Midhat Paşa, Yıldız Mahkemesinde kendisini idama mahkum eden hakimler heyetine karşı bir nutuk irad etmiş ve bu nutuk Girit Adasından 1320 yılında getirilmiştir. Getirilen nutuk ise 1326 yılında Şirket-i Sahafiye-i Osmaniye Matbaası tarafından “Feryad ve figanlar” adıyla neşredilmiştir.
Midhat Paşa (1822-1884), Osmanlı Modernleşmesinin öncülerinden olup, II. Abdülhamid’i tahta çıkaran ekibin de başında yer alan bir Osmanlı Sadrazamıdır. Fanatik bir meşrutiyet taraftarı olan Midhat Paşa, yönetimin meclisli ve anayasalı olması gerektiğini savunmuş, meşruti idarenin kurulması için çok çaba sarf etmiştir.
Sultan Abdülaziz ile meşrutiyetin ilan edilmesi ve anayasa hazırlanması meselesinde ihtilafa düşmeleri sonucu, kendisinin başı çektiği ve içlerinde dönemin Şeyhülislamı olan Hayrullah Efendinin de bulunduğu erkan-ı hal, V. Murad ile görüşüp Sultan Abdülaziz’i tahtan indirerek, yerine veliaht Murad’ı geçirmiştir. Fakat kısa süre sonra Sultan Murad’ın psikolojik sorunlarının baş göstermesi, işlerin istenildiği gibi gitmesine mani olmuştur.
İşlerin yolunda gitmediğini gören II. Abdülhamid, Midhat Paşa’ya haber göndererek, kendisini tahta çıkarırlarsa meşrutiyeti ilan edeceğini ve Kanun-i Esasi’nin hazırlanmasını sağlayacağına dair haber gönderir. Abdülhamid’in bu teminatı karşısında Midhat Paşa ve ekibi, yine Şeyhülislam Hayrullah Efendi’nin fetvasıyla Sultan Murad’ı “hal” ederek yerine II. Abdülhamid’i 31 Ağustos 1876’da tahta çıkarırlar. Abdülhamid sultan olmuştur.
Abdülhamid’in tahta çıkışından kısa bir süre sonra mevcut vaziyet değişmeye başlar. Abdülhamid etrafındaki meşrutiyet taraftarlarını ve muhaliflerini yavaş yavaş idari kadrolardan uzaklaştırır. Midhat Paşa’ya ise hiç güvenmemektedir. Zira kendisinden önceki sultanları tahtından indiren ve kendisini tahta çıkaran Midhat Paşa’dır. Midhat Paşa’nın dikbaşlılığı, kendi başına buyruk hareket etmesi de, Sadrazamlık makamından azline ve yurtdışına sürgüne gönderilmesine sebep olur.
Yurtdışı sürgününü çeşitli Avrupa ülkelerinde geçiren Midhat Paşa, Osmanlı–Rus Savaşından sonra Abdülhamid tarafından çağrılarak Girit Adasında ikamet etmesine izin verilir. Daha sonra ise Kasım 1878 yılında Suriye Valiliğine tayin edilir. Suriye Valiliği esnasında bazı uygulamalarından dolayı merkezi hükümetle ihtilafa düşer. İstanbul’daki rakipleri de aleyhinde çalışmaktan geri durmamaktadır. Çeşitli sebeplerden dolayı tutuklanarak İstanbul’a getirilir.
İstanbul Yıldız’da kurulan mahkemece Sultan Abdülaziz’in katlinde sorumluluğu olduğu suçlamasıyla yargılandı. Mahkeme heyetinin üyeleri ise, Midhat Paşa muhaliflerinden oluşmaktaydı. Mahkeme sonucunda idama mahkum edildi. Sultan Abdülhamit gelen tepkiler sonucu, idam kararını ömür boyu hapse çevirdi ve Taif’e sürgüne gönderdi. Taif’te sürgünde iken bir gece hücresinde boğularak öldürüldü.
Midhat Paşa, Yıldız Mahkemesinde kendisini idama mahkum eden hakimler heyetine karşı bir nutuk irad etmiş ve bu nutuk Girit Adasından 1320 yılında getirilmiştir. Getirilen nutuk ise 1326 yılında Şirket-i Sahafiye-i Osmaniye Matbaası tarafından “Feryad ve figanlar” adıyla neşredilmiştir. Risale iki bölümden oluşmakta, ikinci bölümde ise, Midhat Paşa’nın padişaha sunduğu bir layihası yer almaktadır.
Midhat Paşanın, hakimlere nutku:
Hakimler! Alçak hakimler!
Ey hakimler! Size bir şey soracağım: Ulûhiyet ve hakikat namına yemin vereceğim. İyi düşünün ki kendilerine Cenab-ı Hakkın takdir ve ihsan etmiş olduğu cana sizin şimdi nihayet vermek istediğiniz biz mazlumların berat-ı mahkûmiyetini imzalarken, vicdanınızdan size karşı hiçbir hitab-ı ulvi gelmedi mi? Bigünahların hakkını heder için kalemleri tahrik ederken ellerinizi hiç dest-i kudret titretmedi mi?
O müthiş dakikada ki siz, melekül-mevte vekalet ediyordunuz. Hele iyi düşününüz yüreğinizde bir çarpıntı, kalbinizde hiçbir hareket his etmediniz mi? Evlat ve ehlinizin akıbet ve ahvali, karşınızda tecessüm etmemiş mi idi?
Mesuliyet-i maneviye bir dehşetli zebani heyetine girerek size de en derin bir şeyler söylüyordu. O saatte ki siz sebeplerinizin mahsulü olan idam hükmünü tarihe teslim ediyordunuz. O yaldızlı kanepelerle süslenmiş mahkemenizin köşelerinde toplanmış olan ecdadınızın ruhları size bakarak canhıraş hitaplar ediyordu…
Söyleyin ey Hakimler! Bu ulvi muhatabı da işitmediniz mi? Faniler! Emin olunuz ki o dakikada kurbanlık koyunlar gibi karşınızda mütehammil mevkiinde fakat “elhükmullah” sancağı altında boyun büken ve tebliğ olunan hükmü mütevekkilane dinlemekte bulunmuş olan mazlumlar, vicdanınızın nidasını, kalbinizin sayhasını, ecdadınızın hitabını tekmil işitmiş ve o dehşetli hareketi dahi aynel yakin görmüşüzdür.
Ey hakimler! Sizin sema-i idarenizin en gücüne giden doğruluktur. Basiretinize en vahşi görülen ise hakikattir. İşte yine tekrar ediyorum. Bakınız! Vicdan size nasıl hitap ediyordu.
Diyordu ki:
Hakim kudret elidir. Kudret elinden cellat olmaz. Hakim haktan taraftır, hakka karşı silahlanmaz. Hakim adaleti gerçekleştirir, zulme yardımcı olmaz. Hakim metanetin kalesidir, değme çarpışmalarda yıkılıp gitmez. Hakim hürriyetin hatibidir, esaret delaletine düşmez. Hakim vatanı mamur edendir, kalemi onu yıkmakta ve canlar almakta değil, zalime ve mütegallibenin başını ezmekte kullanır. İşitiyor musunuz ey menfaatperestler! Vicdanınız size işte böyle hitabı dehşetengiz irad ediyordu. Hele ecdadınızın hitapları, ecdadınızın hitapları daha ulvi daha tesirliydi.
Zulüm bize tebliğ olunurken, bulunanların her biri kendine has yakıcı bir bakışla bakarak diyordu ki:
“Tebbet yeda”! Ey şerrül halef! Yaptığın şeyin sonucunu düşünüyor musun? Veya gittiğin beyaban vahşetin menzilini tasavvur ediyor musun? Sen vaktiyle kim idin? Bir necib, bir malik… Ya şimdi ne oldun? Bir şeytan, bir akrep, bir ifrit… Evvel kim idin? Bir insan, bir hamiyetkar, şimdi ne oldun? Bir katil, bir canavar… Ya Rab! Fıtrat-ı beşerde mevsimler gibi zamanla mı değişir?
Hakim! O elindeki yağlı paçavra nedir? İdam ilamıyla acaba hangi yeri yakacaksın? O ağzındaki keskin hançeri hangi mağdurun kalbine saplayacaksın? O nedir? Yeşil masa üzerinde katrana bulanmış bir takım ipler duruyor! Onları hangi bi-günahın gerdanına takacaksın?
Kalk ey hakim sıfatında yaratılmış olan canavar! Kalk hançerini, tırnaklarını bir daha bile. İplerini katrana değil, zehir fıçılarına daldır, hazır karşında duran şüheday-ı hürriyetin kolları ağzı açıktır. Hançerinle yüreklerini, tırnaklarında gözlerini oy!
Ey! Niçin duruyorsun! Ellerin ne için titriyor? Hiç fırsat vermek cellada, insan parçalarken titremek canavara yakışır mı?
Yürü ey kasap, salhane-i hamiyet! Şu karşındaki kefen kuşanmış hürriyetin kanlarını saç! Senin için rütbeler, mansıplar mertebedir. Cellatça azmin ile masumları mahvet. Sonra tüyü bitmedik yetimleri, saçı ağarmış analarını birer birer boğabilirsin. Nişan ve imtiyaz hazırdır. İşittiniz mi?
İşte ecdadınızın her birinden sadır olan hitaplar bu idi.
Ey hakim! Biraz da beni dinleyin! Sizce malum olmak gerekir ki dünya denilen şu harabezadar, fani garib bir dar-ı imtihandır. Zevkleri ve lezzetleri ise hayal ve efsanedir. Her ömürde bir nihayet mukarrerdir. Gelenlerden bu asırda kim kalmış ki, bu dünyada hakim-i galib olsun. Herkesin gideceği yer, şu üzerinde ebediyet tasavvur edilen kara toprağın altıdır.
Hakimler! Allah’ın vaat ettiği mahşer gününe itimat edin. Kıyamet muhakkaktır. Mazlumun hakkını alacak bir Mahkem-i Kübra var. Katillerin amelini tartacak bir mizan-ı adl ve hak var. Bu yalan dünyada en aşağılık bir menfaate, en hasis bir emele mağlup olup da saadet sarayı din ve dünyayı yıkıyorsunuz… Tak ipi bakalım!
Yakında, hesap gününde görüşürüz… Haydi, durma çek! El-Hükmullah
Risale: Midhat Paşa, Feryad ve figanlar, İstanbul, Şirket-i Sahafiye-i Osmaniye Matbaası, 1326
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *