur: Türkiye Tayyip Erdoğan’ın AKP’si öncülüğünde değişmekte, dönüşmekte, gelişip kalkınmakta, ilerlemekte ve yükselmektedir. Peki ‘İslamcılar’ ne yapmaktadırlar? Kırk yıldır, elli yıldır, altmış yıldır İslamî uyanış neden etkin bir İslamî harekete dönüşmemiştir? İslam’ın sivil bir din olmadığı, toplum dini olduğu kadar devlet dini de olduğu görüşünü savunanlara ne oldu? İslamî uyanış neden bir arpa boyu yol alamamaktadır? Siz Müslümanlar bugüne kadar ortaya ne koydunuz? İnsanlar size neden rağbet etmeliler? Bu eleştirilere, İslamî cemaatlerin sürekli bölünüp parçalandığı eleştirisini de eklemek gerekir. Ayrıca İslam coğrafyasının bütünüyle bir yangın yerine dönüştüğü, her beldenin terör, fakirlik, işsizlik, sağlıksız hayat şartları gibi illetlerle malul olduğu yönündeki tenkitleri de aklımızın bir kenarında tutmalıyız.

Öncelikle şu hususu netleştirmek gerekmektedir. İslam davası, içinde Müslümanların da yaşadığı bir ülkenin imar edilmesi, geliştirilip kalkındırılması, toplumun refah düzeyinin artırılması ülküsü değildir. 21. Yüzyılın bu ilk çeyreğinde İslam davası, yüzyıllardır İslam’ın hayattan el çektirilmiş olmasının arızî bir durum olduğu bilincinden hareketle, İslam’ı yeniden hayata döndürme mücadelesidir. Bu tespit, İslamî diriliş çabalarının ulusalcı siyasetlerle kıyaslanamayacağını hatırlatma amacına yöneliktir. İslam davasını kim ne kadar anlamış ve kavramışsa, kim anlayıp kavradığı bu davaya, anlayıp kavradığı oranda malıyla canıyla kendini vakfetmişse, kendini vakfedenler davayı temsil etmeye ne kadar liyakatliyseler, İslam davası o kadar gelişip büyüyecek, toplumda kabul görecek ve belirleyici bir güç haline gelecektir.

İslam davası tamamen, Allah’ı mihver edinen bir davadır. İslam davası Allah içindir, ecrini verecek olan da, günahını takdir edecek olan da sadece Allah’tır. İslam halk içindir, İslam davası da halkı İslam’a çağırma davasıdır. Fakat İslam halkı değil, Allah’ı razı etmeyi gaye edinir. Allah, Müslümanların İslam’ı doğru dürüst öğrenip, Allah’ın kullarına doğru dürüst anlatmalarından, dolayısıyla halkın İslam’dan ve Allah’tan razı edilmelerinden razı olur.

Rasûller de bundan müstesna olmamak üzere hiçbir Müslüman fert, İslam davasını şuradan alıp şuraya götüreceği, Müslümanların sayısını şu kadar artıracağı, şu kadar süre içerisinde şu kadar işleri yapacağına dair Allah’a (özel) bir söz vermiş değildir. Her bir Müslüman fert ilây-ı kelimetullah uğrunda ne kadar çaba sarfederse, Allah katında o kadar değer kazanır. Hiçbir Müslüman şahıs İslam’a bir değer katamaz, Müslüman şahıslar İslam’la değerlenir, İslam’la müşerref olurlar.

Bütün bu ve benzer sebeplerle niyeti, yönelimi, hedefleri, metodu ve temel ilkeleri itibariyle amacı sadece Allah’ı razı etmek olan, İslam’ı dava edinmiş müminlerin durumu, laik-demokratik bir ülkeyi yönetmeye talip olan bir partinin durumuyla asla mukayese edilemez. Çünkü ikisinin varlık sebebi, niyeti, kıblesi ve metotları başka başkadır. Demokratik siyasetle İslam siyaseti, ontolojik olarak farklı iki ayrı bedendir. Her iki bedenin ilahı, rabbi, ibadeti ve dini farklıdır. Demokratik bir düzeni yönetmek için kurulmuş olan partinin meşruiyet kaynağı ‘halk’ ve halka nispet edilen anayasadır, bütün lâdinî yapısıyla devlettir. İslam davasının meşruiyetinin kaynağı ise halk değil, halkı yaratan Allah’tır. Allah buyurduğu için ve Allah razı olacağı için İslam davası vardır.

Demokratik partiler genel bir ilke olarak ‘kazanma ve kazandırma’ denklemi üzerine otururlar. İslam davası ise çalışanları için -tıpkı nebîler gibi- kazanç değil, ‘yan gider’ kapısıdır. Demokratik siyaset rant kapısı olarak algılanır, İslam’da ise rant sadece Allah rızasıdır. İslam davası Müslümanın, servetini bu uğurda harcamasını gerekli kılar.

Türkiye özelinde Adalet ve Kalkınma Partisi ve lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın başarıları ile İslamî hareketin kazanç ya da kayıpları kıyaslanamaz. Çünkü Tayyip Erdoğan kurulu düzenin çalışkan lideridir. Bir iddiası olan her parti kurulu düzene, bir tuğla olsun, katkı sağlamıştır. Tayyip Erdoğan sayılamayacak kadar tuğla eklemiştir ama bunun İslam açısından bir önemi yoktur. Çünkü Erdoğan’ın çaktığı bir çivi bile kurulu düzenin selameti içindir. Kurulu düzen bu çiviler sayesinde İslam gibi ‘tehlikelerden’ selamette tutulmaktadır. Erdoğan ve benzerlerinin cehdleri İslamî harekete değil, laik-demokratik ve Kemalist düzenedir. Erdoğan veya ileride gelecek halefleri ülkeye İslamî görünümlü icraatlar bırakabilirler. Mesela bundan sonra seçilecek Cumhurbaşkanlarının yemin törenine -komşu Yunanistan’ı örnek edinmekten ar etmeyip!- Kur’an’a el basma gibi bir uygulama ilave edilirse şaşmamak gerekir. Unutmamak gerekir ki bu gibi icatlar cumhuru etkilemede son derece işlevsel olsa da, rejimin ‘muasır medeniyet seviyesi’ni kızıl elma edinmesini hiçbir şekilde ırgalamayacak, bilakis pekiştirecektir. Rejim 1920’li yıllarda suni ilkah yöntemiyle tepeden inmeci, halkı sürü olarak gören, astığı astık, kestiği kestik bir tıynetle kurulmuştu. Yüz yıl sonra T. Erdoğan ve partisi tarafından ‘Türkiye yüzyılı’ temalı icraatlarla rejimin sicilindeki bu kara lekeler temizlenmekte, bünyeye ‘ılımlı İslam’ kanı verilmektedir. Yüz yıl önce çok kırılan, küstürülen halk, artık ipeksi dokunuşlarla gönlünün alınmasını hak etmemiş midir? 

Tayyip Erdoğan devleti yönetmektedir ve yönettiği devletin bütün imkanlarını kullanmaktadır. Dünya çapında itibar görmesi de, yönettiği ve küresel çapta tam kabul gören devletin uygun ve uyumlu lideri olmasından dolayıdır. Tayyip Erdoğan Türkiye’sinin dünya çapında hüsnü kabul görmesi, bu ülkede -fiziki olarak gelişip gürbüzleşse de- İslam’ın bir devlet dini olarak öne çıkarılmayacağına duyulan güvenden kaynaklanmaktadır. 

Tayyip Erdoğan’ın liderlik özellikleri, kırk yamalı bohça görünümündeki muhalefetle kıyaslandığında net olarak görülmektedir. Kırk tane yamalık bir araya geliyor ve bir tek Tayyip Erdoğan’la mücadele edemiyorlar. Altılı veya on ikili masayı oluşturan parti başkanlarının her biri, henüz muhalefette olmalarına rağmen dostlarının yüz karası, düşmanlarının maskarası politikalara imza atmaktadırlar. Bir tarafta -faka bastırılır gibi- seccadeye bastırılan bir ana muhalefet lideri, diğer yanda Ayasofya’yı yeniden camiye dönüştüren bir siyasi lider. İkisinin eşit olmadığı ortada değil midir? Fakat işte cumhur denilen varlığın, Kılıçdaroğlu’ndan daha vahim bir şekilde faka bastırıldığı nokta tam da burasıdır. Şöyle ki, Ayasofya’nın ibadete açılması görünürde büyük bir siyasi icraat olmakla birlikte, İslam’ın bu ülkede bir devlet dini olmayacağının da bir başka açıdan izahı gibidir. Türkiye Cumhuriyeti Ayasofya’yı yeniden ibadete açabilir ama bu, TC’nin İslam Cumhuriyeti olacağı anlamına gelmemektedir! Verilen mesaj budur. Türkiye’nin İslamlaşmadığından, bilakis sekülerleştiğinden ve İslam’ın bazı tezahürlerinin öne çıkartılmasından emin olması gerekenler temin edildikleri için kayda değer bir gürültü-patırtı çıkmamış, taşlar yerine oturmuştur.

Sözün özü, küresel sisteme tam uyum sağlamış bir rejimi yöneten bir lider ve partisi ile İslamî hareketin seyrü seferini kıyaslamanın hakkaniyetli bir tarafı yoktur. 

İslamî uyanış / İslamî diriliş ya da İslamî hareketi kendi ölçütleri içerisinde, kendi kavram ve ilkeleri çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bu cümleden olarak söyleyeceklerimizin başında şu husus gelmektedir: İslamî hareket nicel olarak sürekli kayıplar yaşasa da, bu tam bir kayıp sayılmaz. Bilhassa AKP siyaseti sayısal kayıpları artırmıştır. Yirmi bir yıldır muhafazakâr demokrat yönetimin seküler başarıları İslamî hareket cenahında pek çok insanın gönlünü çelmişse, kim ne yapabilir ki? Oysa İslam’ı murad-ı ilahiye uygun şekilde dava edinmiş müminler açısından bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü İslam, kişilere bağ/ım/lı değildir. Gönlü kaymış insanların gönüllerine Allah’tan başka kimse tesir edemez. İslam davası, onu güden sadece bir tek kişi bile kalsa, yine davadır. İslamî hareket muayyen sayı sınırlarıyla ifade edilemez. İbrahim (as)’ın tek başına İslamî hareketi sürdürdüğünü biliyoruz. Talût ve emrine itaat eden bir avuç müminin kıssası da bu hadiseyi bize böyle okutmaktadır.

İslamî hareketi “hani neredesiniz, ne yaptığınız var, hiçbir varlık gösteremiyorsunuz” gibi eleştiriye tabi tutanların, kendilerini İslamî hareketin neresine yerleştirdiklerine bakmak gerekir. Bu yüce dava belirli şahısların özel mülkü değildir. İslam’ı dava edinen her insan bu soruları öncelikle kendi üzerine almalıdır. Hiçbir Müslüman kendini güvenli siperlerin ardına atarak, oradan eleştiri okları gönderme hakkına sahip değildir.

Müslümanlar olarak mazeretlerin arkasına sığınmamız elbette doğru değildir. Bununla beraber kabul etmeliyiz ki zaaflarımız davamıza da yansımaktadır. Rasûlullah (sav)’in sabrını, azmini, direncini, dayanıklılığını, metanetini gösteremediğimiz ortadadır. İslam davası ise bitmeyen bir enerji gerektirmektedir. Çağcıl modern söylemler direncimizi kolayca kırabilmektedirler. Oysa Kur’an ve Allah Rasûlünün örnek hayatı haricî söylemlerden, nazariyelerden, beşerî öğretilerden etkilenmemizi engellemelidir.

Müslümanlar olarak zaaflarımızı bilmekle birlikte, şunu da hatırda tutmak gerekir ki, dini Allah’a has kılan bir ümmetin teşkili oldukça zorlu bir iştir. Her Müslüman, İslam davası demekle nasıl zor bir işe talip olduğunu bilir. Ülkede İslam’ın hem devletin hem de halkın dini haline gelmesi için belirli bir süre tayin edilemez. Allah’ın bize tayin ettiği tek şey, O’nun uğrunda (fî sebîlillah) çalışmamız, cehdetmemizdir, canımızı ve malımızı bu güzel yola feda etmemizdir. Müslümanlar olarak, Rasûlullah’ın öncülüğündeki ilk Kur’an neslinin gösterdiği adanmışlığı göstermemizdir. Bu adanmışlığı gösterebilirsek, yıl hesapları yapmanın anlamsızlığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Rasûlullah (sav) on üç yıl Mekke’de İslam’ı tebliğ etti ve Akabe bey’atları gibi mükemmel bir neticeye ulaştı. Hicret Akabe bey’atlarının zorunlu sonucuydu. Hicret ettiği şehirde ise İslam’ın zaferleri fırtına gibi esti. Ama bu fırtına can ve mal bağışıyla oldu. Kur’an neslinin en önemli iki silahından biri sabırsa, diğeri de itaatti. Derken sekiz sene sonra İslam’ın fetih sancağı Mekke’de dalgalandı. Bütün bu göz kamaştıran muvaffakiyetlere bakıp da, on üç yıl, sekiz yıl, yirmi üç yıl gibi hesaplar yapmamız abes olur. Rasûlullah yirmi birinci senede Mekke’yi fethetmiş ama bizim toplumumuzun İslam’la fethedilmesi yıllarla mı, on yıllarla mı, yüz yıllarla mı ölçülür, onu bilemeyiz. Bizim böyle bir hesap yapma görevimiz yoktur. Biz kendimize ait olanı yaparız, Allah’a ait olana ise karışamayız, geleceği bilen sadece Allah’tır.

İslamî hareket üzerine özeleştiri yapmak mutlaka gerekir ama başarı ya da başarısızlıktan bahsetmek çok anlamlı değildir. Çünkü İslamî harekete başarılı ya da başarısız dememizi gerektiren, belirli somut kriterler yoktur. Dünyanın ve Müslüman coğrafyasının genel yapısını düşündüğümüz zaman, mahallenin boşalmasına rağmen hala ayakta durabilen insanlar İslamî hareketin başarısıdır. Bugün küresel yangının orta yerinde bir avuç müminin yanmaktan korunup, diri kalabilmeleri bile Allah’ın lütfettiği bir başarıdır. Firavun sisteminin “bir avuç marjinal grup” (şirzimetun kalîl: Şuarâ, 54) tanımlamasına konu olmak bizatihi başarı öyküsüdür. Nasıl ki radikal, fundamentalist gibi terimler bizi belirli bir kalıbın içine dökmek için uydurulmuş tuzak kelimeler ise, marjinal gibi sözcükler de böyledir. Sahibi sadece Allah olan bir davanın müntesibi bir tek kişi bile olsa, o marjinal değildir. Marjinal olanlar -sayıları ne kadar çok olursa olsun- ‘öteki’lerdir. Eğer marjinallik sayıyla olsaydı başta İbrahim Halîlullah olmak üzere, dünyayı değiştirmeye talip bütün nebîler marjinal sayılmaktan kurtulamazlardı.

İslam dışı rejimlere kulluk yaparak hayatlarını karartan kitle partileri ve liderlerine rağmen, az sayıdaki müminler sadece Allah’a kulluk etmenin, küfrün ve şirkin hiçbir tonuyla uzlaşmamanın örnekliğini vermektedirler. Allah’ın bütün nebîleri sultanların ve kralların ülkeleri yönetmelerine, halklara tahakküm etmelerine tanık olmuşlardı ama hiçbir kral Allah’ın hiçbir nebîsini kendi güdümüne alamamış, “ne yapalım, başka çaremiz yok” diyerek küfür düzeninin uydusu yapamamıştır. Nebîler tek başlarına da kalsalar, hüküm koyma yetkisinin sadece Allah’a ait olduğu gerçeğinden zerre kadar sapmamışlar, İslam akidesini hiçbir pazarlığa tabi tutmamışlardır. Son nebî Muhammed (sav)’in tebliğinde ise işler daha farklı gelişmiş, bizler için büyük umut kapıları açılmıştır.

Dünyanın en ücra bir mezrasında iki tane Müslüman varsa, onlar İslamî hareketin öncüleridir. Yaşadığımız ülkede ve dünyanın geri kalanında Müslümanlar olarak bir varlık gösteremesek, siyasi rejimler bizi kaale almasalar da, gam değildir. Asıl gam, İslam’ı dava edinmekten vaz geçmek ya da dava edindiğini söylemekle beraber zihin bulanıklığından, dolayısıyla akidevî bozulmadan kurtulamamaktır. Hem Allah’ı rab edinmek hem de küfür sistemleriyle barışık olmak nifak belirtisidir. İslam’la küfrü, hakla batılı telif etmek, iktidarların milletvekilliği ya da bürokratik kurumlarında istihdam gibi yemlerini yutmak Müslümanlar için zafer değil, hezimettir.

İçinde bulunduğumuz siyasi ve akidevî koşullar nazarı dikkate alındığında, ayağı kaymamış müminlerin Rabbimiz Allah’tır deyip, Allah’ın dosdoğru yolu üzerinde dimdik durabilmesi büyük bir kazanımdır. 

İslamî hareketi demokratik siyasetin kriterleriyle değerlendirme sapkınlığından vazgeçmeliyiz. İslamî hareketin artılarını ya da eksilerini sadece Kur’an’dan ve Sünnetten hareketle anlayabiliriz. İslamî harekete yönelik eleştiri, dini baston olarak kullanan seküler iktidarlara yanaşmadığı için değil, Kur’an ve sünnet ölçüsünde mesaisini daha fazla artırmadığı için yapılmalıdır.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *