Bazı cahillerin kuruntularının aksine Kur’an siyasi emirler, ilkeler, örnekler ve açıklamalarla doludur. Rasûlullah’ın sünneti ise baştan sona siyasettir. Biz kendimize ait olan siyasete talip olmalıyız.
Mehmed Durmuş
Türkiye Neyi Seçecek?
14 Mayıs 2023 Pazar günü ülkenin dört bir yanına yerleştirilen sandıklarla Türkiye neyi seçecek? Namazlı ve namazsız, oruçlu ve oruçsuz, örtülü ve örtüsüz, zengin ve fakir, patron ve işçi, ağa ve ırgat, şehirli ve köylü seçmenler tarafından oylanacak olan nedir? İnsanların önüne, birden fazla seçenek mi konacak yoksa seçilmiş seçeneklerin onaylanması mı istenecek?
14 Mayıs günü yapılacak seçim TBMM’de milletin ‘vekilleri’ için beş yıllığına tedarik edilen ‘nimetleri’ tüketecek olan yeni paydaşlarını belirleyecektir. Paylaşım süreci, vekillerin TBMM’de, kendileri için önceden ‘indirilmiş’ olan, genel esaslar çerçevesinde demokratik ve laik Cumhuriyete, M. Kemal’in yeni Cumhuriyet için vaz ettiği, beğenip razı olduğu ilke ve inkılaplarına bağlı kalacaklarına, anayasaya sadakatten ayrılmayacaklarına büyük Türk milleti önünde namusları ve şerefleri üzerine yemin etmeleriyle başlayacaktır.
Türkiye’de kurulu bir düzen vardır. Düzeni devlet ve ‘millet’ birlikte koruyup kollamaktadır. Sağ-muhafazakâr partiler düzenin çürük temelini, kesilmiş kolon ve kirişlerini sağlamlaştırmayı vazife edinirler fakat yine de düzenin kurucu şeflerinin (kompradorların) rızasını kazanamazlar. Sağ-muhafazakâr parti ve vekilleri, dinlerine tam olarak girmedikçe, düzenin kurucu monarkını rab ve ilah olarak ikrar edip, kendisine Allah’ı ve başka şeyleri şirk koşmayacağını taahhüt etmedikçe söz konusu kurucuları razı edemezler. Ama yine de çareyi, itilip-kovuldukları demokrasi dininin tanrılarına sığınmakta bulurlar. Koltuklarına hem Allah adını hem de demokrasinin tanrılarını sığdırmaya çalışırlar. “Müzebzebîne beyne zalik” konumlarıyla taraftarlarını da saptırırlar. Ama sonuç itibariyle düzenin zorba sahipleriyle ılımlı sahipleri bir “ortak kelimede” buluşmakta; “Allah’ı ve O’nun dışında rab edindiklerimizi paylaşalım, kimimiz kimimizi, Allah’ın dışındaki tanrıları hep kendine mal etmekle suçlamasın!” diye sözleşmektedirler.
Türkiye’de tabi ki hiçbir seçim sıradan değildir. Seçimler rejimin kendini yenilemesi, gücünü gözden geçirmesi için dört-beş yılda bir tekrarlanan bakım-onarım günleri gibidir. Altı yüz adet vekilin seçilmesi ve partilere göre dağılımı, aday belirleme süreçlerindeki afra-tafralar, parti liderlerine olan kırgınlıklar, ilk defa seçilen vekillerin Türkiye’yi sallayıp sırtına alacakmış gibi heyecana kapılmaları, AVM’lerde alışveriş ritüelini gerçekleştiren ebeveynlerin çocuklarını oyun alanına bırakmalarını andırmaktadır. Bu ‘andırma’ sistemin metabolizmasının iyi olduğuna delalettir.
Seçmen Neyi Seçmektedir?
Türkiye’de her seçimde, bir şeyleri seçmekten ziyade, en temelde bütün evsafıyla Cumhuriyet yönetimi oylanmaktadır. Sandığa giden herkes, mevcut haliyle devletten ve toplumdan razı olduğunu beyan etmekte, bekası için irade beyan etmiş olmaktadır. Bazılarınınki biraz daha profan, bazılarınınki biraz daha yeşile çalsa da, her seçmen kanadının bir kutsalı vardır ve her kesim, sandığa giderken aslında kendi kutsallarının ‘rızâ-i bârîsi’ için gitmekte, seçime katılmayı ibadet telakki etmektedir. Her bir seçmen, sandığa bıraktığı, bir nevi yemin yerine geçen mühürlü oy pusulasıyla kurulu düzenden memnuniyetini ve sadakatini dile getirmektedir. Seçimlere çok sayıda parti iki ana ittifak halinde katılmaktadır. İki de ferdî aday bulunsa da, demokratik mücadele daha çok iki kanatta hülasa edilmiş vaziyettedir. İki ittifak bloğunda, muhafazakâr demokratlarla sosyal demokrat ve cumhuriyetçileri bir araya getirmiş olması itibariyle siyasi sistem bir başarıya imza atmıştır. Bu tablo Amerika’nın Cumhuriyetçiler ve Demokratlar yapılanmasını çağrıştırmaktadır.
Seçimlerde sadece siyasal sistem oylanmamakta, aynı zamanda toplumsal düzen, daha doğrusu değer yargıları, din anlayışı, dinle siyaseti nasıl ilişkilendirdiği, Kur’an’ın bugünkü hayattaki yeri, ticaret, haram-helal anlayışı vb. vasıflarıyla toplum da oylanmaktadır. Toplum oylarıyla siyasal rejimi (namaz kılar gibi) kılmakta, ikame etmekte, ayakta tutmakta, beslemektedir. Siyasal rejim de yeni başkanlar, yeni hükümetler, yeni kabine ve yeni vekiller vasıtasıyla halkını kılmakta, ikame etmekte ve beslemektedir. Seçimler belki de en fazla toplumun, devlet tarafından biçimlendirilen dünya görüşünü, zihin yapısını, değer yargılarını, ahlakını ve yaşam biçimini tasvip etmek anlamına gelmektedir. Sandık her yönüyle toplumun meşruiyet kaynağı olmaktadır. Allah’ın indirdikleri yerine, -sandık vasıtasıyla- insanın indirdikleri ‘din’ yapılmaktadır. Allah’ın şeriatı yerine beşerî/profan bir ‘şeriat’ tensip edilmektedir. Sandıkta ifadesini bulmayan görüşler ‘marjinal’ damgasıyla merdiven altına kaldırılmaktadır. Siyasal sisteme temel karakterini veren ideoloji/dünya görüşü seçmen oylarıyla meşrulaştırılırken seküler bir icma da oluşturulmaktadır. Sandıktan sadece Kemalizm değil, aynı zamanda günümüz sağ-muhafazakâr siyasetinin ‘ehli sünnet’ yorumu da çıkmaktadır. Böylece kitleler, siyasal sistemle birlikte toplumsal sisteme de güven oyu vermektedirler. Kitlelerin ‘masumca’ benimsediği en aleni şirkler bile düşünce hürriyeti adına taltif edilmekte, itiraz etmek halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek, düşünce ve inanç özgürlüğüne saldırı kapsamında muamele görmektedir. Kestirmeden söylemek gerekirse, şirkle uzlaşmak ve giderek şirkin ta kendisi olmak hiç bu kadar ‘sıradan’ olmamıştı.
Türkiye’de toplumun ana karakteri muhafazakârlık ya da kurulu düzenle barışık olmak hatta -bilhassa son yirmi yılın hasılası olarak- kurulu düzene velayet bağıyla göbekten bağlanmış yerlici/millici bir dindarlık biçimidir. Bu dindarlıkta tevhidle şirk kaynaştırılmış, ortaya saldırgan bir şirk otoritesi çıkmış, vatan-millet-bayrak gibi ulusalcı şiarlar tevhid, Allah rızası, nebevî hareket gibi kavramları örtmüştür. Muhafazakâr demokratlar eliyle bütün İslamî mefhum ve değerlerimiz eğilip bükülmüş, içeriği boşaltılmış ya şirkin hizmetine verilmiş ya da gündemden düşürülmüştür. Ama yine de soranlara, ülkenin nassla yönetildiği söylenmektedir.
Her bir seçimde sandığa gidip ‘rey’ veren seçmen, ülkenin laik-demokratik karakterine mührünü bastıktan sonra, siyaset atının yeni binicisini de belirlemektedir. Eski yıllarda halk rey verirdi, şimdi ise seçmen oy vermektedir. Görme, görüş kökünden elde edilmiş re’y kelimesi kanaat ve görüş bildirme, bir şeyi bilinçle seçme, bilme, anlama, düşünme anlamlarını çağrıştırıyordu. DİA’nin re’y maddesinde “isabetli olanı çıkarsama” diye yazmaktadır. Artık seçmenin “isabetli olanı çıkarsamak” gibi boyundan büyük işleri de olmamalıdır, seçmen oyunu vermeli ve işine bakmalıdır…
İslam Yerine Demokrasi Verelim!
Türkiye siyasî ve içtimaî yapısı itibariyle Amerika’ya çok benzemektedir. Amerika’da toplum yapısı, biri sayısal olarak çoğunlukta olan dindar gruplar, diğeri azınlıkta olan seküler gruplar olmak üzere iki ana katmanda yapılandırılmıştır. Fakat dindarların sahip oldukları büyük medya gücü, sivil toplum kuruluşları ve sermaye sayesinde din kamusal alanda her geçen gün daha fazla ‘görünür’ hale gelmektedir. Demokraside bu böyle işler, din asıl işlevini kamuda daha fazla görünür hale gelirken yitirir. Amerika toplumu dinsiz/materyalist dünyaya karşı dinli toplumların kalesi gibi konumlandırılmıştır. Bu yüzden ‘dindar’ Amerikan toplumu kürtaja, pornografiye, eşcinselliğe, çocuk istismarına, nükleer silahlara karşı hassasiyeti olmakla, devlet okullarında ibadete yer verilmesinden yana, uluslararası insan haklarına karşı fevkalade duyarlı olmakla bilinmektedir. (Ömer Çaha). Türkiye’de de, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında gidişat o yönde olacağa benzemektedir. Toplum yapısı Amerikan tarzı bir dindarlık için oldukça uygun hale getirilmiştir. Altmışlı yılların sonunda sağcı-muhafazakâr gençliğe, İstanbul’a gelen Amerika’nın altıncı filosunu taşlayanları taşlatmak, bu günlerin habercisiydi. Hele de komünizmle mücadele dernekleriyle Amerika Türk sağının gönlünü fethetmişti. Said Nursi komünizme karşı ehli kitap Amerika’yı desteklemekten yanaydı zira nurcu mahallesinde Amerika Beyaz Saray’da bütün dünyanın ve kâinatın güneşi olan Kur’ân-ı Hakîm’i yeşil ipekliler arasında, lâyık olduğu yüksek mevkiye koymakla biliniyordu. (Zübeyir Gündüzalp, Said Nursi’nin öğrencisi). Kırkıncı, sekseninci nurcu şakirtler, üstadlarının izinden giderek, Türkiye’yi küçük Amerika yapacağını beyan eden Adnan Menderes’in devamı olan Süleyman Demirel gibi sağcı liderleri Allah, vatan, bayrak için desteklemeyi vazife edinmişlerdi.
Amerika Müslüman toplulukları komünizmle kokuttu, demokrasiyi Nuh’un gemisi yaptı.
Dergimizin kurucusu ve yayıncısı merhum Ercümend Özkan demokrasiyi heva ve heves rejimi olarak tanımlıyordu. İnsan hakları, kadın hakları ve hümanizm gibi ideolojilerin güçlendirdiği liberal demokrasi fiilen toplumun dinidir. Aksini iddia edenlerin, kamusal alanda hakimiyetin Allah’a ait olduğuna dair bir tane olsun sahici örnek vermeleri gerekir. Bilinmelidir ki demokrasi bir düşüştür; yüce olandan denî olana, faziletten rezalete, kutsaldan profana doğru düşüş… Taha suresinin 81. ayetinde, “Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin, bu hususta azgınlaşmayın, sonra size gazabım hak olur; her kime gazabım hak olursa, o helak olmuştur.” buyrulmaktadır. El-Mîzan tefsirinin yazarı Hüseyin Tabatabâî (ö.1981) ayetin son kelimesi olan ‘hevâ’yı “aşağıya doğru düşmek” diye açıklamaktadır. Tabatabâî Fatiha suresindeki “gazaba uğrayanlar”ı da “aşağıya doğru düşenler” diye tefsir etmektedir. Bir hevâ-heves rejimi olan demokrasi gerçek bir ‘düşüş’ hikayesidir. İslam’ın dışında hiçbir ideoloji ya da yaşam biçimi yoktur ki, düşüş olmasın. Allah Muhammed ümmetini ateş çukuruna düşmekten Kur’an’la kurtarmış, Kur’an’ın ilk muhataplarını sahabe/Kur’an nesli yapmıştı. Kur’an nesli olmayı nefsine yediremeyen bizler şimdi yeniden o çukurun tam kenarında bulunmaktayız. Demokrasinin peygamberleri olan siyasi liderler bizi ateş çukuruna çağırmaktadırlar. Allah ise o ateşten kurtulmamızı istemektedir. Demokrasi karanlığa düşürmek, Allah ise nûra çıkarmak istemektedir.
Seyyid Kutub bu ikiliği görenlerden biri olarak diyor ki, zaman yine değişti ve İslam’ın beşeriyete ilk defa getirdiği “lâ ilâhe illallah” davasını yaydığı günkü haline geldi, cahiliye avdet etti ve beşeriyet “lâ ilâhe illallah” davasından irtidat etti. Beşeriyet tekrar sapıklığa daldı. Minarelerden anlamı bilinmeden ve ruhu kavranmadan terennüm edilen “lâ ilâhe illallah” sözüne inat fertler, kurumlar ya da kavimler tarafından hakimiyet davası güdülmektedir.
İslam’ı Seçmemenin Seçimi
Demokrasi, sel suyu üzerindeki köpük (müsilaj) gibidir; köpük atıktır, sel suyu ise kalıcıdır; hayrın, bereketin ta kendisidir. İslam vadileri dolduran yağmur suyu gibidir, bizatihi hayır ve berekettir. Yağmur suyunun temsil ettiği İslam kıyametin sonuna kadar değişmeyecek, Allah’ın razı olduğu tek din, tek hakikattir. Başka hakikat yoktur. Müslümanların değer vermeleri gereken ikinci bir din, ideoloji, dünya görüşü ve yaşam biçimi de yoktur. Rabbimiz “Allah katında din İslam’dır” buyurmuş ve noktayı koymuştur.
İnsanlar dünya çapındaki büyük azgınlığı gördükçe fevç fevç İslam’a koşmaları gerekirken, tam tersine kendilerini mankurtlaştıran küresel şebekelere koşuyorlarsa, bu, İslam’ın değil, söylem ve eylemleriyle laik-demokratik yaşam biçimini tebliğ eden Müslümanların kusurudur. Allah’la olan akdini bozan, düğümünü sağlam yapmayan insanlar, eğirdiği ipliğini geri çözen kadın misali, akitlerini çözüyorlar, nefsani arzularının, şehvetlerinin peşinden gidiyorlarsa İslam ne yapsın? İslam bunun adını izzeti Allah’tan başkalarının katında aramak olarak koymuştur. Allah’ın izzetinden razı olmayanlar küresel ‘haram cumhuriyetinden’ izzet devşirmeyi ummaktadırlar. Ellili, altmışlı yaşlarına kadar biriktirdiği bütün mukaddeslerine tecavüz ederek büyük bir utanç içerisinde kafirlerin mahallesine seğirtenler sabık mahallelerine küfretme yarışına girmişlerse bunun müsebbibi İslam ve Müslümanlar değildir. Ezik dindarlar ‘cihad’ı tersine çevirmekte, İslam safında laik-demokratik zihniyete karşı değil, laik demokratik düşüncenin safında İslam’a karşı cihad etmektedirler.
14 Mayıs’ta bir kere daha “İslam’ı seçmemek” seçimi yapılacaktır. Yapılacak olan seçim “İslam mı, demokrasi mi?” oylaması değildir. Bunun yerine seçmene, İslam’ı bırakması, demokrasiyi yüceltmesi telkin edilecektir. Hali hazırda olduğu gibi, İslam’ın kültürel, folklorik, magazinel boyutundan kimse rahatsız değildir. ‘Anadolu mozaiği’ lafını köpürtenler, İslam’ın A’dan Z’ye bütün hayatı kuşatan bir Din olmasından razı değildirler. Demokratik seküler dünya görüşüne şirk koşulması modernizmin gazabını muciptir. Bunun için sandıktan “İslam’ın değil, demokrasinin yaşam biçimi olmasını onaylıyorum” mesajının çıkması murad olunmaktadır. Görmek isteyenler, ibadet şevkiyle atılan oyların kanatlarında bu mesajları görebileceklerdir. Oysa bizler Akabe’de oyumuzu kullanmış, ellerimizi Allah Rasûlünün eliyle kenetlemiş ve Rasûlullah vasıtasıyla Allah’a ortak koşmayacağımıza, çalmayacağımıza, çırpmayacağımıza, zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, iftira atmayacağımıza, Allah ve Rasulüne itaat edeceğimize söz vermiştik. Hudeybiye’de bîatımızı tazelemiştik. Hatta Rabbimiz, Rasûlullah’a yaptığımız bîatı Kendisiyle bîatlaşmak saymıştı da, bunun kıymetini “Allah’ın eli onların eli üstündedir” sözüyle tartmıştı.
Akabe nerede kaldı, Hudeybiye nerede kaldı, büyük fetih nerede kaldı? İsterseniz bunların nerede kaldıklarını söyleyebiliriz: Hudeybiye, ‘Türk İslam sentez’li (Fetö’nün de dahil olduğu) muhafazakâr dindarlıkta takiyyeye, köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demek sözüyle özetlenebilecek bir münafıklığa kılıf yapıldı. Oysa izzet bütünüyle kendisine ait olan Allah’ın dininde böyle bir köprü hiç olmadı. İslam köprünün de, köprüden öncesi ve sonrasının da tamamen Allah’a ait olmasının adıdır. Akabe ve Hudeybiye bîatları Müslüman olmanın, Müslüman kalmanın çetin ama şerefli, bir o kadar da ‘mümkün’ ve ‘olması gereken’ şartlarını ortaya koymaktadır.
Dindarlar Dönüştürülüyorlar
Demokratik yaşam biçimini İslam’dan daha fazla ciddiye alan kimi dindarlar siyasi sistemle halk arasında (muhafazakâr demokrat partiler vasıtasıyla) ılımlılaştırıcı rol oynamaktadırlar. İktidar olmanın cazibesine kapılmayan Müslümanlar “ama her şey bir anda olmaz ki” gibisinden söylemlerle yatıştırılmak, Allah’sız hayatlara ikna edilmek istenmektedirler. Müslümanlara, yaşanan irtidat gerçeğine karşı seslerini çıkarmamaları telkin edilmektedir. İslamî kesimler üzerinde yürütülen projeler ürünlerini vermiş bulunmaktadır.
Millî Görüş geleneğinden gelen bir kadro, -hocalarının ifadesiyle- gömleklerini değiştirerek laik-demokratik rejimi yönetmeye talip oldular. Bu girişimi bilhassa batı dünyası ‘Müslümanların iktidarla imtihanı’ olarak takdim etti. Halbuki söz konusu kadro kendilerini İslam değil, muhafazakâr demokrat olarak tanımlamışlardı. Doğru tanımlama, “muhafazakâr demokratların iktidarla imtihanı” olmalıydı. Müslümanların demokratik siyasete atılmaları daha baştan tutarsız bir ifadedir. İslam’a göre teşekkül etmemiş bir toplumun, tamamen gayri İslamî olan siyaset çarkını döndürmek Müslümanlara düşmemelidir. Batılılar ‘İslamcı’ diye adlandırdıkları muhafazakâr demokrat kadronun iktidara gelmesini desteklemişlerdir çünkü işin sonunda “İslamcılar iktidar sınavında yenildiler” manşetini atacak olanlar da kendileriydi ve bu manşet bütün dünyaya İslam’ın devlet dini olmadığı, devlet yönetmeye elvermediği mesajını yayacaktı.
Bedri Gencer, Bernard Lewis’in (ö.2018) hislerine tercüman olarak şöyle demektedir: “Tarihin Sonu’nun ilanıyla başlayan yeni küreselleşme devrinde daha hayatiyet kazanan modern sistemin selameti için Ilımlı İslâm projesiyle Sert İslâm’ı bitirmek zorundayız. Sert İslâm’ın dinî boyutu, modernizmi (sekülerizmi) tehdit eden hakikî İslâm (Peygamberli din), ideolojik boyutu, modernliği (kapitalizmi) tehdit eden siyasî İslâm’dır (İslamizm). Hakikî İslâm’ın zehiri deizm (Peygambersiz din), İslamizm’in zehiri, iktidarla imtihandır. Her iki Ilımlı İslâm projesinin üssü de Türkiye’dir. Bunun iki sebebi, Türkiye’nin merkezî coğrafî mevkii ile din-devlet münasebetindeki asimetridir. İslâmcılara iktidar fırsatı vermek, başka Müslüman ülkelerde riskli olacakken aksine Türkiye’de verimli olacaktır. Zira Türklerin kutsalı din değil, devlettir; Hilafette olduğu gibi Türkler dini feda ederler, devleti feda etmezler. O yüzden iktidara gelince Müslümanlar sistemi dönüştüremeden sistem Müslümanları dönüştürür.”
Bernard Lewis’e yakıştırılan bu tespit gerçeğe dönüşmüş, sistem -dönüşüme müsait olan- Müslümanları dönüştürmüştür. Bu işteki usulü bilen insanlar için kimi ‘Müslümanların’ dönüşmüş olması şaşırtıcı değildir. Zaten iktidara heveslenen dindarlar, rejimin sahiplerine kur yapmaya başlamışlar, dönüşmeleri için gereken asgari şartları ilana çıkarmışlardı. Dönüştürülmeleri zor olmadı. Sonra da iktidara talip oldular.
Ömer Çaha diyor ki, rasyonel-modern değerlerle geleneksel dinî değerler birbirinin zıddı olduğu için ikisinin bir arada bulunamayacağı ileri sürülüyordu. Amerikan modeli modernleşme ise bu tezi çürütmüştür. Amerika’da ekonomik, toplumsal ve kültürel modernleşme geleneksel dini değerlerle bir arada olabilmekte, her ikisini sentezleyebilmektedir. İnsan eksenli modernitenin çatı kavramı rasyonalitedir. Geleneksel değerlerin çatı kavramı ise inançtır. Amerikan modeli rasyonalite ile inancı çok başarılı bir şekilde sentezlemiş, bunu da demokratik sistemle hayata geçirmiştir. Bu iki değerin demokratik sistem içindeki sentezi özgürlüktür.
Müslümanlar ‘özgürlüğü’ aldılar, kulluğu verdiler. İslamî kesimde büyük değişim-dönüşüm yaşandı / yaşanmaktadır. İktidar fırtınası, yalınkat sokağa çıkmış insanları yaprak gibi savurmakta, silindir gibi ezmektedir. İktidar silindiri altında ezilmemek için gereken tek şey, hiçbir şartta terk etmeyeceğimiz, hiçbir maslahat için pazarlık konusu yapmayacağımız, bizi biz yapan ve asırlık çınar gibi dimdik ayakta tutacak olan sağlam bir akidemizin olmasıdır. Abdesti Muhammed (as) gibi alır, siyaseti Machiavelli gibi yaparsak, rüzgârın savurduğu kül gibi savrulur, namus tüccarlarının metaı haline geliriz.
Savrulanların kimler olduklarını merak ediyorsak, onları kafirlerin kelimeleriyle konuşmalarından, kadın, aile ve çocukla ilgili düşüncelerinden, Müslümanlara küfretmelerinden, din-siyaset ilişkisine dair hezeyanlarından tanıyabiliriz. Kimileri daha da ileri gidip, Kur’an’ı ve Rasûlullah’ı sorgular hale gelmişlerdir.
Seçimin patronu popülizm
Hemen her seçimin olduğu gibi bu seçimin de patronu popülizmdir. Popülizm halkla ilgili her şeyi yüceltme eğilimi olarak tanımlanmaktadır. Seçim günü sandıktan istenen netice alınıncaya kadar halk arş-ı âlâya kaldırılmış durumdadır, bir dediği iki edilmeyecektir. Her şey halk için, halka göre ve halk tarafından (gibi)dir. Kritik seçim döneminde halkın en küçük bir tepkisinden bile korkulur. Seçimden sonraki dönemlerde kutsallık yerini yavaş yavaş rasyonelliğe bırakacaktır.
Seçime gidilirken, iktidar halkın rızasını kazanma uğruna, hesaba kitaba sığmaz büyük tasarruflarda bulunmakta, hadsiz hesapsız harcamalar yapmakta, olmazları olur hale getirmekte, açılışları özene-bezene seçim döneminde yapmakta, vergi borçlarını silmekte, trafik cezalarını affetmekte, ücretlerde ve emekli maaşlarında iyileştirmeler yapmaktadır. Bilhassa EYT emekliliği iktidarın giderayak ülkenin sırtına sardığı en büyük kamburlardan biri olmuştur. Muhalefete gelince, onlar da iktidarla bir şeyleri yarıştırma işine girişmiş bulunmaktadır. Hükümet ne veriyorsa onlar beş fazlasını vaat etmektedirler. İktidarı ve muhalefetiyle demokratik sistemin partilerinin bu popülist tutumları halk üzerinde nasıl bir ahlak olarak tecelli edecek denirse, aklıma sadece pragmatizm gelmektedir. Malik Bin Nebi (ö.1973), halka sorumluluklarından bahsetmeyen ve ona haklarından dem vurmakla yetinen bir politika, gerçek anlamda bir ‘siyaset’ değil, bir ‘hurafe’ ve karanlıkta gezinmeden ibarettir demektedir. Siyasetin hurafesi de dehşetmiş gerçekten. 15 Mayıstan itibaren acaba hangi siyasi lider halka çalışmanın, alın teriyle kazanmanın öneminden, herkesin işlediği suçun cezasını çekmesi gerektiğinden bahsedebilecektir, bilemiyorum.
Sonuç
Özetlemek gerekirse, memlekette maddi-fizikî alanda beğenilecek ve ‘faydalı’ işler yapılmıyor değildir. Yapılan hiçbir işi sırf muhalefet olsun diye karalama, değersizleştirme taraftarı değiliz. Lakin şu var ki, biz Müslümanların davası maddi gelişme, kalkınma, refah, zenginleşme, milli gelirin artması meselesi değildir. Allah Rasûlü Muhammed (as) Mekke’de hükümran mele-mütref zümresini Mekke’ye iyi yollar yapmıyorsunuz, ticareti kolaylaştırıcı adımlar atmıyorsunuz, hastane kurmadınız, eğitimi ıslah etmediniz, sağlık çalışanlarının maddi durumlarını iyileştirmediniz, depreme dayanıklı konutlar yapmadınız, savaş gemisi üretmediniz, halkın refah düzeyini yükseltmediniz, İHA ve SİHA’larınız yok diye eleştirmemişti. Daha doğrusu insanları bu davalardan hiçbirine çağırmıyordu. Onun davası bu konulardan hiçbiriyle alakadar olmuyordu, siyaseti bunlardan hiçbirine uzanmıyordu. Herkesin bildiği gibi, onun davası kısacık bir cümleye sığıyordu, bu, “lâ ilahe illallah” cümlesiydi. Rasûlullah’ın “lâ ilahe illallah” davası -Mekke’de olduğu gibi- bugün de iktidarıyla, muhalefetiyle siyasi sistemin tamamını karşısına alan, başka hiçbir konuyla da uyuşup uzlaşmayan bir davaydı.
İbadet, hatta cihad aşkıyla sandık başına giden insanlar, insanın doyumsuz arzularını tanrılaştırma esasına dayanan demokrasiyi oyladıklarını bilmezden gelmektedirler. Allah, hevasını ilah edinenleri “bir ilme göre” saptırmış, kulaklarına ve kalplerine mühür vurmuş, gözleri üzerine de perde çekmiştir. Allah’tan başka bu mühürleri çözecek hiç kimse de bulunmamaktadır. (Casiye, 23). Allah insanları “sen dalalete, sen hidayete” diye -haşa- keyfi olarak ayırmamıştır. Allah saptırdığı insanları “bir ilme göre” saptırmıştır. Yani o ilim gereği insanlar kendileri sapmıştır. Mesela Muhammed (as)’ın elçi yapılması bir ‘ilim’se, sahabe bu ilimle sahabe olmuş, Ebu Cehil gibiler de aynı ilimle kâfir olmuştur. Vatan, millet, bayrak, seçim gibi söylemler, kısaca demokrasi insanların bir kısmını yoldan çıkarabilmektedir.
Bu ülkede yirmi, otuz değil, yüzlerce daha seçim yapılsa, hak adına bir çakıl taşı bile yerinden oynamayacaktır. İslam adına bir şeylerin değişmesi için bizatihi İslamî bir mücadele verilmek zorundadır. Kinaye yoluyla, kaş-göz işaretiyle İslamî mücadele verildiği, bâtılın yenildiği görülmemiş, duyulmamıştır. Allah bâtılın zail olmasını hakkın gelmesine bağlamaktadır. Bâtılla uzlaşarak, biz de sizdeniz diyerek hak ikame edilemez. Hakkın temsilcisi, Allah rızasından başka hiçbir hedefi olmayan, düşmanlarıyla dürüstçe mücadele edecek olan müminlerdir. İktidarıyla-muhalefetiyle demokratik kulvarda bâtıla göre tanzim edilmiş, hakkı köstekleyen bir mücadele sürmektedir. “Hak geldi bâtıl zail oldu” ayetini on yıllardır gazetelerine spot yapan bir zümre bugün hakkın katili partilerle ittifak yapabilmekte, bunun adına da “hak geldi…” diyebilmektedirler.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız gibi, demokrasiyle ve laik hukukla yönetilen ülkede yeni bir seçim yapılacaktır ama bu seçimin İslam’la bir ilgisi yoktur. İslam’ın seçimi Rabbim Allah’tır deyip, sonra da Allah’ın tek geçerli yolunda eğilip bükülmeden, sağa-sola sapmadan dosdoğru yürümekle gerçekleşir. Allah’a iman eden, Allah’ı rab ve ilah edinen, tağutu reddeden müminler, ölmüş veya ölmemiş başkanların rab ve ilah oluşuna dayanan siyasi sistemleri desteklemekten, tazim ve hürmette bulunmaktan müstağnidirler. Kendisinin demokratik bir seçmen olarak tanımlanmasına izin veren her insan, ülkedeki haramların aleni işlenmesinden, münkerin emredilip marufun nehyedilmesinden, Allah’ın hükümlerinin alenen tahkir edilmesinden, kadının azdırılması, erkeğin saptırılmasından, genç nesillerin deistleştirilmesinden karınca kararınca sorumludur. Hiçbir insan kendisini bu vebalden soyutlayamaz.
Cumhuriyetin yüz yıllık geçmişinde nice seçimler yapıldı, nice muhafazakâr-demokrat ve hatta ‘nurlu’ kişiler başbakan ve başkan oldular ama sistemin İslam karşıtı karakterinde hiçbir değişme olmadı. Çünkü sırf muhafazakâr bir başkan yönetiyor diye laik bir ülkenin İslam’a dönüşeceğini beklemek sünnetullaha, eşyanın tabiatına ve nebîlerin sünnetlerine aykırıdır. Son nebî Muhammed (sav)’in sünneti de bunu reddetmektedir. Müslümanların bizzat bedel ödeyerek mücadele edip de elde etmedikleri hiçbir ‘gelişme’ onların başarısı değildir ve İslam’la da alakası yoktur.
Bizler sadece Allah’ın buyruklarına, Rasûlünün sünnetine tabi olabiliriz. İtaatimiz Allah’a, Rasûlüne ve bizden olan emir sahiplerinedir. Kemalizme ve laik-demokratik şiarlara bağla kalacağına yemin eden yöneticiler bizden olan ulul emir değildirler. Bazı cahillerin kuruntularının aksine Kur’an siyasi emirler, ilkeler, örnekler ve açıklamalarla doludur. Rasûlullah’ın sünneti ise baştan sona siyasettir. Biz kendimize ait olan siyasete talip olmalıyız. Bizim talebimiz gayet açık ve nettir: Bütün yeryüzünün İslamlaşmasını arzu ediyoruz. İslamlaşmış bir beldenin yönetimi de Müslümanların elinde olmalıdır, tıpkı laik-demokratik bir beldenin yönetiminin laik-demokratik kadroların elinde olması gibi.
(İktibas, Mayıs 2023)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *