İnsanın hayat mücadelesi de öyle değil midir? Anlamsız ve dağınık bir halden sürekli bir kemale yolculuk gibi. Bunun da tek şartı ne kadar dağınık ve anlamsız olursa olsun dile gelme, dile getirme iştiyakıdır.
Kendimizi Aramaklar Yolculuğu-20
Fotoğraflar ve Yazı: Mehmet Akif Coşkun
Bir eser meydana geldikten sonra kendi hayatını yaşamaya başlarken eser sahibinin anlatmak istediğinden oldukça farklı şeyler anlatabilir.
(Marcel Reich Ranicki)
Daha iyi anlayabilmek için anlat.
(Siegfried Lenz)
Birilerine süslü kelimelerle konuşmayı bıraktığım içindir dilimin dolandığı. Konuşarak şiirimin nefesinin tükenişine şahit olmak boşuma gidiyor. Alın işte, konuşarak tükettiğim kelimeleri tekrar bulamıyorum, yoklar. Şiirimin oldukça uzağındalar sanki. Artıklar, ne yazıkkiler, malesefgiller, konuşamıyorumlar, bilmiyorumlar. İnsan, kaybettiği kelimelerinden yazamadığı şiirleri için affeder mi kendini? İnsan affeder belki, insan merhametli. Fakat şair affedemiyor, merhametsiz. Hangisi yaptığıyla doğru bilmiyorum. Yerine ve zamanına göre değişir belki onu da umursamıyorum. Belki ikisi de doğru. Tüm bunları düşünüyorsam eğer umursamadığım iddiası koca bir yalan değil mi. Demek ki umursuyorum, demek ki o yüzden zihnimi meşgul etmekteler.
Zamanın türlü türlü kılıklara bürünmesi size de ilginç gelmiyor mu? Bu zamanın kendisinin istediği bir şey midir? Yoksa zamana o elbiseyi giydirenin elinde midir? Şimdi şu satırları yazarken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanından bir satır geldi aklıma.
”(Nuri Efendi) Zaten saatle insanı birbirinden pek ayıramazdı. Sık sık ‘Cenabı Hak insanı kendi sureti üzerine yarattı; insan da saati kendine benzer icad etti..’ derdi. Bu fikri çok defa şöyle tamamlardı: ‘İnsan saatin arkasını bırakmamalıdır. Nasıl ki, Allah insanı bırakırsa her şey mahvolur!’ Saat hakkındaki düşünceleri bazen daha derinleşirdi: ‘Saatin kendisi mekan, yüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekan insanla mevcuttur!”’
Alıntıladığım bu satır bu fotoğrafı çekerken bile aklımda yoktu. Hatta bu yazıya başlarken bile önden hazırlandığım bir şey değildi. Anlatmaya başladıkça sanki dilimin bağı çözülürken aynı zamanda daha iyi anlayabilmenin de olanaklarına sahip oluyordum. Yazmaya devam ettikçe daha önce bir yerlerden okuduklarım yahut duyduklarım kulağıma fısıldanmaya başlıyordu adeta.
Yazıya anlamsız, birbirinden alakasız ve mantık örgüsü dağınık sözlerle kasıtlı olarak başladığımı itiraf etmeliyim. Daha doğrusu zihnimdeki dağınık düşünceleri belli bir süzgeçten geçirmeden olduğu gibi dağınık halde dile getirdim. Sonu nerde ve nasıl bitecek hep birlikte göreceğiz. Ben anlatmaya gayret göstererirken sizin de anlayış göstereceğinizi ümit ediyorum. Anlayış göstermemeniz halinde benim size anlayış göstereceğimden emin olabilirsiniz.
Bir yazının, şiirin, resmin, genel olarak bir sanat eserinin paylaşılmasına olanak tanımak, o eseri meydana getiren dilin terbiye edilmesine, kendini geliştirmesine de olanak tanır. O esere getirilen eleştiri değil bizatihi paylaşılma hadisesinin
kendisi o eser sahibinin dilini ve bununla beraber anlama yetisini genişletir. Söz dile gelmeden zihinde saçaklı bir halde bulunur. Keza anlam dağarcığımız da kendine mahsus sınırlar belirlemiştir kendine. Söz dile gelmekle toparlar kendini, anlattıkça daha iyi anlamaya başlar. Bir eksiği varsa tamamlar, fazlalığı varsa atar üzerinden.
Zihnim öylesine bulanık bir halde, öylesine toy ki bu toyluğun verdiği bir cesaret ile durmadan o kaba haliyle dile gelmek istiyorlar. Her defasında frenliyorum kendimi. Ve her defasında gücümün azaldığını hissediyorum. Zamanımın üzerine giydirdiğim kıyafeti sevmiyorum. Keşke bir imkanı olsa da değiştirebilseydim. Fakat o kıyafet öylesine zamanıma kaynamış ki değiştirmek olanaksız görünüyor. Bu teşebbüs, zamanımı kıyafetsiz bırakabilir endişesi de katmerleniyor niyetime. Niyetim tazeliğini korusa da ümitsiz olma halinden uzak tutuyorum kendimi. Fakat bu niyetimi dile getirmemin maksadı da anlaşılsın istiyorum. Ah insan ne de çok istiyor.
Dile gelmek aslında bir yardım talebidir. Hem de her anlamda. Zihinde oluşan her türlü düşünce, dile gelme mecburiyetini taşır kendinde. Yani iddia edebilirim ki bir insanın hayatı boyunca zihninde sakladığı-saklayabildiği bir düşünce yoktur. Bu düşüncenin tabiyatına aykırıdır. O düşünce mutlaka birine söylenmiş, bir yere yazılmış,bir nağmeye notalanmış, bir taşa yontulmuş yahut bir şiire hecelenmiştir.
Kötü bir düşüncenin dahi dile gelmesi, özünde temiz olan insanın dışarıya kendinden habersiz bir yardım talebi olarak görmek, bizim o düşünceye ve o düşüncenin sahibine olan tutumumuza da bir yön tayin eder. O düşünceye nasıl mukabele edeceğimizi belirler. O kusuru örtmeli miyim, ortadan mı kaldırmalıyım yahut onunla mücadele mi etmeliyim?
Diğer taraftan insan zihnindeki güzel düşünceleri dile getirmekle de yardım talebinde bulunur. Güzel fikir, yaratıcı düşünceler, duygusal hisler, dertli müzik nağmeleri, fırça darbeleri, şiir, hikaye vesair tüm bunlar dile gelmekle kamil olma ihtiyacını ilan ederler. Bu yardım talebine mukabele etmek o sözün kemale ermesine olanak tanır. Tohum topraktan alacağını almazsa toprak tohumdan verimini nasıl alsın.
Yazıya anlamsız gibi görünen cümlelerle başlayıp sonunun nerede biteceğini bilmediğimi daha önce söylemiştim. Fakat yavaş yavaş sonuna geldiğimi hissediyorum ve bir şeyleri dile getirebildiğime inanıyorum. Doğrusuyla yanlışıyla ama en saf ve temiz haliyle dile getirmeye çalıştım. İnsanın hayat mücadelesi de böyle değil midir? Anlamsız ve dağınık bir halden sürekli bir kemale yolculuk gibi. Bunun da tek şartı ne kadar dağınık ve anlamsız olursa olsun dile gelme, dile getirme iştiyakıdır.
Her dile geliş yolun sonuna biraz daha ilerleyiştir. Bunu biliyoruz ama söz bu dile gelmeden de olmuyor işte.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *