Dünyevi iktidarların iktisadi politikaları, her insanı fabrikanın birer dişlisi gibi görmek üzerine kurulu. Köyden kente göç, aynı zamanda mesken ihtiyacının artmasına, bu sahanın da devasa bir rant sahasına dönüşmesine neden oldu. Kapitalist ekonomilerde esas olan ne olursa olsun, tüketime yönelik üretimin durmamasıdır…
Yakup Döğer
Bu coğrafyanın halkı olarak, onbinlerce insanın ölümüne ve yaralanmasına, yüzbinlerce insanın muhacir durumuna düşmesine ve yine yüzbinlerce insanın evsiz kalmasına neden olan büyük bir deprem yaşadık. Gerek medyadaki görüntüler, gerekse bölgeye giden gelenlerin, aynı zamanda da deprem afetini yaşayanların anlattıkları göz önünde bulundurulduğunda, büyük bir felaketle karşı karşıya olduğumuz aşikârdır. Felaketlerin büyüklüğü, acıların büyüklüğünü, acıların büyüklüğü ise feryatların büyülüğünü beraberinde getirir.
Her afette olduğu gibi, yaşadığımız son deprem afetini her kesim kendi zaviyesinden yorumladı. Sahada, küresel çapta bir ümmet dayanışmasının pratik yansıması görülürken, görsel ve sosyal medyada yapılan teorik tartışmalar, çok farklı zeminlerde gerçekleşti. Televizyon haberciliğinde, haber peşinde koşan muhabirlerin, yaşanan felaketin boyutlarını ekranlara yansıtmak için gösterdikleri çabanın, aynı zamanda bir reyting çabası da olduğu gözümüzden kaçmadı. Soluk soluğa koşan muhabirlerin yüksek desibelli ses tonları, haberciden ziyade felaket tellallığını andırmaktaydı. Bu çabanın, en acı veren sahneyi veya en mutlu tabloyu kadraja almak mücadelesi olduğunu da anlayabiliyorduk.
“Nerede bu devlet” ile “Devlet burada” arasında deprem tartışmaları
Yaşanan politik tartışmalarda ve bu politik tartışmaların sahaya yansımasında ise, bir husus hassaten öne çıktı. O husus da, “Devlet” mefhumuydu. İktidar felaketin büyüklüğü karşısında bocalamış, bu bocalama muhalefet için bir propaganda aracı olarak kullanılmak istenmiştir. Tartışmalar, “Nerede bu devlet” ile “devlet burada” arasında yoğunlaştı. İki tartışmanın da ana gövdesini “devlete vurgu” oluşturmaktaydı.
Devletin geleneksel devlet yapısından modern ulus formatına dönmesi ve halkların cemaat yapısından sivil toplum formatına dönüşmesi, modern devleti daha merkezi bir yere oturtmuş, ölümlü bir ilah gibi tek belirleyici otorite sahibi yapmıştır. “Nerede bu devlet” diyenlerle, “Devlet burada” diyenlerin ortak vurgusu da, devletin tek otorite olduğunu, ikisinin de devleti çağırdığına işaret etmektedir. “Nerede bu devlet” serzenişine “devlet burada” diye verilen cevap aslında yaşanan bütün felaketlerde kendisini göstermiş, adeta memleketimize özgü gelenekselleşmiş bir ifadedir. İki ifadenin birbiriyle çatışması gibi görülen manzara, hakikatte her iki tarafın da devlete çağırısıdır.
Modern ulus devletler, kendi paradigması dışında hiçbir otoriteye, oluşuma, organizasyona müsamaha göstermemiş, bütün yetkileri tek elde toplayarak, muhalefetin sesini kesmiştir. Dikkat edilirse, devletin ihmaline yönelik eleştiriler yüksek perdeden dile getirilmediği gibi, getirenlerin de sesi çok cılız çıkmıştır, çıkmaktadır.
Yardım toplama konusunda, devlet tekelinden bağımsız hareket edenlerin, devlete eş koştuğu oysa devlete eş koşulamayacağı, en yetkili ağızdan ifade edilmiştir. Bu ifadeler modern ulus devletin tanrılık, ilahlık iddiasının sonucudur. Allah’a ortak koşmanın bir sorun teşkil etmediği modern devlette, devlete şerik koşmak affedilemez bir suç teşkil eder. Zira aynı ifadeleri kullanan üst düzey yetkili, devlete eş koşan olursa gereğinin yapılacağını da ifade etmekten geri durmamıştır.
Doğu toplumlarında devletin kudsiyeti tartışılamaz, varlık telakkisi sorgulanamaz derecededir. Özellikle muhafazakâr cenah tarafından devlet yaşanan hiçbir felaketten sorumlu tutulmamış, devletin ne işleyişine ne de yapısal varlığına dair esastan eleştiri getirilmemiştir. Binlerce evin yıkılmasına, onbinlerce insanın ölmesine, yüzbinlercesinin yaralanmasına, milyarlarca liralık maddi hasara rağmen, devletin hiçbir suçu yoktur(!), devlet ricalinden kimse bu felaketten kendisini cüz’i oranda dahi sorumlu hissetmemiştir. Hiçbir yönetici istifa etmemiş, sorumlu olduklarını kabul etmemiş, suçu her daim kendi dışındaki etkenlere yüklemiştir.
Kadercilik ile tedbircilik arasında tartışmalar
Yaşanan büyük afetle birlikte, teorik alanda yaşanan tartışmaların biri de, “yaşanan depremin ve ölenlerin kaderin bir tecellisi mi, yoksa alınmayan tedbirlerin neticesi mi” olduğu üzerinedir. Devletin en üst yöneticisinin, olanları kader planına bağlaması ve kader planı çerçevesinde gerçekleştiğini söylemesi, kader ile tedbir üzerine yapılan tartışmaları tekrar alevlendirdi.
Yaşanan depremde vefat edenler, kaderin bir tecellisi sonucu mu vefat etmiştir, yoksa inşaatlar yapılırken gerekli malzemelerin kullanılmaması sonucu mu vefat etmiştir? İktidar kanadı her ne kadar gerekli incelemelerin yapılıp sorumluların cezalandırılacağını belirtse de, ağır basan tarafın kader planı dahilinde olduğuna, vatandaşlarını ikna etmeye çalışmaktadır. Felaketin boyutlarının tedbirsizlik sonucu olduğunu ileri sürenlerin ise kullandığı dil tamamen seküler bir dildir.
Devlet her ne kadar laik seküler olarak her alanında dinden bağımsız örgütlenmiş olsa da, halkı Müslüman memleketlerde, dinin vatandaşları üzerindeki tesirini bildiği için, dini her zaman kullanışlı bir argüman olarak görmüş, kullanmıştır. Hemen hemen her felaketin, özellikle muhafazakâr iktidar tarafından kaderle ilişkilendirilmesi bu yüzdendir.
Aslında yaşanan afetleri, kaderin bir tecellisi olarak yorumlamak, iktidarın sorumluluktan kurtulması yönünde bir çabasıdır. Fakat buna rağmen, sorumluluğun iktidarda olduğu gerçeğini bu çabaları örtememektedir. Bu yüzden her ne kadar felaketin vebalini kadere yüklemeye çalışsalar da, aynı zamanda birilerini suçlamak gibi çelişkiye düşmekten kurtulamamıştır. Öyle anlaşılıyor ki iktidar, yaşanan felaketin üzerini kaderci bir zihniyetle örtmeye çalışmaktadır.
Eğer yaşanan felaket kaderin bir tecellisi ise, neden bir suçlu aranmaktadır? Yok, ortada bir suçlu var ise, neden felaketin vebali kadere yüklenmektedir? Öyle sanıyoruz ki bu sorunun cevabı hiçbir zaman verilemeyecektir.
Jeoloji biliminin ilahı: Fay hattı
Materyalist bilim doğası gereği seküler bir dili de bu işin peşinden koşanlara dayatmaktadır. Zira materyalist bilimde “İlahi kudret” sahibi bir varlık yoktur. Yeryüzünde, yerin altında, gökyüzünde olanların tamamı “Doğa ana”nın bir eseridir. Bilginin dünyevileşmesi, birçok yeni ilahı da ortaya çıkarmıştır. Depremler, sel baskınları, fırtınalar vb. ne varsa, tamamı doğa ananın bir eseridir. Tabi fay hattının harekete geçmesi de doğa ananın tecellisidir.
Burada şunu da ifade etmeden geçmeyelim. Fay hattı diye jeolojik bir yapının yokluğunu savunuyor değiliz. Dikkat çekmeye çalıştığımız husus, fay hattını harekete geçiren kudretin kimliğini tespit etmeye çalışmaktır. Fay hattının harekete geçiren, materyalist bilimin seküler diliyle ifade edilen “Doğa ana” mıdır, yoksa “Külli şey’in kadir” olan Allah mıdır? Doğa ana modern bilimin iddia ettiği gibi, fay hattını harekete geçirebilecek kudrete sahip midir? Yoksa o da “Külli şey’in kadir” olan Allah’a mı tabidir? Burasının önemli olduğunu düşünüyoruz.
Dünyevileşme sonucu çarpık kentleşme
Dünyevileşmenin getirdiği maliyetler, kapitalist ideolojinin adaletsiz üretimi ve halkın ahlaktan bağımsız tüketimi, birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Tarım toplumundan hızlı bir şekilde sanayi toplumuna geçiş, köylerden kentlere plansız göç, çarpık, düzensiz ve aynı zamanda sağlıksız yapılaşmayı tetikledi.
İş sahası olarak büyük fabrikaların kentlere kurulması, tarım maliyetlerinin artması ve köylerdeki kazancın ihtiyacı karşılayamaması, köyden kente göçü zorunlu kıldı. Dünyevi iktidarların iktisadi politikaları, her insanı fabrikanın birer dişlisi gibi görmek üzerine kuruldu. Göç, aynı zamanda mesken ihtiyacının artmasına, bu sahanın da devasa bir rant sahasına dönüşmesine neden oldu. Kapitalist ekonomilerde esas olan ne olursa olsun, tüketime yönelik üretimin durmamasıdır.
Üretimin sürekliliği, işgücüne olan ihtiyaç ve insanların dünyevileşmesi bir araya gelince, kentlerdeki nüfusun artmasına, çarpık kentleşmenin de ortaya çıkmasına neden oldu. Fabrikaların çoğalması, nüfusun artması, yolların, metroların, havalimanlarının modernleşmesi bizzat iktidar eliyle gerçekleştirildi. Milyonlarca insan, göğe doğru yükselen birer konteyner mesabesindeki evlere ailecek tıkılarak yaşamaya mahkum edildi. Fakat yaşanabilecek böyle büyük felaketler karşısında ise ne yapılabileceği, can güvenliğinin nasıl sağlanacağı, dünyevi iktidarların planında hiç yer almadı.
İnsanın can güvenliğinin nasıl sağlanacağı planlarında yer almadığı gibi, milyonlarca insanın bir yerden bir yere göç etmesi ve bu göçün kolaylığını sağlayacak taşıma araçlarını sürekli yeniledi. Yolların, köprülerin, otobanların, yer altı tünellerinin yapımıyla mesafelerin kısalmasını kendisi için iftihar vesile kıldı. Bütün bunlar, insanların can güvenliği olmadan, karnını doyurabilmek için bir yerden bir yere kilometrelerce yol kat etmesi içindi.
Bütün bunlar olurken kimse, “ben neden bulunduğum yerde karnımı doyuramıyorum?”, “neden ferah, bahçeli, havadar evlerim varken, milyonluk kentlerde konteyner gibi evlerde yaşamak zorunda bırakılıyorum?” diye sormadı. İnsanların neden köylerini, şirin kasabalarını terk etmek zorunda kaldıkları yüksek lisans tezi bile olmadı. Yan yana, sırt sırta, arka arkaya, komşusunu bırakın göğe doğru yükselerek kendi güneşini bile kapatan devasa apartman dairelerinde neden yaşamak zorunda bırakıldıklarını insanlar sorgulamadı.
Küresel bir ümmet dayanışması
Yaşanan felaketlerin, insanları bir araya getirmek gibi olağanüstü tecellisi de vardır. Felaketlerin büyüklüğü oranında dayanışma da büyümektedir. Bunu yaşadığımız son deprem afetinde de gördük. Deprem olur olmaz ülke içinde olağanüstü bir hareketlilik gerçekleşirken, dünyanın dört bir yanından da aynı duyarlılıkla halkların harekete geçtiğine şahit olduk. Katar, BAE, Mısır, Pakistan, İran, Etiyopya, Sudan, Burundi, Somali, Bosna Hersek ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki halklar kendi aralarındaki organizasyonlarıyla dayanışma seferberliğine geçtiler. Bir yabancı muhabirin deprem sonrası izlenimlerinde, yaşanan felaketin akabinde olağanüstü hareketliliğin karşısındaki şaşkınlığı, ümmetin felaketler karşısındaki duyarlılığını göstermesi açısından kayda değerdir.
İnsanlar zaman zaman kendilerinin bazı felaketlerle uyarıldıklarının farkına varmalı, yönünü ölümlü ilahlara değil, “Külli şey’in kadir” olan Allah’a dönmelidir. Rabbimizden, bir daha böyle felaketlerden bizleri muhafaza etmesini niyaz ederim.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *