Müminler olarak “lâ ilahe” sözüyle demokrasiyi ve laikliği reddettiğimizi var saysak da, köklü ve sarsılmaz bir imanla, akidenin devamı olan “illallah”ı ikame etmediğimiz sürece imanda mahallimiz yok demektir. İmanımız ancak Allah’ı yegâne ilah ve rab bilmekle tam olacaktır.
Mehmed Durmuş
Her zaman İslam zamanıdır, İslam’sız geçen zaman cehennemdir. Lakin kabul etsek de etmesek de zamanın bazı dönemeçleri vardır ve onlar hayati öneme sahiptirler. Milletlerin tarihi bu dönemeçlerle doludur. 28 Mayıs 2023 tarihi de biz Müslümanlar için tarihi bir kırılma noktası olabilir ve olmalıdır.
Rasûlullah (sav) Rabbine, “kavmim bu Kur’an’ı terk edilmiş bıraktı” diye şikâyet etmişti. Bizler Rasûlullah’ın bu şekvâsından alınıp, biz de acaba kavim olarak Kur’an’ı terk edilmiş bırakmış mıyız diye sormalı değil miyiz? Biliyorum, Kur’an’ı terk edilmiş bıraktığımızı kabullenmek çok kolay değildir. Kur’an’dan münhal hale getirdiğimiz makamı, ona denk tuttuğumuz abur-cuburla doldurduğumuzu itiraf etmekten de kaçıyoruz.
Kur’an’ın yerine “ezan, bayrak, vatan, millet” gibi ulusal ya da ulusallaştırılmış sözcükleri yerleştirdik. Eğer hayatımıza Kur’an’ı (ve onun yaşanmış modeli olan Sünneti) ikame etseydik, hayatlarımız Müslüman hayatı, toplumumuz İslam toplumu, beldemiz dârul İslam olacaktı. Ama hayatımızı Kur’an vasıtasıyla Allah’ın ikame etmesine, Rasûlullah’ın (sav) öncülük/önderlik/modellik etmesine izin vermedik. Ülkemiz laikliğe gasp edildi (dârul laik).
Yeni bir seçimi daha geride bıraktık. Referansı İslam olmayan bir toplum bir beş yıllığına daha yönetme hakkını bir lidere, birkaç partiye ve bir ittifaka verdi. Cumhurbaşkanını halk seçtiği için, yetkisini halktan aldı. Demokratik sistemde Cumhurbaşkanı, yetkisinin yanında meşruiyetini de halktan almaktadır. Çünkü halkın üstünde başka bir güç tanınmamaktadır.
Meşrû kelimesi “şer’e uygun” demektir. Oysa bizim bildiğimiz ve “şer” (şer’un) deyince akla gelen kaynak yani Şeriat, hüküm koyma, değerleri belirleme, iyiyi-kötüyü, helali-haramı, sevabı-günahı tayin etme yetkisini Allah’tan alıp kullara veren, insan hayatına Allah’ın değil, kulların hükmetmesini isteyen bir siyaset biçimini asla onaylamaz. Dolayısıyla burada büyük bir çelişki, daha doğrusu bir yalan söz konusudur. Buna ‘örtme’ de diyebiliriz. Allah’ın şeriatını gerek cebren gerekse hile ile bilerek, kasten reddeden, hayatımızdan radikal bir şekilde çıkartan bir siyasi sistem, ‘meşrû’ kelimesini hırsızlayarak, kendi bâtıl düzenlerine hak sureti vermekte, hak düzeni ise bâtıl yerine koymaktadırlar. Halbuki Allah sadece -hayır olan- İslam’dan razı, insan uydurması siyasetlerin hiçbirinden razı değildir.
Bu son seçimde katılımın rekor kırdığı söylenmektedir. Gayrı şer’î bir düzeni, ezan, cami, cuma, Allah, rasûl, Kur’an, Sünnet gibi terimlere yaslanan bir toplum yüceltmekte, siyasi ve kalbî katılımıyla destek vermekte, güç katmakta, taziz eylemektedir. Bu demektir ki bir beş yıl daha A’dan Z’ye bütün icraatları Cumhurbaşkanı, bu ‘dindar’ cumhurla beraber yürütecektir; yolu birlikte yürüyecek, birlikte ıslanacaklar. Oysa Allah, biz Müslümanların sadece O’nun razı olacağı işleri icra etmemizden razı olmaktadır. Allah ve Rasûlü bir işe hükmettiğinde mümin erkeklere ve mümin kadınlara başka bir hüküm verme hakkı tanınmamaktadır.
Dindar kesimlerdeki kafa karışıklığı, iki mabet (cami ve Anıtkabir) arasında kalmışlık, bir koltuğa iki karpuz sığdırma çabası, hem Allah’a hem de mammona kulluk etme hırsı, arzularını ilah edinme gibi sapmalar, sadece bir kısmımızın diğerini suçlama, zılgıtlama meselesi değil, esas olarak büyük bir muhasebe, düşünme, kendimizi sorgulama meselesidir. Her ne kadar mesele buysa da, anlatmaya çalıştığımız tezebzüb halini yaşayan insanlar hiçbir tenkide kulak asmamakta, hiçbir muhasebeye yanaşmamakta, hiç kimsenin kendilerine hayır amaçlı bir uyarı yapmasına izin ve fırsat vermemektedirler. Sanki kalplerin ve kulakların mühürlenmesine, gözlere perde çekilmesine tanık oluyor gibiyiz.
Kendisinin kimseden nasihat dinlemeye ihtiyacı olmadığını düşünen insanımız, kendilerinden bu kadar emin olduğuna, laik-demokratik gidişata tam destek vermelerinde bir hata görmediklerine göre, acaba hatayı Kur’an’da ve Sünnette mi aramak gerekmektedir? Kur’an’ın -doğruluğundan hiç şüphe duymadığımız, doğruluğundan kuşku duyanların Müslüman kalamayacağından da şüphe duymadığımız- kıyamete kadar geçerli olan hükümleri eskimiş veya çağın gerisinde mi kalmıştır? Ya da -açıkça söylenmese de- Kur’an’ı indiren İrade, 2023 yılındaki siyasi-sosyal koşulları tam öngörememiş midir? Bütün bu noksanlardan Allah’ı tenzih ederiz. O halde geriye, doğru olması muhtemel tek doğru kalmaktadır, o da şudur: Hayatı bütünüyle Allah’a ait kılması gereken bizler yanlış bir tefsir anlayışındayız. İnsanlar kelimelerden, kavramlardan, teorilerden putlar yapıyor, nefsi emmâreleri öyle icap ettirdiğinde de o putları tüketiyorlar. Gün geliyor demokratik bir seçim ‘asıl kurtuluş savaşı’ oluyor, gün geliyor, ‘asıl kurtuluş savaşı’nın bir numaralı aktörü günün Firavunu oluyor. Dün Firavun/deccal dediği aktörleri de bugün mesihleştiriyor.
Kur’an’ın Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlere kâfir, zalim ve fasık hükmünü vermesi, reel hayata uymamaktadır. Yerli-millî bir oryantalist yorum, zımnen bu hükmü tarih dışı saymaktadır. Bilinç altında sanki şöyle bir yaklaşım bulunmaktadır: Sadece seksen beş milyonluk bir ülke değil, yeryüzünün neredeyse tamamı başka türlü yaşadığına göre, birkaç kelimeden oluşan bir ayet/ayetler bütün dünya ile baş edebilir mi? Dolayısıyla “kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse…” diye başlayan ayetlerin bugün yeniden gözden geçirilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu gözden geçirmenin de Rasûlullah’a, “ya bundan başka bir Kur’an getir ya da bunu değiştir” denilmesinden bir farkı yoktur. Farkı olduğunu bilenler varsa, cevabını lütfetmelidirler. Geçmişteki ehli kitap gibi (Nisa, 51) günümüzün yerli-millî ehli kitabı da seküler müşrikleri müminlerden daha doğru bir anlayış üzere saymaktadırlar.
Evet şimdi İslam zamanıdır.
Asırlardır biriktirdiğimiz günahlarımızdan arınmanın, akide kireçlenmelerimizi Kur’an’la çözmenin zamanıdır. Bir parti, bir ittifak ve bir lider öncülüğünde koca bir toplum gayri İslamî bir rejimin ikinci yüz yılı için kolları sıvamış olabilirler. Teknolojide, harp sanayiinde, ekonomide yaşanan hızlı gelişmeler, ülkenin parasal gücünün artması, halka sağlanan refah düzeyi vd. bir büyüklük kompleksi telkin edebilir. Ama bilinmelidir ki büyük sadece Allah’tır. İnsanlar ve toplumların ürettikleri, O büyük Allah’a yakınlıkları nispetinde büyük, uzaklıkları nispetinde de küçük olurlar. İslam’ı değil, küfür sistemlerini yüceltenler ne kadar göz alıcı (mele) görünseler de, gerçekte bir hiçtirler. Çünkü Allah kafirlerin bütün amellerinin gerçekte bir ‘hiç’ olduğuna hükmetmektedir.
İslam’ı istemek insanların, dünyanın ve hatta bütün kâinatın hayrını istemektir. Laik-demokratik bir rejimi yaşatmak, yaşatılmasına çağrı yapmak Allah’a meydan okumak gibidir. Allah’ın, Âl-i İmran suresinin 103. ayeti kerimesinde buyurduğu üzere, toplum olarak ateş çukurunun tam kenarında olup, Allah’ın oradan kurtardığı kimseler sadece Rasûlullah’ın kavmi olan Arap toplumu değildi. Eğer öyle olsaydı, Allah onları Kur’an ve Muhammed (as)’ın elçiliğinde ateş çukurundan kurtarmasıyla olay bitmiş, bu ayetin anlatacağı bir şey de kalmamış olurdu. Oysa bu ayeti kerimeden, ateş çukurunun kenarına konuşlanmış toplumların hep olacağı anlamını çıkarmak gerekmektedir. Allah’ın büyüklüğü, Kur’an’ın mucizeliği buradadır. Ülke olarak ateş çukurunun kenarındayız. O çukura düşmemenin tek yolu, Kur’an’daki İslam’ı din edinmek, onun dışındaki bütün yaşam biçimlerini ve bütün itikatları, bütün siyasi görüşleri, geri dönüşümü olmayacak biçimde çöpe atmaktır.
Bir de, demokrasi kötüdür, laiklik şöyle şöyle din dışıdır vb. demek aslında bir şey demek değildir. Esas belirleyici olan, “demokrasi kötüdür”den sonra kuracağımız cümledir. Devamında “İslam iyidir” cümlesini kurarsak, yerde ve gökte, âfakta ve enfüste, ezelde ve ebette en büyük doğruyu söylemiş olacağız. Platon’dan bu yana pek çok demokrat da demokrasiyi eleştirmektedir. Demokrasi için “yetmez ama evet” diyenler azımsanmayacak kadardır ama bu insanlar seçimlerini Allah ve Rasûlden/Rasûllerden yana yapmadıkları müddetçe, bir şey demiş sayılmazlar.
Rasûlullah Muhammed (sav)’in Hira’da başlattığı, 23 sene sonra Medine’de noktaladığı tevhid yürüyüşüne kaldığı yerden, adımlarımızı onun adımlarına tam uydurarak devam etmek zorundayız. Yeni bir İslamî hareket başlatmamız gerekmektedir. Biz İslam’la kıyâm edersek, bütün şirk hareketleri çökmek durumunda kalırlar. Biz kıyam etmezsek, gözlerini dünyaya şirk ortamında açan bebekler hızlıca büyürler ve dünyada şirkten başka hakikat tanımamış olurlar. Bizim kıyamımız, bazı fanatiklerin sandığı gibi, herhangi bir siyasi lidere muhalefet hareketi değildir. Kıyamımızın özü Allah’tan, Rasûl’den, Kur’an’dan, İslam’dan yana olmaktır.
Müminler olarak “lâ ilahe” sözüyle demokrasiyi ve laikliği reddettiğimizi var saysak da, köklü ve sarsılmaz bir imanla, akidenin devamı olan “illallah”ı ikame etmediğimiz sürece imanda mahallimiz yok demektir. İmanımız ancak Allah’ı yegâne ilah ve rab bilmekle tam olacaktır. Sadece Allah’ı ilah kabul ettiğimiz ise, İslam ilk defa iniyormuş gibi bir heyecan, azim ve adanmışlıkla Allah’a ve rasûlüne (Kur’an ve Sünnete) koşmamızdan anlaşılacaktır. Şimdi o koşmanın tam zamanıdır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *